Göçmenlerin Gündemi
Suriye’de HTŞ liderliğindeki askeri koalisyonun ilerleyişi, Şam’da iktidarın el değiştirmesiyle sonuçlandı.
27 Kasım’da başlayan ...
8 Aralık - Esad rejimi düştü (Enternasyonal Dayanışma) Devamı8 Aralık - Esad rejimi düştü (Enternasyonal Dayanışma)
Suriye’de HTŞ liderliğindeki askeri koalisyonun ilerleyişi, Şam’da iktidarın el değiştirmesiyle sonuçlandı.
27 Kasım’da başlayan askeri saldırının ardından Baas rejimi birçok yeri kolayca kaybetmiş, HTŞ öncülüğündeki askeri güçlerin ilerleyişi karşısında şehirleri tek tek teslim etmişti.
İki haftadan kısa bir sürede rejim düştü, iktidar devredildi.
Devlet televizyonundan rejimin düştüğü açıklaması yapılırken, Baas’ın başbakanı “iktidarı devretme” konusunda işbirliği yapacağını açıkladı. HTŞ lideri Colani de kamu kurumlarının başbakanın otoritesi altında olduğunu belirterek onlara yaklaşmayı ve ateş açmayı yasakladı.
Beşar Esad’ın Şam’dan ayrıldığı iddia edilse de konuya ilişkin kesinleşmiş bir bilgi yok.
Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) kontrolündeki bölgelerde olağanüstü hal (OHAL) ilan edildiği duyuruldu.
ABD başkanlık seçimlerini kazanan Donald Trump, kendilerinin Suriye ile ilgileri olmadığını iddia eden bir tweet attı.
Bazı kentlerde Baas’ın devrilmesi Hafız Esad heykellerinin yıkılmasıyla kutlanırken, HTŞ “herkesin barış ve adalet içinde yaşadığı yeni bir Suriye” çağrısı yapıyor. El Kaide’nin Suriye kolu El Nusra Cephesi’nin unsurları tarafından kurulan örgüt, kontrol ettiği birçok bölgede Suriye halkı tarafından protesto edilerek Esad rejimine benzetilmişti.
https://enternasyonaldayanisma.org/2024/12/08/esad-rejimi-dustu/
Kapat
Yeni çıkan aile hekimliği yönetmeliği “göçmenler, sığınmacılar” ile çok yakından ilgili. Bu yönetmelik başta ...
7 Aralık - Eziyet Yönetmeliğini Niçin Kabul Etmiyoruz? – Fatma Orgel (Sivil Sayfalar) Devamı7 Aralık - Eziyet Yönetmeliğini Niçin Kabul Etmiyoruz? – Fatma Orgel (Sivil Sayfalar)
Yeni çıkan aile hekimliği yönetmeliği “göçmenler, sığınmacılar” ile çok yakından ilgili. Bu yönetmelik başta göçmen, sığınmacı sağlığını, aslında tümden toplum sağlığını negatif etkileyecektir. Göçmen ve sığınmacılara karşı artan temel İnsan haklarına, onuruna aykırı uygulamalara bir de temel sağlık hakkına erişimleri engellemek de eklenmiştir. Sivil sayfalarda ayrıntılı anlattım:
Aile hekimleri olarak neden bu yönetmeliğe #EziyetYönetmeliği diyor ve kabul etmiyoruz?
Kasım 2024 itibariyle geçerli olan yeni aile hekimliği yönetmeliği öncellikle iş tanımı ve buna karşılık ücret belirlenmesi ile ilgili olarak oldukça muğlak, bilimsel verilerden uzak kriterler, maddeler içermekte ve bu neye göre belirleneceği muğlak olan kriterlere göre aile hekimlerinin sözleşmeleri feshedilebilecektir. Sadece bu temel usul nedenleri ile bile çalışma hakları ile ilgili Uluslararası hukuk normlarına, T.C. anayasasına ve iş kanununa aykırıdır, çalışanlar olarak özlük ve mali haklarımızda ciddi mağduriyetlere sebep olmaktadır. Yani anayasada korunan temel haklara ve iş kanununda belirtilen temel iş prensiplerine aykırı bir yönetmelik yayınlanmıştır. İş tanımı net belirlenmemiş, sözleşme fesihleri Sağlık Bakanlığının keyfi ve sürekli değiştirilebileceği belirtilmiş kriterlerine bağlanarak aile hekimleri ve hemşireleri temel iş güvencesinden mahrum bırakılmaktadır.
Yeni yönetmelikle ne gibi şartlar getirilmiştir?
Bu bilimsellikten uzak kriterlere bakacak olursak örneğin; aile hekimliğine kayıtlı hastaların ödeme katsayılarında aile hekimlerinin birebir sorumlu olmadıkları şartlara bağlanarak ciddi ücret kesintileri getirmiştir. 6 ay içinde gelmeyen hasta, bir yılda 7 defadan fazla hastane ve başka aile hekimi başvurusu gibi aile hekiminin kontrol alanı dışındaki kriterler. Başka hiçbir meslek grubunda böyle bir performans kriteri yoktur; okula gelmeyen öğrenciden öğretmene, camiye gelmeyen cemaatten imama, yeteri kadar suç işlenmiyor diye polisten maaş kesimi cezası ne kadar absürt ise bu da öyle ciddiyetten uzak keyfi bir cezalandırma, mobbingdir. Ayrıca bu kadar halka yönelik “sağlık hizmetini kullanma” teşvik politikası bakanlık tarafından yürütülürken insanların hastaneye gitmelerinin faturasını aile hekiminden çıkarmak büyük bir tutarsızlıktır.
Diğer bir ciddiyetsiz ve keyfi madde; 3500 üstü nüfusa olan hizmetin ücret ödemesinin kesilmesi. Bu nüfusun temel sağlık hizmetlerini nereden alacağı daha belirlenmemişken ki İstanbul için daha epey sayıda aile sağlığı merkezi boş işlemez durumda iken 3500 üzeri nüfusu birinci basamak sağlık hizmetleri için nereye gidecektir. Sağlık Bakanlığı laf cambazlıkları ile hasta sayısını 3500’e indirdim derken ödenen hasta sayısı kastedilmekte; 3500 üstü hastaların kaydı mevcut aile hekimlerinden düşürülmediği gibi yeni ek hasta kayıtları da hızla devam etmektedir. 3500 üstü ödemeden çıkarılan ilk hasta grubu da göçmen, sığınmacı hastalar olarak belirtmiştir. Bu hastalara göçmen sağlığı merkezleri bakacak derken her ilçede yeterli göçmen sağlığı merkezi olmadığını, bazı ilçelerde hiç olmadığını göz ardı etmektedir. En yoğun göçmen nüfusun olduğu Esenler için bile sadece bir -1- Göçmen sağlığı merkezi bulunmaktadır. Bu Göçmen Sağlığı merkezinin yetersiz kapasitesi ayrı bir sorun; böyle geniş büyük ilçelerde oraya ulaşmak ayrı bir sorun teşkil edecektir. En az bir vasıtayla gidilecek yerler olması birinci basamak koruyucu sağlık hizmetlerinden en çok faydalanan gebe, bebek, çocuklu hasta grupları için sağlığa erişimi oldukça güçleştirecek hatta imkânsız, vazgeçilir hale getirecektir. Aile hekimliği koruyucu sağlık hizmetlerinin başında gelen aşılama, gebe bebek takipleri sık sık olan ve toplum sağlığı ana çocuk sağlığı için çok önemlidir. Aşı karşıtlığının bu kadar arttığı bir dönemde bir de aşıya, takibe ulaşımı zora sokacak bu uygulama başta göçmen, sığınmacı sağlığını, aslında tümden toplum sağlığını negatif etkileyecektir. Göçmen ve sığınmacılara karşı artan temel İnsan haklarına, onuruna aykırı uygulamalara bir de temel sağlık hakkına erişimleri engellemek de eklenmiştir.
Cezalandırma
Eziyet yönetmeliğinin başka bir maddesinde hastalarımıza muayeneleri sonrası gerekli durumlarda reçete ettiğimiz bazı ilaçların da “cezalandırma, ücret kesme” tehdidiyle sınırlandırılmasıdır. O yüzden “Reçeteme karışma” diyoruz. Temel tıp eğitimini almış hekimler olarak en temel ilaçlara dahi “maaştan keserim” gibi başta anayasa olmak üzere hiçbir hukuka uymayacak yaptırımlar getiren bir yönetmeliği aldığımız tıp eğitiminin ve meslek onurumuzun gereği olarak kabul etmemiz mümkün değil. Ülkemizde antibiyotik kullanımı gerçekten çok fazla ama bu yüksek oranda en az pay sahibi olan aile hekimleri; Hastane yoğun bakım, hastane acilleri en başta geliyor; burada da özel hastaneler öndeler ama buralara hiçbir denetleme ve yaptırım uygulanmıyor. Ayrıca bu ilaç kısıtlamaları ile aslında artık birçok ilacı SGK ödeme kapsamından çıkarmış olmakta ama bunu hastalara açıkça söylemeden biz aile hekimleri üzerinden yapılmakta, yine hasta ile hekim karşı karşıya getirilmektedir.
Rapor ve sağlıkta şiddet
Raporlar konusu zaten birinci basamakta Sağlıkta şiddetin en önemli nedenlerinden birisidir. Ehliyet, işe giriş gibi aslında ilgili oldukları yasalar ve yönetmeliklerde ayrıntılı sağlık şartları anlatılır. Bu şartlar için gerekli muayene ve tetkiklerin görme, işitme muayenesi gibi birçoğu ASM şartlarında olmadığı için ikinci basamak hastanelere sevk gerektiği durumlarda hastaların itirazları, bazı durumlarda da şiddet olayları vukuu bulmaktadır. Bu nedenlerle biz Aile hekimleri dernekleri, sendikaları olarak bu tür raporlar için yönetmeliklere uygun gerekli muayene imkanlarının olduğu merkezlerin kurulması ve tek merkezden bunların yürütülmesi idi. Bu şeklide hastaların da haklı olarak ikinci basamaklarda randevu bulamama endişeleri de ortadan kalkmış olacaktı, biz de kendi asli işimiz olan koruyucu sağlık hizmetlerini rahat gerçekleştirecektik. Bu taleplerimiz yapılmadığı gibi bir de bu tür raporların ücretli hale getirilmesi bir tek güvenlik görevlisinin olmadığı ASM’lerde bizim can güvenliğimizi ciddi anlamda tehlikeye atacaktır ki bu ücretli rapor açıklamasının ertesi günü Şişli’de bir ASM’de bir hasta ehliyet raporu ile ilgili sorun yaşadı diye sağlık çalışanlarına açık şiddet uygulamıştır. O yüzden bir kez daha yeniden diyoruz ki “Sağlıkta şiddet tamamen politiktir, bu bilimsellikten uzak, sahadan habersiz yürütülmeye çalışılan sağlık politikalarının beklenen açık bir sonucudur”.
Sağlık Bakanlığı’nın açıklaması
Sağlık Bakanlığının açıklamalarında “daha iyi bir aile hekimliği’ “aile hekimliğinin güçlendirilmesi” gibi iddiaları da inandırıcı bulamıyoruz. HYP adı altında bize yüklenen sekretarya angaryası ile aile hekimliğinin temel koruyucu hizmetler için hastalarına ayıracak 5 dakika bile vakit kalmayacaktır. Nitelikli koruyucu bir sağlık hizmeti için minimum 10-15 dakika bir hastaya vakit ayırmaktır. Ne yazık ki hastanelerde dayatılan 5 dakikada bir, iki hasta dayatması biz aile hekimlerine de yapılmıştır.
Alma Ata Bildirgesi’nde de ifade edildiği gibi birinci basamak sağlık hizmetlerinin tümüyle ücretsiz, bilimsel ve nitelikli biçimde kamu tarafından sunulduğu bir yapılanmayı destekliyor; birinci basamak hizmetlerinin yetkinleşmediği bir sağlık sisteminin sürdürülebilir olmayacağını, aksine ikinci ve üçüncü basamakta hizmet sunan sağlık sistemine yük olacağını söylemekteyiz. Aile hekimliklerinin etkin biçimde işleyebilmesi için öncelikle temel özlük hakları ve iş güvencelerinin sağlanması, koruyucu hekimlik dışındaki HYP sekreteryası, raporlar gibi angarya işlerden uzak hastalarına en az 10 dakika olacak şekilde zaman ayırabilmesi sağlanmalıdır. (ilketv.com.tr)
https://www.sivilsayfalar.org/2024/12/05/eziyet-yonetmeligini-nicin-kabul-etmiyoruz/
Kapat
Göç, Türkiye’nin en önemli gündemlerinden biri. Suriye’de 2011’de başlayan savaşla birlikte milyonlarca sığınmacı ...
7 Aralık - Suriyeliler Halep’e döner mi? - Ercüment Akdeniz (Enternasyonal Dayanışma) Devamı7 Aralık - Suriyeliler Halep’e döner mi? - Ercüment Akdeniz (Enternasyonal Dayanışma)
Göç, Türkiye’nin en önemli gündemlerinden biri. Suriye’de 2011’de başlayan savaşla birlikte milyonlarca sığınmacı Türkiye’ye geldi. Bir bölümü Türkiye üzerinden Avrupa’ya geçti. HTŞ ve SMO’nun iki koldan gerçekleştirdiği son harekâtla birlikte yeni çatışma alanları doğdu. Suriye’de yerinden edilenler zorunlu olarak bir kez daha göçle karşılaştı. Şu an ciddi bir dram ve iç göç söz konusu. Son gelişmelerle birlikte yerinden edilenlerin en büyük nüfusunu ise Batı Suriye Kürtleri oluşturuyor.
Rejim güçleri ya da Rusya uçaklarının İdlip’e olası müdahalesi, Türkiye’ye doğru yeni bir göç hareketlenmesine neden olabilir. Ek olarak, İran destekli silahlı Haşdi Şabigüçlerin sahaya inmesi mevcut göç hareketini başka boyuta taşıyabilir. Türkiye’de yaşayan mültecilerin Halep, Tel Rıfat ve diğer yerlere gönderilmesi de bir başka tartışma konusu.
Peki, Suriyeliler ya da Halepliler Halep’e döner mi?
İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın açıklamasına göre; Türkiye’de geçici koruma kapsamında 2 milyon 938 binSuriyeli yaşıyor. Toplamın içinde 1 milyon 247 bin 432 kişi Halepli. Bakan Yerlikaya, Tel Rıfat ve Halep’te gerekli koşulların sağlanması durumunda Haleplilerin evlerine döneceğini ifade etti. Akabinde birçok gazetede ve televizyon kanalında “dönüş akını” temalı haberler yayınlanmaya başladı.
Türkiye’de yaşayan Suriyeli mülteci aktivistlerle konuştum. Dinlediklerim, görünenden/gösterilenden çok farklı şeyler söylüyor. Notlar halinde aktarayım:
* Türkiye’de yaşayan Halepli mülteciler Sünni Arap ağırlıklı. Fakat bu nüfus sanıldığı gibi radikal İslam’ı esas alan bir yönetim anlayışına sıcak bakmıyor. “HTŞ yönetime gelirse radikal kurallar getirir” diyorlar. Taliban, IŞİD türevi yönetim anlayışını istemiyorlar. Büyük çoğunluk böyle düşünüyor.
* Halepli sivil mülteciler HTŞ ile ÖSO’yu aynı görmüyor. HTŞ onlar için El Nusra’nın, El Kaidenin devamı demek. Zaten çoğu insan 2013-14 Halep muharebesi olarak anılan çatışmalardan kaçmış. Vahşi cinayetleri, toplu katliamları görmüşler. Rejim güçleri kadar HTŞ’ninönceli olan Nusra güçleri de sivillere karşı savaş suçlarına imza atmış. HTŞ’nin varlığı yaşadıkları travmanın yeniden canlanması demek. “HTŞ’ninhâkimiyetindeki bölgelere gitmeyiz” düşüncesi oldukça yaygın.
* Türkiye basınında HTŞ’ye tebrik ya da destek beyanlarına içerleniyorlar. “Hani HTŞ terör örgütüydü, neden Halep’i HTŞ’ye veriyorsunuz” diye soruyorlar. “Bizleri, kesenlere ya da kaçtığımız güçlere nasıl teslim edersiniz” diyorlar. Sahadan HTŞ ve ÖSO (SMO) çatışmasına dair haberler alıyorlar. Bu çatışmanın, Halep’e kim üstün olacak şeklinde büyüyeceğini düşünüyorlar. Bu yüzden geri dönüşü güvenli bulmuyorlar.
* Çeşitli kaynaklara göre; bugüne kadar Suriye’nin kuzeyine, “güvenli bölge” olarak adlandırılan yerlere 600 bin civarında Suriyeli gönderildi. Afrin, Cerablus, Azezgibi yerlerdi bunlar. Görüştüğüm aktivistler çoğu mülteciye baskı eşliğinde “geri dönüş formu”imzalatıldığını belirtiyor. Halepli mülteciler ÖSO yönetimindeki bölgelerin de başarısız olduğunu dile getiriyor. ÖSO hâkimiyetine rağmen bu bölgelerde açlık, yoksulluk ve işsizlik kol geziyor. Altyapı hala çok yetersiz. Gasp, hırsızlık, çete baskısı da buna eklenmiş. On yıllık bir başarısızlıktan söz ediyorlar.
* Halepli mülteciler arasında merkezi kaynakların önemine de vurgu yapılıyor. Yani Şam yönetimiyle bağı kesilmişbir ekonomi, Halep için çöküş demek.
* Türkiye’deki mülteci toplumun en büyük korkusu geriye zorla deport edilmek. Şu ana kadar 200 bin kişinin geçici koruma kimlik belgelerinin yenilenmediğini aktarıyorlar. Daha önce yapılmış bir hazırlık mı var? Kafalarda bu sorular dolaşıyor. Önümüzdeki üç dört ay içinde zorla ve kitlesel bir geri gönderme olacağından kaygı duyuyorlar. Oysa bu durum BM Mülteciler sözleşmesine aykırı. Çünkü geri dönüş için mültecinin rızası şart. Ama yakın dönemdeki geri gönderme pratiklerine uluslararası kurumlar ses çıkarmamış. Endişe dorukta.
* Geri gönderme korkusunu sadece Halepliler taşımıyor. Halepli olmayan Suriyeliler de benzer endişeyi taşıyor. Halepli olmayan birinin Halep’e gönderilmesi ise ne ekonomik ne de sosyolojik olarak kabul gören bir şey.
* Aktarımlara göre; “Halep 83’üncü İlimiz olacak” söylemi Türkiye’deki mülteci toplumunu üzüyor. “Madem Halep vatandır, madem Halepliler vatandaştır o zaman niye 13 yıldır vatandaşlık vermediniz” diye soruyorlar. Türkiye doğumlu çocuklarına dahi vatandaşlık verilmediğini hatırlatıyorlar. Ki, bu durum geri dönmekten çok, çoğunlukla Türkiye’de kalmayı, bir arada yaşamanyı arzu eden bir yaklaşıma işaret ediyor.
* Notlarıma göre; Türkiye’deki Halepliler, kadim Halep kültürüyle yaşamak istiyor. Yani geri dönüşler koşulları oluşursa; demografisi değiştirilmiş, tümüyle Sünni Araplardan oluşan bir şehirde yaşamayı doğru bulmuyorlar. Onlara göre, Kürt, Çerkes, Ermeni, Alevi ya da başka halklardan komşular Halep kültürünün vazgeçilmez parçaları demek. Komşuluk olmadan ticaretin de olacağını düşünmüyorlar. Bu nedenle bin yıllık kadim şehrin ve çoklu yapının korunmasından yanalar.
* Sosyal medyaya yansıyan bir çağrıyı soruyorum; eli silah tutan erkeklerin Suriye’ye gitme çağrısını. Sosyal medya paylaşımlarını doğruluyorlar. Fakat bunlara sıcak bakmıyorlar. Çünkü Türkiye’de sivil mültecilere olan önyargının daha da büyümesinden korkuyorlar. Kalanların Kayseri benzeri şiddet olaylarına maruz kalabileceğini söylüyorlar. Hükümetin bu tip çağrıların önüne geçmesi gerektiğini belirtiyorlar. Ayrıca kimin kime kurşun sıktığı belli olmayan bir savaştan kaçtıkları için, aynı kaosu bir daha yaşamak istemiyorlar.
* İlginçtir, Halepli mültecilerin bir korkusu da İdlip’e dair. Askeri ve siyasi bakımdan İdlip’i kale yapan HTŞ’ningücüne işaret ediyorlar. Rusya’nın İdlip’i vurması ya da ezmesi durumunda büyük göçün yaşanacağını ve kendilerinin de sorun yaşayabileceğini söylüyorlar.
* Peki, çözüm ne? Konuştuğum aktivistler barış, diplomasi, diyalog ve uluslararası çözüm istiyor. BM öncülüğünde, uluslararası toplumun gözetiminde ve yönetiminde bir durum olursa dönüş yolunun açılabileceğini belirtiyorlar. Sadece Halep’te değil bütün Suriye’de çözümün ele alınması gerektiğine işaret ediyorlar.
Sonuç olarak, “dönüş akını” diye bir söylem bugünkü gerçekliği yansıtmıyor. 2011 sonrası “göç akını” diye yerli toplumda oluşturulan korku ve ön yargı duvarı, bu kez “dönüş akını” söylemiyle deportizasyonu ve yine ön yargıyı kışkırtıyor. Bu söylem ayrıca yerli toplumu, başından beri çarpık olan maceracı Suriye dış politikasına bir kez daha yedeklemeyi amaç ediniyor. Mülteciler siyasi, demografik dizaynın enstrümanı olarak görülmemeli. Saha denen şey sadece savaşanlardan ibaret değil. Sosyoloji ve onun öznesi olan insan gerçeğini atlamayalım.
https://enternasyonaldayanisma.org/2024/12/07/suriyeliler-halepe-doner-mi-ercument-akdeniz/
Kapat
Suriye'de başkent Şam'a açılan stratejik önemdeki Humus ilinde ilerleyen silahlı gruplar, kent merkezinin iç kesimlerine ulaştı. Rejim ordusu ...
7 Aralık - Suriye’de savaş ve pazarlıklar kızışıyor (Enternasyonal Dayanışma) Devamı7 Aralık - Suriye’de savaş ve pazarlıklar kızışıyor (Enternasyonal Dayanışma)
Suriye'de başkent Şam'a açılan stratejik önemdeki Humus ilinde ilerleyen silahlı gruplar, kent merkezinin iç kesimlerine ulaştı. Rejim ordusu Humus’tan çekildi. Dera kentinde çatışmalar başladı.
Rejim ordusu, Deyrezzor kenti ve 7 köyün kontrolünü Kuzey Doğu Suriye Özerk Yönetiminin silahlı gücü Suriye Demokratik Güçleri (SDG)'ne bıraktı.
İsrail ordusu, işgal altında tuttuğu Suriye toprağı Golan Tepeleri'ndeki birliklerine takviye yaptığını duyurdu. Rusya Suriye'deki vatandaşlarına 'ülkeyi terk edin' çağrısında bulundu.
Rejim, Humus’tan çekildi
HTŞ öncülüğündeki silahlı gruplar, Halep ve Hama’dan sonra, ülkenin üçüncü büyük kenti Humus’a girdi.
Silahlı gruplar, Rastan ve Telbise ilçe merkezlerini ele geçirdikten sonra, Humus merkezinin batısındaki Vaer Mahallesi’ne girdi ve merkezin iç kesimlerine kadar ilerledi.
Londra merkezli muhalif Suriye İnsan Hakları Gözlemevi (SOHR), Baas rejim ordusu ve müttefiklerinin Humus kentini tamamen boşalttığını ve Humus-Lazkiye yolu üzerinde konuşlandığını açıkladı.
Dera’da çatışmalar başladı. Ürdün, Suriye sınırını kapattı
Ürdün sınırında bulunan ve 2012'de iç ilk silahlı isyanın çıktığı Dera'da, silahlı gruplarla Baas rejim güçleri arasında çatışmalar yaşanıyor. Dera'nın batı kırsalındaki Noa ilçesinde silahlı gruplar, sabah saatlerinde rejim güçlerine ait kontrol noktalarına saldırdı.
Silahlı grupların, Dera'nın batı, doğu ve kuzey kırsalındaki Cize, Semlin ve Gariyye Şarkiyye bölgelerinde de rejim güçlerine ait kontrol noktalarını ele geçirdiği ileri sürüldü. Dera, 2012-2018 yılları arasında muhaliflerin kontrolünde kalmıştı.
Ürdün, mülteci geçişlerini engellemek için Suriye sınırını kapattığını duyurdu.
Deyrizor ve Minbiç’teki gelişmeler
Suriye'nin güneydoğusunda, İran'ın Şam yönetimi ile bağlantısı açısından kritik önem taşıyan ve ABD'nin 900 askerinin bulunduğu Deyrezzor'da yönetim el değiştirdi. Rejim ordusunun 4. ve 17. Tümenleri, Humus kentine destek vermek için Deyrezzor kentinden ve 7 köyden çekildi. Bu yerlerin kontrolü anlaşmalı olarak Kuzey Doğu Suriye Özerk Yönetiminin silahlı gücü olan Suriye Demokratik Güçleri (SDG)'ye bırakıldı.
Deyrezzor Askeri Havaalanı'nın kontrolünün de, SDG'ye bırakıldığı belirtildi. Reuters ajansına konuşan iki güvenlik kaynağı, Deyrezzor'un kent merkezinin de SDG'ye geçtiğini söyledi.
HTŞ'nin rejim güçlerine başlattığı saldırının ardından SDG'nin kontrolündeki Tel Rıfat'ı alan Suriye Milli Ordusu'nun (SMO), Fırat'ın batı kıyısında bulunan Mınbic'deki SDG mevzilerine saldırdığı belirtildi.
Şam’a drone saldırısı iddiası
AA’nın yerel kaynaklardan aktardığına göre Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ), Şam’ın Emevi Meydanı’ndaki Radyo Televizyon binasıyla Savunma Bakanlığı’nın olduğu bölgeye kamikaze dronla saldırdı.
Rejim ordusundan konuya ilişkin açıklama henüz yapılmadı. Öte yandan, Şam’da yoğun silah seslerinin duyulduğu belirtildi.
İran ve Hizbullah kendini toparlayıp Esad’a desteğe hazırlanıyor
Reuters'a konuşan Lübnanlı güvenlik kaynakları, İran'ın desteklediği Hizbullah'ın silahlı grupların stratejik Humus kentini ele geçirmesinin engellenmesi için Suriye'ye "denetleyici güçler" yolladığını söyledi. Suriyeli bir askeri yetkili ve Tahran'a yakın olduğu belirtilen iki bölgesel yetkili de, elit Hizbullah güçlerinin sınırı geçerek Humus'ta konuşlandığını ileri sürdü.
Rusya’dan Türkiye’ye uyarı
Türkiye, Rusya ve İran dışişleri bakanları Astana formatı kapsamında Katar'ın başkenti Doha'da Suriye için Cumartesi günü bir araya gelecek. Toplantı öncesi konuşan Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, daha önce yapılan anlaşmaların, Türkiye'ye İdlib'deki durumu kontrol altına alma ödevi verdiğini söyledi, Doha'daki toplantıda durumu netleştirmeyi umduklarını ifade etti.
Rusya, Suriye'deki vatandaşlarına ülkeyi terk etme çağrısı yaptı. Rusya'nın Şam Büyükelçiliği, "kötüleşen durum nedeniyle Rus vatandaşlarına ticari uçuşlarla Suriye’yi terk etme" çağrısında bulundu.
İsrail sınıra asker konuşlandırdı
İsrail ordusu, silahlı grupların ilerlediği Suriye'deki son gelişmeleri gerekçe göstererek birliklerini sınır boyunca konuşlandırdığını açıkladı. Buna göre, Golan Tepeleri'ndeki hava ve kara kuvvetlerine takviye yapıldı.
https://enternasyonaldayanisma.org/2024/12/07/suriyede-savas-ve-pazarliklar-kizisiyor/
KapatHeyet Tahrir el Şam (HTŞ) öncülüğündeki silahlı gruplar, Baas rejim ordusuna karşı 27 Kasım’da başlattıkları geniş çaplı ...
6 Aralık - Suriye'de HTŞ liderliğindeki silahlı gruplar Hama'ya girdi (Enternasyonal Dayanışma) Devamı6 Aralık - Suriye'de HTŞ liderliğindeki silahlı gruplar Hama'ya girdi (Enternasyonal Dayanışma)
Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) öncülüğündeki silahlı gruplar, Baas rejim ordusuna karşı 27 Kasım’da başlattıkları geniş çaplı saldırıda, Halep’in ardından Hama’ya da girdi. Silahlı grupların Hama’ya girdiği iddialarını önce yalanlayan rejim ordusu, daha sonra “sivillerin hayatını korumak ve şehir çatışmalarını önlemek için” çekildiğini açıkladı.
Böylece rejim ordusu devrimin başladığı 2011 yılından beri Hama’yı ilk kez kaybetmiş oldu. Hama’nın ele geçirilmesiyle HTŞ liderliğindeki silahlı gruplar başkent Şam’a biraz daha yaklaşmış oldu. Hama ve Şam arası 220 kilometre.
Birleşmiş Milletler (BM), son çatışmalarda çoğu savaşçı yüzlerce kişinin öldürüldüğünü, yaklaşık 50 bin kişinin evlerini terk etmek zorunda kaldığını açıkladı.
Göç edenler için acil yardım talep edildi
Halep’in kuzey kırsalından Rakka’ya kaçanların sayısının her gün arttığını bildiren Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi yetkilileri, Birleşmiş Milletler’e (BM) çağrıda bulundu, acil yardım talep etti. 30 binden fazla ailenin “vahim koşullar ile karşı karşıya” kaldığı, yönetimin yeterli desteği sağlama kapasitesinin sınırlı olduğu kaydedildi.
Rakka’nın birçok ilçesinde okulların geçici toplanma alanlarına dönüştürüldüğü belirtildi. Göç yetkililerinden Şeyhmus Ahmed, 120 bin kişinin Suriye’nin kuzeydoğusuna sığınmasının beklendiğini dile getirdi.
Saldırılar nedeniyle Tel Rıfat bölgesinden göç etmek zorunda kalanların araçlarının, silahlı gruplar tarafından çevrildiği öne sürüldü. Çevrilen araçlarda yerinden edilen 15 bin civarında kişi bulunduğu belirtildi.
Kapatİçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, Suriyeli sığınmacılar için ‘KADES benzeri bir uygulama’ yaptıklarını duyurdu.
2025 yılı ...
5 Aralık - Hükümetin göçmen düşmanlığı artıyor: Konum gönderme zorunluluğu (Enternasyonal Dayanışma) Devamı5 Aralık - Hükümetin göçmen düşmanlığı artıyor: Konum gönderme zorunluluğu (Enternasyonal Dayanışma)
İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, Suriyeli sığınmacılar için ‘KADES benzeri bir uygulama’ yaptıklarını duyurdu.
2025 yılı başında uygulamaya geçecek bu kural gereği, göçmenlere devamlı konumlu mesaj gönderme zorunluluğu getiriliyor. Bu kuralı iki defa ihlal edenler sınır dışı edilecek.
Konumlu mesaj göndermeyen kampa gönderilecek
İçişleri Bakanlığı, göçmenlerle ilgili adres güncelleme konusunda, 2025’in ilk haftasından itibaren bildirim yükümlülüğü getirdi. Bu tarihten itibaren göçmenler konumlu mesaj gönderecek, devamlı “Ben buradayım” şeklinde bildirimde bulunacak. Telefonun konumu kapatılmışsa veya bildirim gönderilmediği zaman soruşturma yapılacak. Konum bildirmemeyle ilgili makul bir sebep yoksa 2 kez tekrarlandığında, o göçmen kampa, yani Geri Gönderme Merkezine (GGM) gönderilecek.
Çok sayıda göçmen, kayıtlı olduğu ilde iş bulamadığı için başka bir ile gitmek zorunda kalıyor. Bu uygulama, binlerce göçmenin işten ayrılmasına veya kayıtsız göçmen haline gelmesine neden olacak. Kayıtsız göçmenler çocuklarını okula gönderemiyorlar, sağlık hizmetlerinden yararlanamıyorlar, her türlü adli olayda yakalandıklarında, haklı bile olsalar sınır dışı edilmek üzere GGM’lere gönderiliyorlar.
GGM’lere gönderilen göçmenler, burada ağır işkenceler altında zorla geri dönüş formları imzalatılarak, kaçmak zorunda kaldıkları ülkelerine iade ediliyorlar. Avukatlar çoğu zaman dava açtıkları halde ve yasa gereği dava açıldığında iade işlemlerinin durması gerektiği halde, “gönüllü” olduğu iddia edilerek göçmenler sınır dışı ediliyorlar.
KapatTürkiye kapitalizmi ve sermaye sınıfı, Suriyeli ve diğer ülkelerden gelen göçmen emekçileri örgütsüz olduklarından ucuz ...
2 Aralık - Türkiye’de Suriyeli sığınmacı işçilerin durumu – Mahmut Boyuneğmez (sendika.org) Devamı2 Aralık - Türkiye’de Suriyeli sığınmacı işçilerin durumu – Mahmut Boyuneğmez (sendika.org)
Türkiye kapitalizmi ve sermaye sınıfı, Suriyeli ve diğer ülkelerden gelen göçmen emekçileri örgütsüz olduklarından ucuz işgüçleri olarak vahşice sömürmeye devam etmektedir. Sığınmacı işçilerin insanca yaşam ve iş koşullarına kavuşmaları, çocuklarının eğitim alması için mücadeleye koyulmaları ve ülkemizdeki diğer emekçilerle birlikte örgütlenmeleri gerekmektedir
Sığınmacılarla ilgili istatistiklere güvenmeyenler ya da bu verilere dair şüphe duyanlar şu soruları yanıtlamalıdır: Neden sığınmacılara ilişkin resmi veriler gerçekte olan değerlerin çok üzerinde ya da çok altında olsun? Sayılardan şüphe duymak için ya da onlara güvenmemek için ne neden var? Örneğin enflasyon hesaplamasında düşük bir oran verilmesi, kitleleri yönlendirmede işlevliyken, sığınmacılar konusunda sayılar iddia edildiği gibi az gösteriliyorsa, bunun amacı nedir? Uluslararası göçmenlerle ilgili kuruluşların sayıları da benzer düzeydeyken, neden sığınmacılarla ilgili resmi verilerden şüphe duyulsun ya da bu verilere güven duyulmasın?.. Resmi verilerden şüphe duymak ya da bunlara güvenmemek için bir neden bulunmamaktadır. Öyleyse sığınmacı emekçilerin ne durumda olduğunun bir panoramasını resmi verilere başvurarak, fakat bununla yetinmeyip yapılan ampirik araştırma sonuçlarıyla ortaya koymak yararlı olacaktır.
Göçmenler gittikleri ülkelerin yerli nüfusunun çalışmak istemediği/çalışmayı kabul etmediği ve 3D olarak nitelenen “kirli, tehlikeli ve zor” (dirty, dangerous and difficult) işleri yapmaktadır. Göçmenlerin emek piyasasına katılımda seçenekleri azdır, yoğun emek gerektiren işlerde kendilerine yer bulurlar. Göçmenler daha sadık ve güvenilir, uzun saatler boyunca çalışmaya hazır işçilerdir. Göçmenlerin pazarlık gücünün sınırlı olması, onları emek piyasasının en mahrumiyet içerisindeki üyeleri yapmaktadır. Göçmenler genellikle kayıtdışı ve korunmasız olarak çalışırlar. 1990’lardan günümüze ev içi bakım hizmetleri ve turizm sektörlerinde çalışan göçmenler bir yana bırakıldığında, Türkiye’de diğer göçmenlerin emek yoğun sektörlerde, ücret pazarlığı yapamadan, düşük nitelikli ve geçici işlerde (tarım, inşaat, tekstil ve hizmetlerde) çalıştığı görülmektedir. Geçimlerini sağlamak, kira ve beslenme gibi temel ihtiyaçlarını karşılamak için çoğunlukla Suriyeli mülteci ailelerde yaşı çalışmaya müsait olanların tamamı çalışmak zorunda kalmaktadır.
Türkiye’de 2011 yılından beri Suriye’deki iç savaştan kaçanlar yaşamaktadır. Suriyeli mülteciler Nisan 2014’ten bu yana Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu kapsamında geçici koruma statüsünde bulunmaktadır. 1990’lardan bu yana kitlesel düzensiz göçmen akışıyla karşılaşan ülkeler, göçmenlere doğrudan mülteci statüsü sağlamak yerine geçici koruma statüsü olarak tanımlanan hukuki statüyü kullanma eğilimindeler. Geçici koruma, ağırlayan devletlere daha dar bir sorumluluk yüklemektedir. Türkiye’de sermaye sınıfı için ucuz işgücü arzı oluşturduklarından, sığınmacılar kamplarda uzun süre tutulmamış, halk tabiriyle “etinden sütünden” yararlanmak üzere işgücü piyasasına dahil edilmişlerdir.
Demografik yapıyı ne kadar etkiliyorlar?
Türkiye’de kayıt altına alınmış geçici koruma statüsündeki Suriyeli sayısı 21 Kasım 2024 tarihi itibarıyla 2 milyon 936 bin 252 kişidir. Birleşmiş Milletler Mülteci Örgütü’ne göreyse Türkiye’de 3,2 milyon kayıtlı Suriyeli sığınmacı, 222 bin de diğer uyruklardan göçmen bulunmaktadır. Toplamda 3 milyon 200 bin civarında kayıtlı göçmenin Türkiye’de olduğu anlaşılmaktadır. Türkiye’de yabancı uyruklu olan ve kayıt dışı bulunan kişi sayısının 300 bin ile 2 milyon arasında olduğu tahmin edilmektedir. Ortalama 1 milyon düzensiz göçmen (kayıt dışı sığınmacı) olduğu kabul edildiğinde, Türkiye’deki toplam göçmen sayısının 4,2 milyon civarında olduğu görülmektedir. Hatırlayalım; Kemal Kılıçdaroğlu ve Ümit Özdağ gibi siyasi figürlerin göçmenler için dile getirmiş olduğu sayılar 10 milyon, hatta 13 milyon düzeyindeydi. Bu kişiler toplumumuzda sığınmacılar konusunda yanlış bir algı ve bakış açısı oluşturmaya çalışanlar korosunda yer almıştır.
Suriyeli sığınmacıların Türkiye toplumunun nüfusuna oranı sadece yüzde 3,44 düzeyindedir. Tüm göçmenlerin nüfusa oranı ise yüzde 4,9 olarak hesaplanmaktadır. Suriyeli sığınmacılar ve diğer göçmenlerin toplumumuzdaki oranı budur. Sığınmacılara dönük bir alerji ve negatif hissiyat geliştirmeye neden olacak şekilde “ülkemizin göçmenlerin işgali altında bulunması” durumu söz konusu değildir.
Veriler 2021 yılından buyana sığınmacı Suriyelilerin sayısının azaldığını göstermektedir. Bunun nedenleri, 2016-2024 yılları arasında 715 bini aşkın Suriyelinin ülkesine geri dönmesi, AB ülkelerine kaçak geçişler, geçici koruma statüsünü kaybeden sığınmacıların oluşu (örneğin 6 Şubat depremi nedeniyle evleri yıkılan sığınmacılardan statülerini sürdürmeleri için gerekli olan adres güncellemesini yapamayanlar var), 238 bin 768 Suriyeliye vatandaşlık verilmesidir.
Kamplarda kalan Suriyeli sayısının toplam Suriyeli sayısına oranı yüzde 1,85 olup, Suriyelilerin yüzde 98,15’i şehirlerde yaşamaktadır. En çok Suriyeli sığınmacı barındıran şehir 511 bin 393 kişi ile İstanbul’dur. İstanbul’da Suriyeli sığınmacılar, kent çeperlerindeki yoksul semtlere yerleşmiştir. Semt seçimlerinde akrabalık bağları ve sınıfsal özellikler etkilidir. Kayıtlı Suriyeli sığınmacıların, en yoğun bulundukları ilçe nüfuslarına oranı yüzde 4-9 arasındadır. İstanbul’u 412 bin 153 kişi ile Gaziantep, 243 bin 965 kişi ile Şanlıurfa takip etmektedir. Oran olarak Suriyelilerin en yoğun olduğu şehir ise yüzde 29 ile Kilis’tir. Kilis’te 155 bin 179 Türk vatandaşı ile kayıt altına alınmış 64 bin 105 Suriyeli bulunmaktadır. Suriyeli yoğunluğunda Kilis’i yüzde 16 oranı ile Gaziantep takip etmektedir. Türkiye’de hiçbir ilde Suriyeli sığınmacılar demografik olarak baskın konumda değildir. Başka bir deyişle sığınmacıların, hiçbir ilde nüfus yapısını değiştirecek boyutta bir ağırlığı bulunmamaktadır. Sığınmacılara karşı sınır illerindeki bazı yerelliklerde sığınmacı nüfusun yoğunluğundan kaynaklı hoşnutsuzlukları, tüm ülke genelinde de varmış gibi göstermek bir manipülasyon ve çarpıtmadır.
Nüfus piramidindeki verilerden hareketle yapılan analizlere göre Suriyeli sığınmacıların yıllık ortalama nüfus artış hızı binde 8 civarındadır. Bu artış Türkiye ortalamasının binde 13,9 altındadır. Yeni doğumlarla Suriyeli sığınmacıların nüfusundaki artışın, örneğin 10 yıl sonrasında ülkemizi istila edecek boyutlara ulaşması mümkün görünmemektedir.
Suriyeli sığınmacılar arasında 2017 yılı için yapılan bir çalışmada Türkiye’ye gelmeden önce ülkelerinde aylık geliri 75 dolar ve bunun altında olanların oranı yüzde 83 olarak hesaplanmıştır. Bu oran Suriye’den Türkiye’ye sığınanların önemli ölçüde yoksullar olduğunu göstermektedir.
Sağlık Bakanlığı, AFAD ve DSÖ’nün araştırmasına göre Türkiye’deki 18-69 yaş arasındaki Suriyelilerin ortalama eğitim yılı 8,7’dir. Türkiye’deki Suriyeli nüfus genel olarak lise ve altında eğitime sahiptir.
Türkiye’de 18-69 yaş aralığındaki 5 bin 760 Suriyeli göçmenin örneklemini oluşturduğu bir araştırma kapsamında, Suriyeli erkeklerin yüzde 44,3’ü işçi, yüzde 2,7’si memur olarak çalışmakta, çalışmalarına herhangi bir engel olmamasına ve çalışma isteğinde olmasına rağmen işsiz olan erkeklerin oranı ise yüzde 32 düzeyinde bulunmaktadır. Bu işçiler ağırlıkla vasıfsız işgücüdür. Üstelik Suriye’de aldığı eğitimle ilgili diploması olmasına rağmen Türkiye’de bu diplomaya denklik verilmemesi, vasıflı sığınmacı emekçilerin kendi vasıflarından daha düşük vasıf gerektiren işlerde çalışmaları sonucunu doğurmaktadır. Suriyeli kadınların büyük çoğunluğunu oluşturan yüzde 84,4’lük bir kesimi ev işleriyle uğraşmaktadır/ev kadınıdır. Suriyeli kadınlar çoğunlukla emek yoğun üretim yapan tekstil, hazır giyim ve hizmet sektöründe ya da tarımda kayıt dışı olarak çalışmaktadır. Çalışan ya da iş arayan Suriyeli kadınların önemli bir bölümünü, ülkelerindeki iç savaşta eşini kaybetmiş ve hanenin geçiminden sorumlu olanlar oluşturmaktadır. Bazı illerde evlerinde parça başı dikiş işleri yaparak çalışan kadınlara da rastlanmaktadır.
Türkiye’deki Suriyeli sığınmacıların yüzde 85’inin temel gelir kaynağı çalışarak elde ettikleri ücretlerdir. Suriyeli sığınmacıların çoğunluğu işçi ailelerinden oluşmakta, bir kurum tarafından verilen ayni veya nakdi destek ile geçinmemektedir. Suriyeli sığınmacılara çalışma izni 2016 yılında çıkarılan Yabancıların Çalışma İzinlerine Dair Yönetmelik ile verilmeye başlanmış olup, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın verilerine göre 2023 yılında çalışma izni olan Suriyeli sayısı 108 bin 520’dir. Suriyeli sığınmacı işçilerin çok büyük bir bölümünün kayıt dışı olarak düşük nitelikli işlerde (özellikle tekstil, inşaat ve tarım sektörlerinde) çalıştığı bilinmektedir. 2017 yılında yapılan bir araştırmaya göre yaklaşık 650 bin Suriyeli sığınmacı işçinin kayıt dışı çalıştığı belirtilmektedir. Türkiye’de reel ücretler zaten yüksek enflasyon ile azalmakta ve tüm ücretlerde asgari ücrete doğru bir gerileme yaşanmaktadır. Bunun sığınmacılarla hiçbir ilintisi bulunmamaktadır. Fakat tekstil, inşaat ve tarım sektörlerinde kayıt dışı çalışan sığınmacıların, düşük ücretlerle/yevmiyelerle çalışıp, yerli işçilerle rekabete girdiği görülmektedir.
Yapılan çalışmalarda Suriyeli sığınmacıların oranının nispeten yüksek olduğu illerde, yerli kayıt dışı çalışanların yerini aldıkları yönünde bulgular vardır. Sığınmacıların yoğun olduğu bölgelerde yerli kayıt dışı istihdamın azaldığı, yerli kayıtlı istihdamın fazla etkilenmediği, hatta kısmen arttığı, yerli çalışanların ücretlerinde ise anlamlı bir değişiklik olmadığı bulunmuştur. Fakat bu konu tartışmalıdır. Düşük nitelikli işlerde Türkiyeli ve Suriyeli işçiler arasında rekabetin arttığı, bunun da zaten düşük olan ücretleri baskıladığı yönünde değerlendirmeler bulunmaktadır.
Ortalama gelirleri asgari ücretin altında
Suriyelilerin 2017 yılında Türkiye’deki aylık ortalama kazançlarının 908 TL (229,39 dolar) olduğu tespit edilmiştir. Bu tarih itibari ile Türkiye’deki asgari ücret 354,70 dolara karşılık geldiğinden, Suriyeli işçilerin Türkiye’de asgari ücretin altında ücretlerle çalışmasına rağmen Suriye’deki kazançlarına kıyasla daha fazla gelir elde etmekte oldukları anlaşılmaktadır. Fakat satın alma gücü açısından değerlendirildiğinde ülkelerindekine göre Türkiye’deki artan kazançlarına rağmen Suriyeli ailelerin yüzde 77’sinin temel ihtiyaçlarını karşılayamadığı saptanmıştır. Sığınmacı kadın işçiler genellikle istihdam edildikleri sektörlerde hem yerli kadın işçiler hem de göçmen erkek işçilere göre düşük ücretle çalıştırılmaktadır.
Türkiye işçi sınıfının bir bileşeni olan Suriyeli sığınmacı işçiler, vasıfsızlık, çalışma izinlerinin olmaması ve Türkçe dilinde yetersizlik nedeniyle ağırlıkla kayıt dışı sektörlerde, düzensiz işlerde, kolayca işten çıkarılma tehdidi altında, uzun süreler boyunca, asgari ücretten düşük ücretlerle, kimi durumlarda ücretleri ödenmeyerek ya da patronlarla yaptıkları anlaşmadan daha düşük ücretler ödenerek, en kötü/ölüm ve yaralanma riskine en açık koşullarda (iş güvenliği ve sağlığı tedbirlerinin olmadığı koşullarda), sosyal güvenceden yoksun (sigortalanmadan), sendikaları ve örgütlülükleri olmadan çalışmakta ve yoksulluk içerisinde yaşamaktadır. Yapılan araştırmalar Suriyeli göçmenlerin yerli işçilere göre düşük ücretlerle çalıştırılmasının farklı sektörlerde yaygın bir uygulama olduğunu göstermektedir. Bu çalışma koşullarına sahip işçi sınıfı bölmesine “prekarya” denmektedir. Suriyeli sığınmacı işçiler, Türkiye işçi sınıfının yeni prekaryasını oluşturmaktadır. Ve elbette çalışma koşullarındaki olumsuzluklardan sığınmacılar değil, kapitalistler ile bu koşulların hukuksal ve politik düzenleyicileri sorumludur.
Doğu, Güneydoğu ve Akdeniz bölgelerindeki illerde yaşayan kent yoksulları ve mülksüz halk yanı sıra Suriyeli sığınmacılar, mevsimlik tarım işçiliğinde başat konumdadır. Mevsimlik tarım işçileri çoğu durumda günde 10-12 saat, zor koşullarda çalışmaktadır. Çocuklar ve kadınlar tarımsal ücretli işçiliğin temel aktörleridir. Tarım işçiliği yapan Suriyeli sığınmacılar meslekleri olmadığı ve başka iş bulamadığından bu işleri yapmaktadır. Düşük günlük ücretlerin olduğu tarım sektöründe kazançlarını artırmanın ve kalabalık aileleri geçindirmenin yolu, aile ve akrabaların çocuklarla birlikte çalışmasıdır. Suriyeli sığınmacılar özellikle Adana-Mersin-Şanlıurfa-Gaziantep bölgesinde tarımda yaygın olarak çalışmaktadır.
Kayıt dışılığın yaygın olduğu tekstil sektöründe düşük ücretler, güvencesizlik ve yüksek çalışma saatleri bulunmaktadır. Küçük ve orta ölçekli tekstil firmaları, uluslararası büyük tekellerin tedarikçisidir ve kendilerinin de fason alt tedarikçileri bulunmaktadır. Böylelikle bu uluslararası tekeller tedarikçi firmalarda kayıt dışı çalışan ucuz işgücünün aşırı sömürüsü üzerinden emperyalist payını almaktadır. İstanbul’daki tekstil işçileri arasında yapılan bir araştırmaya göre, işçilerin ancak yüzde 2,3’ü haftada yasal çalışma süresi olan 45 saat çalıştığını ifade etmiştir. İşçilerin yüzde 14,26’sı haftada 46-50 saat, yüzde 32,17’si haftada 51-55 saat, yüzde 19,73’ü haftada 56-60 saat, yüzde 16,58’i haftada 61-65 saat, yüzde 14,93’ü ise haftada 65 saatten fazla çalışmaktadır. Yerli ve sığınmacı tüm işçilerin 3’te 1’inin ücreti asgari ücretin altındayken, Suriyeli tüm işçilerin yaklaşık yarısı, Suriyeli sığınmacı kadın işçilerinse tamamı asgari ücretin altında çalışmaktadır. Yerli işçiler arasında asgari ücretin altındaki bir ücretle çalışan işçiler yaklaşık yüzde 20’lik bir orandadır. Sigortasız ve kayıt dışı çalışmanın yaygın olduğu sektörde işçiler hem cinsiyet hem de Türkiyeli/Suriyeli olmak bakımından ayrışmakta ve emek piyasasının en üstünde Türkiyeli erkek işçiler, ikinci seviyede Türkiyeli kadın işçiler, üçüncü seviyede Suriyeli erkek işçiler, ücret skalasının en altında ise Suriyeli kadın işçiler yer almaktadır. İstanbul’da tekstil sektöründeki Suriyeli işçilerin yüzde 98,6’sı kirada oturmakta, bu konutlarda işçilerin yüzde 54’ü 7’den fazla kişiyle birlikte yaşamaktadır, öyle ki 10’den fazla kişiyle birlikte yaşayan işçilerin oranının yaklaşık yüzde 26 düzeyinde olduğu saptanmıştır.
Gelişmekte olan ülkelerde inşaat işçilerinin önemli bir kısmı kırdan kente göç eden birinci kuşak işçilerden oluşmaktadır. Türkiye’de inşaat işgücü piyasasının sayısal olarak önemli bir kısmını Kürt işçilerin oluşturduğu tahmin edilmektedir. Taşeronlaşma düşük ücret karşılığında çalışmaya razı, daha hızlı çalışabilecek, iş güvenliği önlemlerinin alınmadığı ortamlarda çalışmaya itiraz etmeyecek işçileri inşaat sektörüne dahil etmektedir. Suriyeli işçilerin daha düşük ücretle çalışmaları, daha uzun saatler boyunca çalıştırılmaları, sosyal güvencelerinin olmaması gibi etkenler taşeronların yerli işçiler yerine Suriyeli göçmen işçileri çalıştırmayı tercih edebilmelerine neden olmaktadır. Amaçlanan sömürü oranını artırmaktır. Suriyeli sığınmacı işçiler inşaat sektörüne dahil oldukları yerlerde işçiler arasındaki rekabeti artırmıştır.
400 bin Suriyeli çocuk okula gitmiyor
Geçici koruma altındaki Suriyelilerin yaklaşık 1 milyon 124 bin 353’ü zorunlu eğitim çağındaki çocuklardır. 2021’in Kasım ayı itibariyle okul çağındaki Suriyeli çocukların yüzde 65’i devlet okullarına devam etmektedir. Yaklaşık olarak 400 bin Suriyeli çocuk okul dışındadır. 2020-21 eğitim yılı için ilk ve ortaokul düzeyinde okullaşma neredeyse yüzde 80 iken, lise düzeyinde okula gitme oranı yüzde 39 düzeyindedir (yerlilerde yaklaşık yüzde 85). Okula gitmeyen sığınmacı çocuklar ya ev içi işlerde çalışmakta (özellikle kız çocuklar) ya da ailelerinin yoksul olması yüzünden gelir sağlamak amacıyla çocuk işçi olarak çalışmak zorunda kalmaktadır. Suriyeli çocuk ve gençlerin ailelerinin gelirini artırmak amacıyla düşük ücretler karşılığında yevmiye usulü çalışmak zorunda oldukları bilinmektedir. Sığınmacı çocukların çalışma yaşının 6’ya kadar düştüğü saptanmıştır. 15-17 yaşındaki Suriyeli sığınmacı erkek çocukların yüzde 48’i ücretli bir işte çalışmaktadır. Bu oran, savaş öncesi Suriye’deki orandan (yüzde 29) çok daha yüksektir. Sığınmacı çocukların hakkı olan eğitimden mahrum kalmaları ve çocuk işçi olmaları, büyük bir sorundur. Tıpkı zorunlu eğitim çağında olan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı çocukların yüzde 3,9’unun, yani yaklaşık 612 bin 814 çocuğun eğitim dışında bulunması gibi.
Sığınmacı çocuk işçiler sanayide tekstil ya da ayakkabı atölyelerinde, araba tamirhanelerinde, hizmet sektöründe ya da sokaklarda çok düşük ücretlerle/kazançlarla, 12 saate varan çalışma süreleri boyunca çalışmaktadır. Yerli küçük atölyelerde olduğu kadar, dünyaca ünlü markaların/uluslararası firmaların tedarikçilerine ait fabrikalarda da bu çocuklar, erişkin Suriyeli sığınmacılarla birlikte iliğine kadar vampir sermayedarlar tarafından sömürülmektedir. Suriyeli sığınmacı çocukların işçilik yapmasının temel nedeni ailelerinin yoksulluğudur.
İstanbul’da 12-24 yaş arası Suriyeli genç ve çocuklar arasında yapılan bir araştırmada, bu insanların karşılaştıkları sorunların eğitime devam edememe, çalışacak iş bulamama, Türkçe konuşamama, yoksulluk, sömürü, ayrımcılık ve sosyal hizmetlere sınırlı erişim olduğu saptanmıştır.
Suriyeliler suç oranını artırıyor mu?
Emperyalist ülkelerin vekil savaşından/ülkelerindeki iç savaştan kaçıp, ülkemize sığınmış Suriyelilerin yüzde 74’ünü (2 milyon 291 bin 126 kişi) kadın ve çocuklar oluşturmaktadır. 18 yaş altında olanların/çocukların Suriyeli sığınmacılar içerisindeki payı yüzde 50’dir. Kadınlarda ve çocuklardaki suç oranlarının, erkeklerdekine göre düşük olduğu bilinmektedir. Resmi rakamlara göre sığınmacıların suç oranı 2014 yılından itibaren 2022 yılına kadar yüzde 1,32 düzeyindedir. Buna göre Suriyeli sığınmacılar arasında 100 binde 1320 kişi suç işlemektedir. 2021 yılında Türkiye’de 3 milyon 290 bin 195 ceza davası açılmış, bunların 2 milyon 529 bin 492’sinde (yüzde 50,6) mahkûmiyet kararı verilmiştir. Dolayısıyla Türkiye’de 100 bin kişiden 2984 kişinin mahkûmiyetle sonuçlanmış suçu bulunmaktadır. Öyleyse sığınmacıların suç oranlarını artırdığı ve daha çok suç işledikleri düşüncesi, yanlıştır. 2022 yılında yayınlanan bir araştırma da Suriyelilerin suç istatistiklerine anlamlı bir etkisi olmadığını göstermiştir. Ayrıca bir çalışmada “son 5 yıl içinde bir Suriyeliden zarar gördünüz mü?” şeklinde sorulmuş, katılımcılardan yüzde 11,4’ü bizzat kendisinin, yüzde 6,8’si ailesinin zarar gördüğünü belirtirken, yüzde 30,8’i duyumlara dayalı olarak çevresindekilerin zarar gördüğünü ifade etmiştir. Suriyeli sığınmacılardan kendisinin ya da ailesinin zarar görmediğini belirtenlerin oranı kabaca 10’da 9’düzeyinde olup, Suriyelilerin suçlara daha fazla karıştıkları iddiası bir “şehir efsanesi”dir.
Suriyeli göçmenlerin ekonomik etkisi sonucu Türkiye gayri safi yurtiçi hasılasının (GSYİH) kısa dönemde yüzde 2, uzun dönemde yüzde 4 artması beklenmektedir. Bu oranların oldukça düşük olması, Suriyeli sığınmacıların sömürüsü üzerinden ortaya çıkan değer büyüklüğünün çok fazla olmadığını göstermektedir. Fakat kayıt dışı sektörde sığınmacılar üzerindeki sömürü derecesinin (artık-değer oranının) yüksek olması, patronların iştahını kabartmakta, ellerini ovuşturmaktadır.
Suriyeli sığınmacıların çoğunluğunun ülkemize geliş nedeninin zorunluluktan kaynaklandığı, emperyalist ülke devletlerinin Suriye’de yürüttükleri vekalet savaşı nedeniyle ülkelerini terk etmek zorunda kaldıkları bilinmektedir. Türk-İş’in 2020 yılı başlarında yayınlanan araştırmasına göre, savaş nedeniyle sığınmacılar arasında her iki evden birinde bir kişi ölmüş ve Suriyelilerin yüzde 76,5’i can güvenliği nedeniyle Türkiye’ye gelmiştir. Suriye’de iç savaşın son bulması ve Suriyeli sığınmacıların büyük çoğunluğunun ülkelerine dönmesi yakın-orta vadede mümkün görünmemektedir. Türkiye kapitalizmi ve sermaye sınıfı, Suriyeli ve diğer ülkelerden gelen göçmen emekçileri örgütsüz olduklarından ucuz işgüçleri olarak vahşice sömürmeye devam etmektedir. Sığınmacı işçilerin insanca yaşam ve iş koşullarına kavuşmaları, çocuklarının eğitim alması için mücadeleye koyulmaları ve ülkemizdeki diğer emekçilerle birlikte örgütlenmeleri gerekmektedir.
Notlar:
- Ocak 2016 tarihinde geçici koruma altındaki Suriyelilere çalışma izni hakkı tanınmıştır. Yasal düzenlemeye göre çalışma izni başvurusunu patron yapmakta ve yıllık çalışma izni harcını yatırmaktadır. Çalışma izni olan Suriyelilerin en az asgari ücret alması gerekir. Çalışma iznine sahip olabilmek için geçici koruma altındaki Suriyelinin en az 6 ay kayıtlı olması gereklidir ve işçiler ancak kayıtlı olduğu ilde çalışma hakkına sahiptir. Bir işyerinde çalışan Suriyeli sayısı toplam çalışanın yüzde 10’unu geçmemelidir (Çalışma İzni Yönetmeliği, 2016). Bu düzenleme ve patronların kârlarını artırma isteği, sığınmacıların kayıt dışı, eş deyişle yasal olmayan çalışmasını getirmektedir. Sigortasız, düşük ücretlerle ve uzun saatler boyunca…
- Prekarya, işçi sınıfının en alttaki bölmesi olup, çalışma hayatında istihdam güvencesi, iş güvencesi, çalışma güvenliği, vasıfların yeniden üretiminin güvencesi, gelir güvencesi gibi çeşitli güvencelerden yoksun olanlardan oluşmaktadır.
- Kayıt dışı ekonomi yasal ürün ve hizmetlerin kamu otoritesinin bilgisi dışında üretilmesidir. Ya işyeri kayıt dışıdır, devlete kaydı yapılmamıştır ya da işyeri ve işyerindeki bazı çalışanlar kayıtlıyken diğer çalışanların kaydı yapılmamıştır. Patronların bir hilesi olarak “elden ödemeler” de kayıt dışıdır. Bu durumda işçilerin yasal, kayıtlı ücreti gerçek ücretlerinin altında gösterilmekte ve patronlar bu sayede daha az prim ödemektedir. Türkiye’de ekonominin yaklaşık 1/3’ü kayıt dışıdır.
Kaynaklar:
- https://www.goc.gov.tr/gecici-koruma5638
- https://www.unhcr.org/tr/turkiyedeki-multeciler-ve-siginmacilar
- https://teyit.org/dosya/turkiyedeki-siginmaci-sayisi-veriler-ne-soyluyor
- https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1129860
- https://www.calismatoplum.org/wp-content/uploads/2024/05/cvt_2018_56-2.pdf
- https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1439333
- https://www.csgb.gov.tr/istatistikler/calisma-hayati-istatistikleri/resmi-istatistik-programi/calisma-izin-istatistikleri/
- https://users.metu.edu.tr/etaymaz/gocun_ekonomisi.html
- https://www.unicef.org/turkiye/media/15891/file/TyüzdeC3yüzde9CRKyüzdeC4yüzdeB0YEyüzdeE2yüzde80yüzde99DEyüzde20GEyüzdeC3yüzde87yüzdeC4yüzdeB0CyüzdeC4yüzdeB0yüzde20KORUMAyüzde20ALTINDAyüzde20OLANyüzde20SURyüzdeC4yüzdeB0YELyüzdeC4yüzdeB0yüzde20yüzdeC3yüzde87OCUKLARAyüzde20YyüzdeC3yüzde96NELyüzdeC4yüzdeB0Kyüzde20EyüzdeC4yüzde9EyüzdeC4yüzdeB0TyüzdeC4yüzdeB0Myüzde20MyüzdeC3yüzde9CDAHALESyüzdeC4yüzdeB0NyüzdeC4yüzdeB0Nyüzde20BELGELENDyüzdeC4yüzdeB0RyüzdeC4yüzdeB0LMESyüzdeC4yüzdeB0yüzde20yüzdeE2yüzde80yüzde93yüzde20NyüzdeC4yüzdeB0HAyüzdeC4yüzdeB0yüzde20RAPOR.pdf
- https://www.egitimreformugirisimi.org/egitim-izleme-raporu-2024/
- https://multeciler.org.tr/turkiyedeki-suriyeli-sayisi/
- https://t24.com.tr/haber/turkiye-de-suc-oranlari-artiyor,1057612
- https://archive.md/ADHql
- Suriyeliler Barometresi 2020
- http://kutuphane.turkis.org.tr/cgi-bin/koha/opac-retrieve-file.pl?id=be422972aeb357a219acec109d0bae20
- https://www.bbc.com/turkce/articles/cn9dqn9eldpo#:~:text=Suriyelilerinyüzde20belirliyüzde20yerlereyüzde20yoyüzdeC4yüzde9FunlayüzdeC5yüzde9FmasyüzdeC4yüzdeB1nyüzdeC4yüzdeB1yüzde20engellemeye,sonucuyüzde20olarakyüzde20Suriyelilerinyüzde20sayyüzdeC4yüzdeB1syüzdeC4yüzdeB1yüzde20azalyüzdeC4yüzdeB1yor.
- https://calismaortami.fisek.org.tr/icerik/gocmen-isciler-neden-orgutlenmeli-nasil-orgutlenmeli/
https://sendika.org/2024/12/turkiyede-suriyeli-siginmaci-iscilerin-durumu-715871
KapatKayseri Geri Gönderme Merkezi’nde koşullar giderek ağırlaşıyor. Son bir haftadır 22’den fazla aile merkeze alınmış durumda. Bu ailelerden ...
2 Aralık - Kayseri Geri Gönderme Merkezi’nde göçmenler açlık grevine başladı – Zaid Faraman Devamı2 Aralık - Kayseri Geri Gönderme Merkezi’nde göçmenler açlık grevine başladı – Zaid Faraman
Kayseri Geri Gönderme Merkezi’nde koşullar giderek ağırlaşıyor. Son bir haftadır 22’den fazla aile merkeze alınmış durumda. Bu ailelerden bazılarında, örneğin ailenin babasının geçmişte bir mahkeme kaydı olması gibi nedenlerle, dosyası kapanmış olmasına rağmen GGM’ye getirildiği ifade ediliyor.
Şu anda GGM’de yaklaşık 1300 kişi bulunuyor ve insani koşulların iyileştirilmesini talep eden yaklaşık 1000 kişinin açlık grevine katıldığı belirtiliyor. Son aldığımız bilgilere göre, grevdeki kişiler sabahtan beri hiçbir şey yememiş.
Kadınlar ve çocukların da bu durumdan etkilenmesi, yaşanan mağduriyetleri daha da derinleştiriyor. Soğuk hava, sıcak suyun olmaması ve temel ihtiyaçların karşılanamaması gibi sorunlarla boğuşan insanların bu grevle seslerini duyurmaya çalıştıkları açıkça görülüyor. Bu çağrıya kulak verilmesi ve acil adımlar atılması büyük önem taşıyor.
KapatYetkin Düşünce dergisi olarak, 28. Sayımızda, insanlık tarihini derinden etkileyen ve günümüz dünyasını şekillendiren göçleri ...
1 Aralık - Yetkin Düşünce dergisi yeni sayısında Göç konusunu masaya yatırdı (Yetkin Düşünce) Devamı1 Aralık - Yetkin Düşünce dergisi yeni sayısında Göç konusunu masaya yatırdı (Yetkin Düşünce)
Yetkin Düşünce dergisi olarak, 28. Sayımızda, insanlık tarihini derinden etkileyen ve günümüz dünyasını şekillendiren göçleri konu aldık.
Son yıllarda yaşanan siyasi krizler, iç savaşlar ve devletlerarası çatışmalarla tetiklenen göçler, toplumların demografisi başta olmak üzere sosyo-kültürel ve ekonomik yapısını yeniden tanzim ediyor.
Ortadoğu’da gelişen Arap Baharı’nın Suriye’yi de içine alması ile büyüyen siyasi istikrarsızlık ve savaş ortamı, yüzbinlerce can kaybının yaşandığı ve milyonlarca insanın yerinden edildiği bir krize dönüşmüş durumda.
Daha iyi bir hayata tutunabilmek için yurtlarından çıkıp farklı ülkelere sığınan milyonlarca Suriyelinin yöneldiği ülkelerin başında ise Türkiye geliyor.
Biz de bu çerçevede 2011’den bu yana süregelen ve ülke gündeminde hararetli tartışmalara konu olan Suriyeli göçünü popülist ve manipülatif söylemlerden uzak, çok yönlü ve veri temelli bir yaklaşımla masaya yatırıyoruz.
Türkiye’deki göçmenlerle ilgili toplumun nabzını tutan, “Suriyeliler Barometresi” başta olmak üzere ulusal ve uluslararası ölçekte birçok çalışması ile kamuoyunun yakından tanıdığı Prof. Dr. M. Murat Erdoğan ile Türkiye’deki Suriyeliler odağında gerçekleştirdiğimiz söyleşi ile sizleri baş başa bırakıyoruz.
Dergide yayınlanan diğer göç yazıları:
Göç: Söylem ve Gerçeklik - Mustafa Tekin, Prof. Dr. / İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
İlk Taşı Göçmen Olmayanımız Atsın! - Yusuf ADIGÜZEL
Göçmen ve Uyum Denilince Ne Anlamalıyız? - Betül OK ŞEHİTOĞLU
Suriyeliler Geçici mi Kalıcı mı? - Rukiye GÜLERCE
Nefret Söyleminin Siyaset Dilini İşgali: Zafer Partisi ve Ümit Özdağ Örneği - İrem TOSUN
Türkiye’de Zorunlu Göç Ve Sosyal Uyum - Hakan GÜLERCE
Göç Epistemolojisi ve Ekonomisi Üzerine Post-kolonyalist Bir Analiz - Muhammet Özdemir, Yrd. Doç. Dr./ İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi
Göçmen Çocuk İşçiliği ve Yoksulluk Çıkmazı: Sosyal Adalet Üzerine Bir Analiz - Rümeysa Betül GÜNDÜZ
Avrupa’da Göçün Getirdiği Kutuplaşma ve Merkez Siyasetin Yeniden Yapılandırılması - Soner TAUSCHER
Avrupa`daki Aşırı Sağ ve Popülist Partilerin Göç Söylemleri - Kadir Canatan, Prof. Dr./Sabahattin Zaim Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi
Aydınlanma/Modernizm ve Dinler Tarihi Açısından Göç ve Göçmen Olgusu - Mehmet Yaşar Soyalan
Ulusal Sınır, Ümmet ve Suriyeli Göçmenler - Hülya ŞEKERCİ
Göçün Mekânsal Boyutunun Sosyopsikolojik Göz Ardıllığı - Ali Öner
Göçmenler ve Yerleşikler: Hüsranda Olan Kim? - Mahmut KAYA
Bir Mazur Olma Ve Maruz Kalma Sarmalı: Göç Olgusu - Cevdet IŞIK
Garibin Gurbeti ve Göçün Hüzünlü Hikâyesi -İnsanın Kendini Arayışına Romantik Bir Bakış- Ahmet Keleş
Prof. Dr./ Dicle Üniversitesi
http://www.yetkindusunce.com/dergi/sayi-28-goc.html
Kapat
Halkların Köprüsü Derneği, İzmir’de Göçmen ve Mültecilerle Dayanışma Sempozyumu düzenledi.
Alsancak’ta bulunan ...
30 Kasım - İzmir'de Göçmen ve Mültecilerle Dayanışma Sempozyumu: 'Yardımlaşmaya değil dayanışmaya inanıyoruz' Devamı30 Kasım - İzmir'de Göçmen ve Mültecilerle Dayanışma Sempozyumu: 'Yardımlaşmaya değil dayanışmaya inanıyoruz'
Halkların Köprüsü Derneği, İzmir’de Göçmen ve Mültecilerle Dayanışma Sempozyumu düzenledi.
Alsancak’ta bulunan Fransız Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen sempozyumda açılış konuşmasını yapan Halkların Köprüsü Derneği Başkanı Nuray Pehlivan, 10 yıldır Suriyeliler dışında Iraklılar, Afganlar ve pek çok başka ülkeden yaklaşık 5 milyon, kimilerine göre ise 10 milyon göçmen ve mülteci ile birlikte yaşadığımızı hatırlattı.
"Çok iyi biliyoruz ki artık geri dönme olasılıkları yok, artık 'misafir' değiller" diyen Pehlivan, Türkiye'ye gelişleri üzerinden bu kadar uzun yıllar geçmesine rağmen hâlâ yasal entegrasyon sürecinin başlamamış olmasının toplumdaki kutuplaştırmayı da arttırmış durumda olduğunu söyledi.
'KAMUSAL DOSTLUK YOLUNDA ÖNEMLİ BİR ADIM OLMASINI DİLİYORUZ'
Göçmen ve mülteci sayısının giderek artmasıyla birlikte, onlara yönelik algı ve tutumların da giderek olumsuz bir hal almaya başladığını söyleyen Pehlivan, "Başta devletin olmak üzere bütün toplumun mültecilerle birlikte yaşamı yeniden inşa etmek için harekete geçmesi lazım. Bu bağlamda her fikre ve açık tartışma ortamlarına ihtiyacımız var. İşte Halkların Köprüsü Derneği olarak günümüzde giderek artan göçmen düşmanlığına karşı farkındalık yaratmak ve çözüm yolları üretmek amacıyla düzenlediğimiz bu sempozyumda da amacımız dayanışmanın önemine vurgu yapmak, onların maruz kaldığı ırkçılık ve ayrımcılık gibi sorunlara dikkat çekmek. Hepinizi tekrar selamlıyor bu sempozyumun da derneğimizin kurulduğu ilk yıllardan bu yana inşa etmeye çalıştığımız kamusal dostluk yolunda önemli bir adım olmasını diliyoruz" ifadelerini kullandı.
'YARDIMLAŞMAYA DEĞİL DAYANIŞMAYA İNANIYORUZ'
Sempozyum, oturum başkanlığını Cem Terzi’nin yaptığı Rıza Türmen’in "Uluslararası hukuk bağlamında Türkiye’nin göçmen ve mülteci politikası" sunumuyla başladı.
Açılış oturumunda çerçeve sunum yapan Terzi, Halkların Köprüsü Derneği’nin bir mülteci derneği olmadığını halklar arasında kamusal bir dostluk yaratmak için yola çıktıklarını söyledi. Yüzbinlerce mülteci ile temas ettiklerini belirten Terzi, ağırlıkla acil sağlık sorunlarını gidermek için çalıştıklarını dile getirdi.
Derneği hiçbir devlet, kurum ve kuruluşlardan yardım kabul etmediğini, fon kullanmadığını ifade eden Terzi, üye ve gönüllülerin aidat ve bağışları ile çalışma yürüttüklerini aktardı. Derneğin faaliyetlerine değinen Terzi, "Biz yardımlaşmaya değil dayanışmaya inanıyoruz" dedi.
Birleşmiş Milletler verilerine göre 126 milyon mülteci olduğunu söyleyen Terzi, Suriyeliler ile başlayan göç dalgasının Afganlarla devam ettiğini hatırlattı.
Mültecilerin ucuz iş gücü olarak günde 15 saat kayıtsız olarak çalıştırıldığını ifade eden Terzi, "Bu mesele ‘sizi göndeririz’ diye halledilecek bir mesele değil. Biz bu meseleye küresel çapta bakmazsak, bunun altında yatan nedenin bitmeyen savaşlar olduğunu, çok uluslu şirketlerle bu ülkeleri sömürdüklerini, göçmenliği ucuz işçi olarak kullandıklarını anlamazsak ve buna yönelik sınıfsal anti emperyalist, anti militarist bir başkaldırı gerçekleştirmezsek Türkiye tabi ki mülteci ülkesi olacak. AB ile yapılan geri gönderme anlaşması Türkiye’nin açık hava hapishanesi olarak kiralanması demektir. Buradaki göçmen emeğini Türkiye patronlarına sunarak onları ucuz emek olarak kullanmakta, hükümet bundan kazanç sağlamakta" diye konuştu.
'GÖÇÜN TEMELİNDE SÖMÜRGECİLİĞİN YATTIĞI UNUTULUYOR'
Rıza Türmen, mülteciler konusunda dünyada yaşanan durumu anlatarak, "Mültecileri öldürmek, yaşam haklarını ellerinden almak bir suç değildir. Denizde devrilen teknede boğulan onlarca mülteci kimsenin umurunda değildir. Buna göz yummak da suç değildir. Soruşturma konusu bile olmaz. Böyle bir dünyada yaşıyoruz. Bunlar olup biterken bu göçün temelinde sömürgeciliğin yattığı unutuluyor. Sömürgecilik bu toplumların dokusunu bozmuştur. Bugün bu toplumlar geri kalmışsa ve göçe zorlanıyorlarsa bunda sömürgeciliğin payı vardır" dedi.
Batı ülkelerinin sınırları kapatma ve mültecilerin gelmesini önleyecek önlemler alma yolunda olduğunu ifade eden Türmen, Terzi’nin de belirttiği gibi sığınmacı ile göçmen arasındaki ayrımların yapay ayrımlar olduğunu dile getirdi.
Türkiye’de giderek yükselen bir göçmen karşıtlığı olduğunu kaydeden Türmen; işsizlik, enflasyon, ekonomik kriz yükseldikçe göçmen karşıtlığının yükseldiğini ifade etti.
Nüfusunun yüzde 80’inin göçmenlerin geri gönderilmesini istediğini söyleyen Türmen, çözüm önerilerine değinerek, "Beraber yaşamayı sağlayacak koşulları yaratmamız gerekir. Bu insanları göçe zorlayan uluslararası koşulları değiştirmek gerekir" dedi.
'BUGÜN GÖÇMENLERE REVA GÖRÜLEN YARIN BİZLERE, ÇOCUKLARIMIZA REVA GÖRÜLECEK'
Zeynep Altın başkanlığında gerçekleşen ikinci oturumda konuşan akademisyen Pınar Bedirhanoğlu, "kapitalizmin başından beri bir felaket olduğunu" söyleyerek kapitalizmin tarihsel gelişimi içinde devletin gelişimini anlattı.
1980’lerden beri neoliberal dönüşümlerle devletin sermaye yanlısı olarak şekillendiği noktasında tartışmalar yapıldığını belirten Bedirhanoğlu, yakın zamanda Türkiye’de köklü ve sert değişimler yaşandığını ifade etti.
Bu değişimin AK Parti iktidarı üzerinden tartışıldığını dile getiren Bedirhanoğlu, "Bugün yaşadığımız şeyin kapitalizmin uzun dönemli cumhuriyetçi parantezinin kapanması olduğunu düşünüyorum. Kağıt üzerinde olanların ortadan kalkacağı çıplak gerçeklikle karşı karşıya kalacağımız gerçekliğidir. Göçmenlere bugün reva görülenin yarın bizlere, çocuklarımıza reva görülecek gerçeklik olduğunu bilerek mücadele etmek gerekiyor. Göçmenlerin yaşadığının yarın kendi yaşayacağımız hayat olduğunu düşünerek mücadele etmemiz gerektiğini düşünüyorum" diye konuştu.
'GÖÇMEN EMEĞİNİ VAHŞİ KAPİTALİZMİN İÇİNDE ETKİNLEŞTİRME POLİTİKALARI SÜRÜYOR'
Gazeteci Bahadır Özgür ise göçün çok farklı boyutları olan bir tartışma konusu olduğunun altını çizerek, "İş gücünün yeniden üretiminin mülksüzleştirme yoluyla gerçekleştirdiğini söylemiştik. Bu bir nüfus teorisini ortaya çıkarır. Artık nüfus diye bir şey vardır. Nüfus bir noktadan sonra artık kendini yeniden üretebilir bir noktaya erişiyor. Ondan daha fazla artmıyor. Yeni iş gücü devşirmek için mülteci aşısı yapmanız lazım" dedi ve şöyle devam etti:
"2010’lardan sonra kendi nüfus içerisinden bir artık nüfus yarattı. Nüfus içinden siyasal zorla bir iş gücü devşirme yoluna gitti. Bunun yetmediği yerde göçmen emeğini koydu. Göçmen emeğini Türkiye’nin vahşi kapitalizmi içinde etkinleştirme politikaları da sürüyor."
'İKLİM KRİZİNE BAĞLI ETMENLER MÜLTECİ SAYISININ ARTMASINDA ETKİLİ'
Çiler Çilingiroğlu, iklim adaletsizliğinin iklim krizi ile birleştiğinde göç durumunun ortaya çıktığını söyledi. İklim mültecisi olma durumuna ilişkin dünyadaki rakamları ve istatistikleri paylaşan Çilingiroğlu, endüstri devriminden sonra atmosferin ısınmasının ivme kazandığını dile getirdi.
Bunun fosil yakıtlar ve endüstriyel tarıma olan bağımlılık nedeniyle ortaya çıktığını belirten Çilingiroğlu, gelinen aşamada dünyanın olmaması gereken noktada ısındığını kaydetti.
BM’nin iklim krizini risk çarpanı olarak tanımladığına dikkat çeken Çilingiroğlu, "Dünyanın en yoksul ülkeleri emisyonların çok çok azını üretirken, krizi finanse etme durumları olmadığı için kayıpları en yüksek olanlardır" dedi.
İltica başvuruları ile iklim krizi arasında ilişki kurulup kurulamayacağına dair yapılan araştırmaya değinen Çilingiroğlu, "İklim ve iklim krizine bağlı etkenler, mülteci sayısının artmasında yeni bir girdi olarak karşımızdadır" şeklinde konuştu.
'İKLİM MÜLTECİSİ TANIMI EKSİKLİK OLARAK KARŞIMIZDA'
Dünyada "iklim mültecisi" tanımının olmadığını ifade eden Çilingiroğlu, "Uluslararası hukuk iklim mültecisi diye bir şey tanımlamamış. Bu büyük bir eksiklik olarak karşımızda. Dünyada milyonlarca insan iklim nedeniyle hareket halinde ama başka bir ülkeye göç ettiğinde mülteci olarak karşılanmıyor. ‘Ülkemde hayati tehlikem var’ demesi gerekiyor. İklim nedeniyle göç edildiğinde ise iklim mültecisi diye bir hak uluslararası mevzuatta tanımlanmamış" ifadelerini kullandı.
Kadın göçmenler ile ilgili duruma da değinen Çilingiroğlu, 135 milyona yakın kadın göçmenin hareket halinde olduğunu söyledi.
Kadın göçmenlerin ekstra dezavantajlı olduğunu ve birçok ihlale maruz kaldığını belirten Çilingiroğlu, "Erkeklere oranla cinsel saldırı, şiddet, taciz, tehdit, korkutma, insan kaçakçılığı, seks işçiliğine maruz kalma olasılıkları çok yüksek. Eşcinsel kadınların eşcinselliğini kanıtlanması gibi bir durum var. Bunun örnekleri de var. Kadın mülteciler üzerinde bunun da uygulandığını biliyoruz" diye konuştu.
SONUÇ BİLDİRGESİ: GÖÇMEN HAKLARI EVRENSEL OLARAK TANINMALIDIR
Kısa bir öğle arasından sonra ise oturum başkanlığını Ebru Tekin’in yaptığı Polat Alpman, Ayşe Hür ve Nilgün Toker’in sunumlarıyla "Göç Politikaları ve İnsan Hakları" oturumu, yine oturum başkanlığını Osman Çakar’ın yaptığı Levent Ayaşoglu, Ercüment Akdeniz, Melek Göregenli’nin sunumlarıyla "Göç, emek ev birlikte yaşam" oturumuyla sempozyum tamamlandı.
Oturumların ardından Emel Yuvayapan tarafından sempozyumun sonuç bildirgesi okundu.
Küresel kapitalizmin derinleşen eşitsizlikler, ekolojik yıkım, zorunlu göç ve otoriterleşme ile yeni bir felaket rejimi inşa ettiği belirtilen bildirgede, "bu rejimin, emeğin değersizleştirilmesi, doğanın metalaştırılması ve göçmen kitlelerin insanlıktan dışlanmasıyla sürdüğü" vurgulandı.
"Bu bildirge; insanlığın daha adil ve eşitlikçi bir düzen inşa etmesi için bir dayanışma çağrısıdır. Frontex’e karşı insanlığı savunur" denilen bildirgenin devamında, şu ifadelere yer verildi:
-Göçmen Hakları Evrensel Olarak Tanınmalıdır
Göçmenlerin çalışma, barınma, sağlık ve eğitim gibi temel haklara erişimi garanti altına alınmalı, göçmen emeği sömürüsüne son verilmelidir.
-Irkçılık ve Ayrımcılıkla Mücadele Ortaklaştırılmalıdır
Göçmenlere yönelik nefret söylemi, ayrımcılık ve yabancı düşmanlığına karşı toplumsal dayanışma mekanizmaları güçlendirilmelidir.
-Ekolojik Adalet ve Sosyal Adalet Birlikte Ele Alınmalıdır
İklim krizine karşı mücadelede, dezavantajlı grupların kırılganlıklarını azaltacak politikalar geliştirilmelidir. Aynı zamanda salt iklim nedeniyle göç eden kişilerin de mülteci statüsü alabilmeleri için mücadele edilmelidir. Uluslararası hukukun var olan göç hareketlerine bir yanıt veremediği açıktır. Tüm mülteci statüleri konusundaki eksiklerinin yeniden tanımlanması ve göç edenler arasındaki tüm yapay sınıflandırılmalar kaldırılmalıdır. Mültecilerin katıldıkları yaşam dünyasına bir yeni katılan olarak bağıntı kuracakları bir mülteci hukukuna ihtiyaç vardır.
-Emek Mücadelesi ve Göçmen Hakları Birleştirilmelidir
Kapitalizmin emek sömürüsüne dayalı düzenine karşı, göçmenlerin de dahil olduğu kapsayıcı bir emek mücadelesi inşa edilmeli, bu ülkedeki en büyük sorunun göçmen sorunu olduğu iddiası reddedilmelidir. Göç; göçü yaratan politikalar karşısında kaçınılmaz bir sonuçtur. Asıl sorunlar görünür kılınıp, sosyal adaletsizliğe, dış politikada izlenen hatalara, korkunç gelir eşitsizliğine, talan edilmiş doğaya, işçi cinayetlerine, kadın cinayetlerine, çocuk işçiliğine, hayvanlara yönelik katliamlara karşı ortak mücadele hattı kurulmalıdır. Irkçılık kapitalizme hizmet eder. Irkçılığın kendine en kolay alan bulduğu yer ise göçmen düşmanlığıdır. Irkçılıkla mücadele, göç politikaları üzerinden atlanarak yapılamaz. Irkçılıkla ve kapitalizmin yarattığı eşitsizlik ile mücadelenin yolu göçmenlerle dayanışmak, taleplerin ortak olduğunu görmek ve göstermek ve sendikal mücadele başta olmak üzere birleşik örgütlenme sağlamaktır.
Kapat
19 yaşındaki Iraklı işçi Ali Hasan, dün İstanbul Hadımköy’de çalıştığı mobilya fabrikasında asansör ile duvar arasında ...
29 Kasım - Iraklı işçi Ali Hasan asansör ile duvar arasına sıkışarak öldü Devamı29 Kasım - Iraklı işçi Ali Hasan asansör ile duvar arasına sıkışarak öldü
19 yaşındaki Iraklı işçi Ali Hasan, dün İstanbul Hadımköy’de çalıştığı mobilya fabrikasında asansör ile duvar arasında sıkışarak hayatını kaybetti.
Hasan'ın ölümü, bu yıl kayıtlara geçirilebilen 86. göçmen işçi ölümü.
Göçmen olduğu için gencecik ölümü haber bile sayılmadı.
https://x.com/semaklsn/status/1862403290144645206?s=48&t=U8xvGe2vHOD3XVtz_XNA4A
KapatHindistan'ın Maharashtra eyaletinde yaşlı bir Müslüman, et taşıdığı için Gauraksha Dal çeteleri tarafından vahşice dövüldü ...
28 Kasım - Hindistan'da Müslüman azınlıklara yönelik Hindutva (Hindu Milliyetçiliği) şiddeti bitmiyor - Hasan Ayer Devamı28 Kasım - Hindistan'da Müslüman azınlıklara yönelik Hindutva (Hindu Milliyetçiliği) şiddeti bitmiyor - Hasan Ayer
Hindistan'ın Maharashtra eyaletinde yaşlı bir Müslüman, et taşıdığı için Gauraksha Dal çeteleri tarafından vahşice dövüldü (videoda görebilirsiniz). Gauraksha Dal (Gau Raksha Dal olarak da bilinir) Hindistan'da inekleri koruma kisvesi altında Müslüman ve Dalit azınlıklara şiddet uygulayan, Hindutva ideolojisine radikal bir biçimde bağlı olan bir çetedir.
Gauraksha Dal, Müslümanlara yönelik şiddet eylemlerini meşrulaştırmak için dini hassasiyetleri kullanmaktadır. Bu ne ilk ne de son. Videodaki yaşlı adam, halkın gözleri önünde, kimsenin müdahale etmediği bir ortamda tekme ve yumruklarla saldırıya uğradı. Daha sonrasında ise zorla bir arabaya bindirilerek darp edilmeye devam etti.
Modi'nin resmi olarak göreve geldiği 2014 yılından bu yana Hindutva çok daha ana-akımlaştı ve kurumsal düzeyde temsil edilir hale geldi. Hindutva, küresel radikal sağın bir parçası ve azınlık düşmanlığı ile hareket eden etno-milliyetçi bağnaz bir ideoloji. Bizler yabancı karşıtlığını ve Müslüman düşmanlığını hep Batı merkezli okuyoruz. Oysa Güney Asya'daki azınlıkların durumu Batı'daki Müslüman azınlıkların durumundan çok daha kötü.
Batı aşırı sağının ütopyası bir açıdan Hindistan'da Hindutva aracılığıyla gerçekleşiyor. 22 Temmuz 2011'de ilk önce Oslo'da bombalı saldırı gerçekleştiren, ardından da Utoya Adası'nda 69 kişiyi öldüren aşırı sağcı Anders Behring Breivik, saldırıları yaptığı günün sabahı "A European Declaration of Independence" adlı bir bildiri yayınlayarak küresel ölçekteki aşırı sağ hareketlere Müslüman düşmanlığının arttırılması gerektiği çağrısında bulunmuştu.
Aynı bildiride Breivik Hindistan sağı için bakın ne diyor. Sizler için çevirisini yaptım: "Hindu sağının en güzel tarafı, kamusal alanda ve sokaklarda mutlak bir hakimiyete sahip olmalarıdır. Hindistan sağı adaletsizliğe tahammül etmez ve genellikle işler kontrolden çıktığında, bilhassa Müslümanlar Hinduizme saygısızlık ettiklerinde sokaklara çıkar ve Müslümanlara saldırarak hadlerini bildirirler. Hindistan'da Hint milliyetçileri güçlü bir şekilde birleşerek harekete geçmezse, Hindistan zayıflamaya devam edecektir. Avrupa ve Hint direniş hareketlerinin birbirlerinden öğrenmeleri ve mümkün olduğunca iş birliği yapmaları hayati önem taşımaktadır. Hedeflerimiz aşağı yukarı aynıdır."
Aşırı sağ yabancı düşmanlığı ile ivmelenen ve Müslüman karşıtlığını merkezine alan küresel bir blok. Türkiye'de radikal sağ çalışan akademisyenlerin, yazarların, gazetecilerin ve lisansüstü öğrencilerinin Güney Asya'daki, bilhassa Hindistan'daki durumu incelemeleri ve kamuoyunu bilgilendirmeleri önemli. Ancak malesef Türkiye'de Hindistan'da Müslüman azınlığın yaşadığı adaletsizlikler pek önemsenmiyor ve gözardı ediliyor. Bugün Hindistan'da yaşanan şeylerden biri bu.
https://x.com/HasanAyer_/status/1862151455957799069?t=BpiM84b6ZN0F5ix4BU6NuA&s=19
Kapat
zmir'de Suriyeli 3 işçinin kaldığı şantiyede yangın çıkaran sanık Kemal Korukmaz'ın, 3 kez ağırlaştırılmış müebbet ve 1,5 yıl hapis ...
26 Kasım - Suriyeli 3 işçinin öldüğü yangını çıkaran sanığa müebbet hapis (Evrensel) İ Devamı26 Kasım - Suriyeli 3 işçinin öldüğü yangını çıkaran sanığa müebbet hapis (Evrensel) İ
zmir'de Suriyeli 3 işçinin kaldığı şantiyede yangın çıkaran sanık Kemal Korukmaz'ın, 3 kez ağırlaştırılmış müebbet ve 1,5 yıl hapis cezası istinafta onandı.
İzmir'in Güzelbahçe ilçesinde, beton imalatının yapıldığı santralde çalışan işçilerin konakladığı şantiyede çıkan, Suriyeli Ahmed El Ali (21), Memun En Nebhan (23) ve Muhammed El Hüseyin El Abdo El Biş'in (17) hayatını kaybettiği yangına ilişkin 3 kez ağırlaştırılmış müebbet ve 1,5 yıl hapis cezasına çarptırılan Kemal Korukmaz'ın (43) cezası istinafta onandı.
Güzelbahçe ilçesindeki beton imalathanesinin yapıldığı santralde çalışan Suriye uyruklu Ahmed El Ali, Memun En Nebhan ve Muhammed El Hüseyin El Abdo El Biş'in kaldığı odada, 16 Kasım 2021 gecesi yangın çıktı. İhbarla bölgeye sevk edilen itfaiye ekipleri, 3 işçiyi yaralı çıkarıp, yangını söndürdü. İzmir'deki hastanelere kaldırılan işçilerden Ahmed El Ali ve Muhammed El Hüseyin El Abdo 2 gün sonra, Memun En Nebhan ise 1 hafta sonra hayatını kaybetti. Cenazeler, otopsinin ardından toprağa verildi.
Soruşturma kapsamında yangından 14 gün sonra Seferihisar ilçesinde işletmeci çifti bıçakla yaralayıp, para ve değerli eşyalarını gasbetmek suçundan yakalanan Kemal Korukmaz, polisteki ifadesinde, 3 kişinin yaşamını yitirdiği yangını benzin ile odayı ateş vererek kendisinin çıkardığını itiraf etti. Korukmaz, işlemlerinin ardından sevk edildiği adliyede yangın ve gasp suçlamasıyla tutuklandı.
"HÜKÜMLERDE İSABETSİZLİK BULUNMADI"
Korukmaz hakkında, 'Tasarlayarak canavarca hisle yangın çıkarmak suretiyle öldürme' suçundan ayrı ayrı ağırlaştırılmış müebbet hapis, 'Taksirle yakarak mala zarar verme' suçundan da 6 yıla kadar hapis cezası istemiyle İzmir 1'inci Ağır Ceza Mahkemesinde dava açıldı. İftiraya uğradığını söyleyen Korukmaz ise suçsuz olduğunu savundu. Geçen mart ayında İzmir 1'inci Ağır Ceza Mahkemesinde görülen duruşmada heyet, sanık Kemal Korukmaz'ı 3 kişinin ölümüne neden olduğu gerekçesiyle 'Nitelikli kasten öldürme' suçundan 3 kez ağırlaştırılmış müebbet, 'Mala zarar verme' suçundan ise 1,5 yıl hapis cezasına çarptırırken indirim de uygulamadı.
Taraf avukatlarının itirazları üzerine dosya istinafa taşındı. Yerel mahkemenin kararını inceleyen İzmir Bölge Adliye Mahkemesi 24'üncü Ceza Dairesi, Korukmaz'a verilen cezaların onanması yönünde karar verdi. Daire; dosyaya göre verilen hükümlerde bir isabetsizlik görülmediğine belirtip taraf avukatların yaptığı itirazları reddetti ve Korukmaz'ın cezasını oy birliğiyle onadı.
https://www.evrensel.net/haber/534935/suriyeli-3-iscinin-oldugu-yangini-cikaran-saniga-muebbet-hapis
KapatTürkiye’de geçici koruma statüsündeki Suriyelilerin sayısı, yaklaşık yedi yılın ardından ilk kez üç milyonun altına ...
25 Kasım - Türkiye’deki kayıtlı Suriyeli sayısı nasıl üç milyonun altına düştü? Devamı25 Kasım - Türkiye’deki kayıtlı Suriyeli sayısı nasıl üç milyonun altına düştü?
Türkiye’de geçici koruma statüsündeki Suriyelilerin sayısı, yaklaşık yedi yılın ardından ilk kez üç milyonun altına düştü.
İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, 20 Kasım'da yaptığı son açıklamada, adres tahkikatlarından sonra Suriyelilerin sayısının 2 milyon 935 bin 742’ye gerilediğini açıkladı.
Göç İdaresi'nin en son güncellenen verilerine göre ise bu sayı, 2 milyon 936 bin 252 oldu.
Bu verilere bakıldığında, Türkiye’deki Suriyelilerin sayısının, 2011'den sonraki on yıl içinde arttığı, 2021 yılında 3 milyon 737 bin 639’a ulaştığı görülüyor.
Ancak aynı verilere göre bu sayı, 2021'den bu yana, yeni doğumlara rağmen sürekli düşüyor. Bu düşüşün neden ve nasıl yaşandığını inceledik.
Sayılar 2011’den bu yana nasıl değişti?
Türkiye'deki Suriyelilerin çok önemli bir bölümünün, sunulan imkanlar nedeniyle geçici koruma statüsüyle yaşadığı düşünülüyor.
Göç İdaresi’nin verilerine göre bu statüdeki Suriyelilerin sayısı, 2011 ile 2021 arasındaki 10 yıllık dönemde, 2019’daki küçük bir düşüş dönemi dışında, sürekli arttı.
2012'de 14 bin 237 olup 2016'da 2 milyon 834 bin 441'e ulaşan sayı, 2017'de 3 milyonun hayli üstüne çıktı ve 3 milyon 426 bin 786 oldu.
2021’de ise Suriyeli sayısı bugüne kadarki en üst seviye olan 3 milyon 737 bin 369’a ulaştı.
Ancak 2021’den sonra sayı sürekli düşmeye başladı.
Düşüşün en büyük nedeni: Geri dönüşler
Sayının düşmesinde en önemli nedenler arasında Suriye’ye geri dönüşler ve yasadışı yollarla Avrupa’ya geçişler sayılıyor.
Suriye’ye geri dönenlerle ilgili sayılar dönem dönem yetkililer tarafından açıklanıyor.
Bu konudaki son resmi açıklama ise İçişleri Bakanı Yerlikaya tarafından 20 Kasım’da yapıldı.
Yerlikaya, “2016 ile 2024 yılları arasında 729 bin 761 Suriyelinin geri dönüş yaptığını” belirtti.
Sadece 2024 yılı içinde ise 114 bin 83 Suriyelinin ülkesine geri döndüğünü söyledi.
Bu kişiler, Suriye'nin kuzeyinde, Türkiye'nin geçmişte üç büyük harekât düzenlemiş olduğu bölgelere yerleştiriliyor.
Hükümet bu süreci, “gönüllü, güvenli ve onurlu geri dönüş” olarak tanımlıyor.
Yetkililer, bu geri dönüşlerin "uluslararası hukuka uygunluğuna ve gönüllü olarak yapıldığına" vurgu yapıyor.
İnsan hakları alanında faaliyet gösteren, uluslararası ve ulusal çaptaki çeşitli sivil toplum örgütleri ise “zorla geri göndermelerin yaygın bir uygulama olduğunu” savunuyor.
Bazı uzmanlar da “zorla geri göndermeler nedeniyle bu kişilerin Türkiye’ye kaçak geçiş durumunun ortaya çıkabileceğini” öne sürüyor.
Bu kapsamda, geçen aylarda bir tuğgeneralin Suriye sınırında makam aracıyla insan kaçakçılığı yapma suçlaması nedeniyle görevden alınması ve tutuklanmasına da dikkat çekiliyor.
Göç İdaresi Başkanlığı'nın son olarak 14 Ekim'de güncellediği yakalanan düzensiz göçmenlerle ilgili verilerinde Suriyeliler, Afganlardan sonra ikinci sırada yer alıyor.
Buna göre 2014 içinde 46 bin 332 Suriyeli düzensiz göçmen yakalanmış.
İkinci neden olarak ise Avrupa’ya yasa dışı geçişler gösteriliyor.
Geçmişten bugüne kadar, kaç Suriyelinin bu yolla Avrupa’ya geçtiğine dair paylaşılmış net bir veri bulunmuyor.
Göç uzmanlarının bu iki neden dışında bahsettiği üçüncü bir neden de etkisi çok daha az olmakla birlikte vatandaşlık verilenler.
21 Ağustos’ta Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü tarafından yapılan açıklamada, Türk vatandaşlığını kazanan Suriye uyruklu kişi sayısının 238 bin 768 olduğu belirtildi.
Yetkililer, yeni kabine döneminde ise Suriye uyruklu kişilere Türk vatandaşlığı verilmesi uygulamasının yavaşladığını aktarıyor.
Ekim ayındaki ani düşüşün nedeni ne?
Göç İdaresi’nin sondan bir önce açıkladığı verilere göre kayıtlı Suriyelilerin sayısı, 3 Ekim tarihinde 3 milyon 89 bin 904’e gerilemişti.
21 Kasım tarihli son verilerle sayı 2 milyon 936 bin 252’ye kadar geriledi.
Peki 2021 yılından beri sayı düşmekle birlikte neden Ekim ayında böyle ani bir düşüş yaşandı?
Bunun nedeni, İçişleri Bakanlığı'nın başlattığı adres tahkikatı sonucu, adreslerini güncellemeyen bir grup Suriyelinin Avrupa’ya geçtiklerinin düşünülmesi ve kayıttan silinmesi.
İçişleri Bakanı Yerlikaya, 9 Ağustos’ta yaptığı açıklamada bir adres tahkikatı yaptıklarını ve 731 bin Suriyelinin adreslerini güncellemediğini belirtmişti.
Bakanlık, kayıtlarını yenilemeyenlere 90 günlük süre vermişti.
Bu süre dolduğunda ise iki aylık daha ek süre verilmişti.
Bu ek süre de 1 Kasım tarihinde doldu.
Bakan Yerlikaya, 20 Kasım’da Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Plan ve Bütçe Komisyonu'nda bu son ek sürenin dolmasının ardından ortaya çıkan yeni verileri ilk kez açıkladı.
Yerlikaya, “Kamu kurumlarımızdan hizmet almayan yani herhangi bir iz bırakmayan 150 bin 327 Suriyelinin, en az bir yıldan beri hiçbir şekilde kamu hizmetinden faydalanmadığını, yani burada olmadığını tespit ettik ve bunların Avrupa’ya geçtiğini değerlendirdik, kayıtlarını sistemden düştük” dedi.
Bu açıklama ile Türkiye’deki yabancıların toplam resmi sayısı da yenilenmiş oldu.
Yerlikaya; Türkiye’de bulunan yabancı sayısının, geçici koruma altındaki Suriyelilere ek olarak, 1 milyon 32 bin 379'u ikamet izinli kişiler ve 206 bin 585'i uluslararası koruma altındaki kişilerle toplamda 4 milyon 174 bin 706 olduğu açıkladı.
https://www.bbc.com/turkce/articles/c8eknylyelpo
Kapat
Türkiye’de geçici koruma statüsünde yaşayan Suriyelilerin sayısı 2021’den bu yana sürekli azalıyor.
İçişleri ...
24 Kasım - Türkiye’deki kayıtlı Suriyelilerin sayısı sürekli azalıyor (Enternasyonal Dayanışma) Devamı24 Kasım - Türkiye’deki kayıtlı Suriyelilerin sayısı sürekli azalıyor (Enternasyonal Dayanışma)
Türkiye’de geçici koruma statüsünde yaşayan Suriyelilerin sayısı 2021’den bu yana sürekli azalıyor.
İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Başkanlığı’nın verilerine gör; 2021’de 3 milyon 737 bin 369 olan Suriyeli kayıtlı göçmen sayısı, 21 Kasım 2024 itibarıyla 2 milyon 935 bin 742’ye gerilemiş durumda.
Yeni doğumlar da hesaba katıldığında bu rakam, Suriyeli nüfusun son 3 yılda en az 1 milyon kişi azaldığını gösteriyor.
İçişleri Bakanlığı’nın adreslerini güncellemeyen Suriyelilere verdiği ek sürenin 1 Kasım’da dolmasının ardından, bu güncellemeyi yapmayanların geçici koruma statüsü kayıtları silinmeye başlandı. Bakanlığın açıklamasına göre Kasım ayı içinde adresini güncellemeyen 150 bin 327 Suriyelinin geçici koruma statüsü iptal edildi.
Suriye’ye gönüllü adı altında zorla geri göndermeler ve Avrupa’ya yasal olmayan göç, eksilen 1 milyon Suriyelinin nereye gittiğini gösteriyor.
İçişleri Bakanlığı son 3 yılda 400 bin Suriyelinin ülkesine geri dönüş yaptığını açıkladı. 600 bin Suriyelinin ise Avrupa’ya veya diğer ülkelere göç ettiği tahmin ediliyor.
Değişen göç politikasının sonucu
Yerel ve genel seçimlerde mültecilere yönelik ırkçı ve ayrımcı söylemler Türkiye’den ayrılmaları hızlandırdı. Özellikle iktidarın İçişleri Bakanlığı ve Göç İdaresi Başkanlığı eliyle yürüttüğü yıldırma politikaları, Suriyeliler için Türkiye’yi yaşanmaz hale getirdi. Pek çok yasal göçmen, oturma izni, çalışma izni olan Suriyeli Türkiye’yi terk etti.
Suriyelilerin belirli yerlere yoğunlaşmasını engellemeye yönelik seyreltme uygulaması ve Göç İdaresi’nin son dönemde yaygınlaşan mobil denetim araçları, yıldırma politikalarının önemli ayakları.
Polise şikâyet edilen Suriyeliler, suçsuz bile olsalar sınır dışı ediliyor
Kamu düzenini bozma suçlamasıyla geçici koruması iptal edilenler ve sınır dışı edilenlerin sayılarında son aylarda büyük bir artış var.
İçişleri Bakanlığının uygulamaya koyduğu, yasallığı tartışmalı, ama fiilen uygulanan bir kuralına göre, her hangi bir nedenle polise şikâyet edilen Suriyeliler, haklı olsalar bile sınır dışı ediliyorlar.
Suriyeli kiracısından yıllık peşin para alıp, sonra şikâyet ederek sınır dışı ettiren ev sahibi örnekleri var.
Ayrıca ırkçı saldırılar, ırkçı ve ayrımcı söylem korku ve tedirginliğe neden oluyor. Bu ve benzeri hususlar, Suriyelilerin Türkiye’yi terk etmelerini hızlandırıyor.
Suriyelilerin ve diğer tüm göçmenlerin haklarını savunmak, göçmenlere yönelik suçlarda cezasızlığı önlemek, göçmenlerin insan onuruna uygun koşullarda yaşaması için çaba göstermek, Türkiye’deki hak savunucularının en önemli görevi.
Kapat
Son yıllarda "yabancı dilde tabela" sorunu sıkça gündeme gelmekte ve bazı belediyeler, tabelaların mevzuata uymadığı gerekçesiyle ...
24 Kasım - Harmony projesi son dönemlerde belediyeler tarafından hedef haline gelen Arapça tabelalar hakkında video yayınladı Devamı24 Kasım - Harmony projesi son dönemlerde belediyeler tarafından hedef haline gelen Arapça tabelalar hakkında video yayınladı
Son yıllarda "yabancı dilde tabela" sorunu sıkça gündeme gelmekte ve bazı belediyeler, tabelaların mevzuata uymadığı gerekçesiyle müdahale etmektedir.
TSE standartlarına (TS 13813) göre tabelalarda %25 yabancı dil kullanılabilir.
Ancak, özellikle Arapça tabelalar hedef alınmakta, İzmir, Adana, Mersin ve İstanbul'da göçmenlerin yaşadığı ilçelerde bu durum sıkça görülmektedir.
2022'de Ankara Kızılay'daki SAAB restoranı ve sahibi Somalili Muhammed Abdullahi'nin yaşadığı olay, yabancı tabela sorununu çok daha derin bir ırkçılık meselesi haline getirmiştir.
https://www.instagram.com/reel/DCuBfzXiZPI/?igsh=azN5YWlnNjAwbjl6
Kapat
Urfa’ya kayıtlı Hamza El Muhammed kimliğini güncellemek için Göç İdaresi'ne gitti, oradan Harran Geri Gönderme Merkezi'ne ...
23 Kasım - Hamza El Muhammed’den 7 aydır haber alınamıyor (10lar medya) Devamı23 Kasım - Hamza El Muhammed’den 7 aydır haber alınamıyor (10lar medya)
Urfa’ya kayıtlı Hamza El Muhammed kimliğini güncellemek için Göç İdaresi'ne gitti, oradan Harran Geri Gönderme Merkezi'ne götürüldü. 7 aydır kendisinden haber alınamıyor.
Eşi, uğradıkları zulmü 10lar medyaya anlattı.
https://x.com/10larMedya/status/1860286595229716981
Kapat4. Uluslararası STK Fuarı'nda düzenlenen Uluslararası Göç Ve İnsani Krizler Paneli, Prof. Dr. Bekir Berat Özipek'in ...
23 Kasım - Uluslararası göç ve insani krizler paneli yapıldı Devamı23 Kasım - Uluslararası göç ve insani krizler paneli yapıldı
4. Uluslararası STK Fuarı'nda düzenlenen Uluslararası Göç Ve İnsani Krizler Paneli, Prof. Dr. Bekir Berat Özipek'in moderatörlüğünde yapıldı.
Panelde Göç ve Diaspora Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Recep Seyyar, “Uluslararası Göçmen Hareketliliğinde Türkiye’nin Konumu”, ULFED Genel Müdürü Muhammed Akta "Göç Yönetiminde STK'ların Rolü", Uluslararası Mülteci Hakları Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Süleyman Kurt "Ulusal Ve Uluslararası Medyada Göçmen Karşıtlığı Ve Irkçı Söylemlerin Etkileri" ve Av. Elif Selen Ay "Uluslararası Standartlar Bağlamında Mültecilerin Haklara Erişimi" başlıklı sunumlar yaptı.
Panele Sığınmacı Hakları Platformundan pek çok arkadaşımız katıldı. Çok verimli bir panel oldu. Son dönem sığınmacıların yaşadığı problemler ve çözümler konusunda tartışma imkânı oldu.
https://x.com/stk_fuari/status/1859988722663493887
KapatGöçmen ve mülteci çocukların hayatta kalma haklarının dahi gözardı edildiğini kaydeden Göçmen Mülteci Dayanışma Ağı, 20 ...
21 Kasım - Göçmen Mülteci Dayanışma Ağı: ‘Çocuklara yönelik hak ihlalleri durdurulsun’ Devamı21 Kasım - Göçmen Mülteci Dayanışma Ağı: ‘Çocuklara yönelik hak ihlalleri durdurulsun’
Göçmen ve mülteci çocukların hayatta kalma haklarının dahi gözardı edildiğini kaydeden Göçmen Mülteci Dayanışma Ağı, 20 Kasım Dünya Çocuk Hakları Günü’nde katledilen çocukları andı, derhal yerine getirilmesi üzerine taleplerini sıraladı.
Göçmen Mülteci Dayanışma Ağı, 20 Kasım Dünya Çocuk Hakları Günü’nde Şişhane Meydanında açıklama yaptı. “Çocuk Hakları Hemen şimdi. Göçmen mülteci çocuklara yönelik hak ihlalleri durdurulsun” pankartı açıldı. Eylemde ayrıca, “End child labor! Migrant and refugee children belong to schools”, “On the streets, in the work place; child murders are everywhere” dövizleri taşındı.
Türkçe ve Kürtçe yapılan açıklamanın Türkçesini Şamil Özçelik, Kürtçesini Abdullah Kılıç okudu.
Özçelik, Çocuk Hakları Günü’nün tarihçesine değindi. Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 1989 yılında kabul edilmesiyle “çocuk haklarının yasalarda tanındığını” ve bugünün “Dünya Çocuk Hakları Günü” olarak kabul edildiğini söyledi.
BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin, 197 ülkenin onayıyla “en fazla imza atılmış” insan hakları belgesi olduğunu vurgulayan Özçelik, çocuk hakları içinde göçmen çocukların yaşadıkları travmalar nedeniyle haklarının daha fazla önem kazandığını” belirtti.
Çocuklar göç sırasında büyük travmalar yaşıyorlar
Açıklamada, bugün iş cinayetine kurban giden 11 yaşındaki Ahmet Avan, öldürülen 15 yaşındaki Abdullatif Davvara, vahşice öldürülen 8 yaşındaki Narin Güran davası, yeni doğan çocukları katleden Yenidoğan Çetesi davası ve İzmir Selçuk’ta en büyüğü 5 yaşındaki 5 kardeşin yanarak ölümü olayının gölgesi ve ağırlığı altında olduğumuz dile getirildi.
“Çocuk hakları içinde göçmen çocukların hakları, yaşadıkları olağanüstü travmalar nedeniyle daha da önem kazanmaktadır. Göç esnasında çocuklar; evlerinden ayrılma, yaşadıkları yere tekrar dönüp dönemeyeceklerinin belirsizliği, aileden, okullarından ve okul arkadaşlarından ayrı kalmak, ailesinden birilerini göç ederken kaybetmek gibi, birçok problemle karşı karşıya kalmaktadırlar. Bu problemler, çocuklarda ağır travmaya ve psikolojilerinin bozulmasına neden olmakta, bu ve benzeri nedenlerle, çocuklar hem göç̧ sırasında hem de göçmen konumundayken korunmaya en muhtaç̧ grup olarak öne çıkmaktadırlar” dedi.
Hayatta kalma hakkı
Göçmenlerin yaklaşık 50 milyonunu, Türkiye’de ise 2 milyona yakınını çocukların oluşturduğuna dikkat çekilen açıklamada, “Göçmen çocukları bekleyen tehlikelerin ne yazık ki bir sınırı yok; şiddet, cinsel saldırı, insan ticareti, organ ticareti, zorla çalıştırılma gibi çok çeşitli saldırılara maruz kalıyorlar.
‘Çocuğun hayatta kalma, güvenlik ve gelişme hakkı’, ‘Çocuğun yüksek yararı’, ‘Çocukların her türlü istismar, şiddet, ihmal ve sömürüden korunma hakkı’ ve ‘Ayrım yapmama, çocuğun görüşlerini serbestçe açıklama ve katılım hakkı’ olarak sayılan temel koruma prensiplerinden yoksun yaşıyorlar.
Hayatta kalma hakkı, devletlerin olağanüstü durumlarda hatta savaşta bile göz ardı etmemesi gereken bir haktır. Sağlık hakkı, çocukların yaşama hakkını ve var olmaları için gerekli olan temel ihtiyaçlarını ifade eder” denildi.
Korunma hakkı
Çocuk istismarının çocukların fiziksel gelişimi ile psikolojik gelişimlerini olumsuz olarak etkileyen faaliyetlerin tümü olduğuna dikkat çekilen açıklamada, şöyle devam edildi:
“Bu faaliyetler bir çocuğun sadece cinsel olarak istismarının değil, aynı zamanda her türlü şiddete maruz kalmasının, okula gönderilmemesinin, yetersiz beslenmesinin, bakım ve sağlık haklarından yeterince yararlanamamasının, travmatik sonuçları olabilecek çatışmaların ortasında bırakılmasının ve işçiliğe zorlanmasının tamamıdır.
Dolayısıyla korunma hakkı, göçmen kız çocuklarının cinsel sömürü ve istismardan korunmalarını, yabancı bir ülkeden sınır dışı edilmemeyi, tutuklanmamayı, ayrımcılık, işkence ve aşağılayıcı davranışlardan korunmayı ifade etmektedir.”
6 milyon mültecinin 2 milyonu çocuk
Mülteci çocukların Türkiye’deki tüm çocuklar gibi derin yoksulluk, çocuk işçiliği, ırkçılık ve istismara maruz bırakıldıklarına dikkat çekilen açıklama, şöyle devam etti:
“Türkiye’de bulunan yaklaşık 6 milyon göçmenin 2 milyona yakınını çocuklar oluşturuyor. Türkiye’de doğanların sayısı 900 bin ve çocukların 1 milyon 300 bini ilkokul çağında. Ancak, bu çocukların en az 300 bini eğitim imkânlarına erişemiyor, tarım, ayakkabıcılık, tekstil gibi işkollarında çalıştırılıyorlar. Göçmen çocukları şiddet, cinsel saldırı, insan ticareti, organ ticareti, zorla çalıştırılma gibi çok çeşitli saldırılara maruz kalıyorlar.”
Türkçe bilmedikleri için eğitim alamıyorlar
BM Çocuk Hakları Sözleşmesinin maddeleri hatırlatıldı, “anadilde eğitim hakkı”na vurgu yapıldı: “Çocuk Hakları Sözleşmesinin 17, 29 ve 30. Maddelerine çekince koyan ve anadilde eğitim hakkını tanımayan Türkiye’de, okullara kaydolan göçmen çocukların büyük çoğunluğu Türkçe bilmedikleri için eğitim alamıyor. Bu engeller nedeniyle, okula gidip gelerek eğitimlerine devam etmiş gibi görünen çocuklar, bir süre sonra okula gitmek istemiyorlar.”
Katledilen göçmen çocuklar
Göçmen çocukların hem ırkçılık hem çocuk işçiliği yüzünden hayatlarını kaybettiği ancak cezasızlık devam ettiği için cinayetlerin önlenmediği kaydedilen açıklama, şu örneklerle devam etti:
- 28 Nisan 2020, Ali Hemdan, 18 yaşında, Adana’da dur ihtarına uymadığı için polis tarafından
öldürüldü. - 15 Temmuz 2020, Hamza Acan, 17 yaşında, Bursa’da pazardaki kavga sırasında öldürüldü.
- 4 Nisan 2023, Gina Mercimek, 9 yaşında, Kilis’te tecavüze uğradıktan sonra öldürüldü, kuyuya atıldı.
- 13 Haziran 2024, Ahmet Avan, 11 yaşında, Adana’da çalıştığı tekstil atölyesinde, asansörle duvar arasına sıkışıp hayatını kaybetti.
- 21 Eylül 2024, Abdullatif Davvara, 15 yaşında, maskeli saldırganlar tarafından İstanbul’da
parkta öldürüldü.
20 Kasım Çocuk Hakları Günü vesilesi ile derhal yerine getirilmesi için şu talepler sıralandı:
- Devlet, Cenevre Mülteciler Sözleşmesine ve Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne koyduğu çekinceleri kaldırmalı ve çocuk haklarına bütüncül bir yaklaşımla koruma altına alınmalıdır.
- 18 yaş altındaki bütün kişileri çocuk kabul eden Çocuk Hakları Sözleşmesi doğrultusunda vatandaş olan olmayan ve hukuki statü ayrımı yapılmaksızın bütün çocuklar haklardan eşit yararlandırılmalı, sağlıklı bireyler olarak yaşayabilmeleri için gerekli sağlık, barınma, beslenme, eğitim gibi imkânlar sağlanmalıdır.
- Cinsel istismar ve çocuk evlilikleri ile mağdur edilme riski taşımaları nedeniyle kız çocukları için pozitif önlemler alınmalı,
- Çocukları her türlü istismar, cinsel sömürü ve şiddetten koruyacak önlemler artırılmalı, Türk Ceza Kanunu ve Medeni Kanun’da yer alan sorunlu düzenlemeler çocuk hakları gözetilerek yeniden düzenlenmeli,
- Göçmen mülteci çocukların şiddet ve istismardan korunmasında etkin mekanizmalar içeren İstanbul Sözleşmesine geri dönülmeli,
- Göçmen çocukların eğitime erişimi önündeki engeller kaldırılmalı, çocuklara yönelik ayrımcılık önlenmeli, eğitimde fırsat eşitliği ve anadilde eğitim sağlanmalı, Milli Eğitim Bakanlığı ve hükümet bu konuda çocuğun yararı doğrultusunda sorumluluk üstlenmeli, göçmen çocuklara yönelik PICTES projesi amacına uygun olarak kullanılmalıdır.
- Okullarda çocuklara psikolojik danışmanlık hizmetleri sağlanarak savaş ve göç travması ile baş etmelerine olanak yaratılmalı,
- Okullarda çocuklar arasındaki ilişkileri geliştirecek sosyal hizmeti sağlanmalı,
- Göçmen ve mülteci yoksulluğu önlenerek, çocuk yoksulluğu ve buna bağlı çocuk işçiliği önlenmeli, İç İşleri Bakanlığı Göç İdaresi Başkanlığı, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı gerekli denetim ve önleme mekanizmalarının hayata geçirilmesinde çocuğun yararı doğrultusunda sorumluluk üstlenmeli,
- İktidarın ve siyasetçilerin, mülteci çocuklara yönelik ayrımcılık ve şiddeti körükleyen, kutuplaştırıcı ve mültecileri hedef gösteren tutum ve söylemleri önlenmeli, nefret saldırılarında ve iş cinayetlerinde cezasızlık önlenmeli,
- Kayıp çocuklar konusu ivedilikle ele alınmalı, çocukların insan ticareti ve organ ticareti mağduru olmaları engellenmeli, kaç çocuğun kayıp olduğu kamuoyuna açıklanmalı, olayların takibi yapılarak çocukların güvende olması sağlanmalı,
- Aile birliğini parçalayan idari gözetim ve il bazında ikamet zorunluluğu aile birliğinin sağlanması amacı ile yeniden düzenlenmeli,
- Refakatsiz çocuklar için koruyucu önlemler alınmalı, çocukların güvende olacağı bir sistem kurulmalı,
- Yerel yönetimler göçmen çocukların haklarını koruyacak, sağlıklı gelişimlerine imkan sağlayacak kalıcı mekanizmalar oluşturarak, hayata geçirmelidir.”
Kapat
MÜSİAD’ın alt kuruluşu olan UTESAV tarafından hazırlanan “Türkiye'nin Göç Raporu” lansman toplantısı yapıldı. Rapor, ...
20 Kasım - Türkiye’nin göç raporu: Göçü anlamak ve yönetmek Devamı20 Kasım - Türkiye’nin göç raporu: Göçü anlamak ve yönetmek
MÜSİAD’ın alt kuruluşu olan UTESAV tarafından hazırlanan “Türkiye'nin Göç Raporu” lansman toplantısı yapıldı. Rapor, bütünleşik bir göç politikasının önemine dikkat çekerken, göçün iyi yönetildiği takdirde dezavantajdan avantaja çevrilebileceğini ve ekonomiye katkı sağlayacak bir araç olarak değerlendirilebileceğini vurguluyor. Ayrıca, göç yönetiminde eğitim, farkındalık faaliyetleri ve sivil toplum kuruluşlarının rolünün altı çizildi. Toplantıdan bazı önemli mesajlar:
- Göç bir sorun değil, iyi yönetilmesi gereken bir süreçtir.
- Göç akan su gibidir: İyi yönetilirse bereket olur, kötü yönetilirse felakete dönüşür.
Bu değerli çalışmayı hazırlayan Bekir Berat Özipek’in ve tüm UTESAV ekibinin emeklerine sağlık. İlerleyen süreçte etkisi olacak bir rapor ortaya çıktı.
https://x.com/mohammadakta/status/1859147751402905860?t=ktBmR_PmdONUWexEXep2Ig&s=19
KapatDeprem mağduru Suriyeli aileye sınır dışı kararı verildi. Ankara'da yaşayan Sabsabi ailesi GGM’ye alındı ve zorla 'gönüllü geri ...
20 Kasım - GGM’de soğuk oda (buzdolabında tutulma) işkencesi yapıldı Devamı20 Kasım - GGM’de soğuk oda (buzdolabında tutulma) işkencesi yapıldı
Deprem mağduru Suriyeli aileye sınır dışı kararı verildi. Ankara'da yaşayan Sabsabi ailesi GGM’ye alındı ve zorla 'gönüllü geri dönüş formu' imzalatılarak Suriye'ye gönderildi. Ailenin birisi çocuk üç üyesi hala geri gönderme merkezinde tutuluyor.
Sınır dışı edilen Selam Sabsabi, "Soğuk oda işkencesine maruz kaldığım için formu imzalayıp Suriye'ye dönmek zorunda kaldım" dedi.
Soğuk oda işkencesinde, sığınmacılar, bodrum katlarda bulunan büyük buzdolaplarına gece boyunca koyuluyorlar.
https://x.com/refugee11move/status/1859123543499317506?s=46
KapatKüçükçekmece'de öldürülen 14 yaşındaki Salim Attal cinayetinin detaylara ortaya ...
19 Kasım - 14 Yaşındaki Salim, 500 TL İçin Öldürüldü (Son Dakika) Devamı19 Kasım - 14 Yaşındaki Salim, 500 TL İçin Öldürüldü (Son Dakika)
Küçükçekmece'de öldürülen 14 yaşındaki Salim Attal cinayetinin detaylara ortaya çıktı.
Küçükçekmece Söğütlü Çeşme Mahallesi Gülbahar Sokak'ta dün Suriyeli 14 yaşındaki Salim Attal ve 17 yaşındaki Samet K. silahlı kavgada vurularak yaralanmış. Salim Attal olayda hayatını kaybetmiş, Samet K. ise hastaneye kaldırılmıştı. 14 yaşındaki gencin cinayetine ilişkin detaylar ortaya çıktı.
500 TL için öldürülmüş
Ali isimli arkadaşının 500 TL alacağı için, Salim Attal, abisi Ahmet ve arkadaşı Samet K. beraber olayın yaşandığı yere gittiler. Ali Çolak alacağı olan 500 TL'sini saldırgandan istedi. Saldırgan Ahmet Attal'a tokat attı. Daha sonra Salim Attal abimi nasıl vurursun diye saldırgana vurdu. Öfkelenen saldırgan silahını çekip Samet K. ve Salim'i vurup olay yerinden kaçtığı öğrenildi.
Olay anını anlatan Hüseyin Gürbüz, "Alacak verecek meselesi yüzünden olduğunu söylüyorlar. Önceden para için kavga etmişler. Hala daha kanlar yerde duruyordu. Bizim çocuklar burada oynuyordu. Çocuklara da gelebilirdi" dedi.
https://www.sondakika.com/3-sayfa/haber-14-yasindaki-salim-500-tl-icin-olduruldu-18062594/
KapatGaziantep'te sokakta oynarken gürültü yaptığı için 10 yaşındaki Emir Baki Bayındır'ı pompalı tüfekle öldüren ...
19 Kasım - Suriyeli zannedilerek öldürülen çocuğun dramı (Harmony Projesi) Devamı19 Kasım - Suriyeli zannedilerek öldürülen çocuğun dramı (Harmony Projesi)
Gaziantep'te sokakta oynarken gürültü yaptığı için 10 yaşındaki Emir Baki Bayındır'ı pompalı tüfekle öldüren Mühsün Taşkın ilk duruşmada verdiği ifadede "Ben çocukları Suriyeli zannediyordum” dedi. Sanki ölen çocuk Suriyeli olsa ölümünün bir önemi ya da cezai bir bedeli olmayacakmış gibi.
“Suriyeli zannediyordum”. Suriyelilere ya da Suriyeli zannettiklerimize neler yapabileceğimizin bir sınırı yok mu? Suriyeli zannettiklerimizi öldürmek serbest mi? Mallarını gasp etmek? Suriyelileri ya da Suriyeli zannettiklerimizi emniyet hissinden hayatlarının her alanında mahrum bırakabilir miyiz? Ve tüm bunları yaparken cezasız mı kalırız?
Suriyeli olduğu için can güvenliği olmayan, öldürülebilir görülen, ölümü hak ettiği düşünülen çocukların olduğunu biliyorduk. 9 yaşında komşusu tarafından öldürülüp kuyuya atılan Gina Mercimek ya da İstanbul’da bir parkta motorlu silahlı çeteler tarafından vurulan Abdullatif Davvara gibi. Ama belli ki Türk çocuklar da Suriyeli sanıldığı için öldürülme riskiyle karşı karşıya.
Bu cinayetin azdırıcıları toplumda Suriyelilere karşı ırkçı nefreti büyütenler. Bize yönelmez sandığımız nefret söylemleri canımızı yakmaya devam ediyor.
https://www.instagram.com/p/DCj2Xdhiz3E/?igsh=M2phZHc2ejBtc2Vi
Kapat
Geri Gönderme Merkezlerinde kadınlar başta olmak üzere göçmenlere yönelik hak ihlallerine dikkat çeken DEM Parti Kadın Meclisi, ...
19 Kasım - DEM Parti Kadın Meclisi: GGM’ler kapatılsın (Enternasyonal Dayanışma) Devamı19 Kasım - DEM Parti Kadın Meclisi: GGM’ler kapatılsın (Enternasyonal Dayanışma)
Geri Gönderme Merkezlerinde kadınlar başta olmak üzere göçmenlere yönelik hak ihlallerine dikkat çeken DEM Parti Kadın Meclisi, ‘GGM’ler derhal kapatılmalı’ dedi
Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) İstanbul Kadın Meclisi, “Göçmen ve mülteci kadınlara yönelik ayrımcılığa karşıyız” şiarıyla basın açıklaması gerçekleştirdi. Çatalca’da bulunan Geri Gönderme Merkezi önünde basın açıklaması gerçekleştirmek isteyen kadınlara kaymakamlık tarafından bir haftalığına Çatalca ve çevresinde eylem ve etkinliklerin yasaklandığı tebliğ edildi. Bunun üzerine DEM Parti Avcılar ilçe örgütü binasında bir araya gelen kadınlar burada basın açıklaması gerçekleştirdi.
Açıklamaya Göç İzleme Derneği (GÖÇİZDER) temsilcileri, İstanbul Barış Anneleri İnisiyatifi, DEM Parti İstanbul Milletvekili Özgül Saki’nin yanı sıra çok sayıda kadın örgütü katıldı. Basın metnini GÖÇİZDER Eşbaşkanı Kamile Kandal okudu.
31 Ekim 2024 tarihinde göçmenlerin Çatalca Geri Gönderme Merkezi’nde göçmenlerin maruz kaldıkları şiddet ve kötü koşullar nedeniyle seslerini duyurmaya çalıştıklarına dair görüntülerin basına yansıdığını hatırlatan Kamile Kandal, benzer uygulamaların Tuzla Geri Gönderme Merkezi’nde de yaşandığına dair şikâyetler olduğunu kaydetti.
Kadın dayanışmamızı büyütüyoruz
Kamile Kandal şu ifadeleri kullandı: “25 Kasım’a giderken evlerden işyerlerine, GGM’lere ve hapishanelere, erkek devlet şiddetiyle mücadeleye devam ediyor, kadın dayanışmamızı büyütüyoruz. Irkçılığa, göçmen ve mülteci düşmanlığına, nefrete geçit vermiyoruz. Bedenlerimize, haklarımıza, hayatlarımıza sahip çıkarak hep birlikte özgür, eşit, şiddetsiz bir yaşam inşa etmeye mücadelemizi büyütüyoruz. GGM’lerdeki insanlık dışı uygulamalara son verilmesi için mücadele etmeye devam edeceğiz.”
GGM’ler kapatılsın
Açıklamanın ardından söz alan DEM Parti İstanbul Milletvekili Özgül Saki, devletin politikaları sonucunda göçmen ve mültecilerin pazarlık konusu haline getirildiğini vurguladı. Göçmenlerin GGM’de işkence, taciz ve tecavüze uğradıklarını dile getiren Özgül Saki GGM’lerin kapatılması gerektiğini söyledi.
Özgül Saki, GGM’de işkence ve kötü muamelenin son bulması için Göç İdaresi Başkanlığı ve İçişleri Bakanlığı’nın yapması gerekenleri şu şekilde sıraladı:
- “Göçmen kadınların erkek şiddetine karşı başvuru yollarını kullandıklarında, Geri Gönderme Merkezlerine sevk edilmesi önlenmelidir.
- GGM’lerde koğuş ve odalarda kalan kişi sayısı alanın kapasitesine uygun olmalı, yatak, yastık, battaniye ve nevresimler temiz olmalı, yeterli beslenme ve temiz içme suyu sağlanmalıdır.
- Sağlık hizmetleri, topluca muayene şeklinde değil, tıp biliminin gereklerine uygun ve hasta hakları gözetilerek sağlanmalıdır.
- Geri gönderme merkezlerinde çalışan kamu görevlilerinin suç işlemesinin önlenmesi için; işkence, kötü muamele, cinsel taciz, rüşvet ve benzeri suçlar etkin soruşturmalara tabi tutulmalıdır,
Özgül Saki sözlerini “Göçmenlerin hukuki başvuru imkânlarına ve çevirmene erişimlerinin sağlanması için takipte olmaya devam edeceğiz” diyerek tamamladı.
Açıklama, alkış ve sloganlarla son buldu.
https://enternasyonaldayanisma.org/2024/11/19/dem-parti-kadin-meclisi-ggmler-kapatilsin/
Kapat
TİHEK, Tuzla Geri Gönderme Merkezi’nde bir göçmenin kötü muameleye maruz bırakıldığına karar verdi. TİHEK’in talep ettiği kamera ...
17 Kasım - Göçmene darp TİHEK kararında (Birgün) Devamı17 Kasım - Göçmene darp TİHEK kararında (Birgün)
TİHEK, Tuzla Geri Gönderme Merkezi’nde bir göçmenin kötü muameleye maruz bırakıldığına karar verdi. TİHEK’in talep ettiği kamera kayıtları kurum tarafından “elektrik kesintisi” gerekçe gösterilerek teslim edilmedi.
Göçmenlere yönelik Geri Gönderme Merkezi’nde (GGM) yaşanan ihlaller, Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu’nun (TİHEK) kararlarına da yansıdı.
TİHEK’e yapılan başvuruda, Tunus asıllı göçmen M.M.’nin İstanbul’da bulunan Tuzla Geri Gönderme Merkezi’nde kötü muameleye maruz bırakıldığı ortaya çıktı. Yapılan başvuruda, M.M.’nin 25 Nisan’da Arnavutköy Geri Gönderme Merkezi’nden, Tuzla Geri Gönderme Merkezi’ne gönderildiği, burada ise Arap asıllı olması nedeniyle ırkçılığa maruz bırakıldığı ifade edildi.
28 Nisan’da M.M.’nin tuvalette olması nedeniyle sabah sayımına geç kaldığı ifade edilen başvuruda, olayın akşamında 6 jandarma personeli tarafından işkenceye maruz bırakıldığı aktarıldı. Başvuruda, M.M.’nin darp sonucu parmağının kırıldığına dikkat çekildi. Ayrıca M.M.’nin avukat görüşü sırasında elinin alçıda olduğu, vücudunda yara ve darp izlerinin olduğu, olaydan bir gün sonra hastaneye götürüldüğü belirtildi. TİHEK tarafından oy birliğiyle “kötü muamele yasağının ihlal edildiğine” karar verildi.
Kayıtlar verilmedi
M.M.’nin sabah sayımına geç kalması nedeniyle, aynı günün akşam saatlerinde görevli personel tarafından kamera olmayan bir odaya götürüldüğü ifade edilen başvuruda, burada kötü muamele gördüğü ve kameranın yalnızca odanın bağlı olduğu koridorda olduğuna dikkat çekildi. Ayrıca M.M.’nin söz konusu olaya karışan personelden birinin ismini verdiği ancak bu isimde üç personel olması nedeniyle ‘tespit edilemediği’ belirtildi.
TİHEK, başvurunun ardından Tuzla GGM’den olayın yaşandığı yer ve zamanı içeren güvenlik kamerası kayıtlarını istedi. Ancak merkez söz konusu kayıtları “güvenlik kameralarının elektrik kesintisi yaşandığı anlarda kayıt almadığı” iddiasıyla teslim etmedi. TİHEK kararında kurumun, “kesintiye” ilişkin örnek olması için çeşitli tarih ve saatlere ilişkin tutanak ilettiği aktarıldı. Ancak söz konusu tutanakların, başvuru konusu olayın gerçekleştiği tarih ve saatle ilgili olmadığı, bazı tutanaklarda tarih ve saatlerin karalanarak değiştirildiği görüldü. Ayrıca kararda, tutanakların resmi makamlara sunulduğunu ya da işleme alındığını gösterir bir üst yazının tespit edilemediği belirtildi. Aynı zamanda 6 Haziran tarihli bir tutanakta 24 Mayıs tarihinde yapılan kontrollerde 37 güvenlik kamerasının geçmişe ait kayıt tutmadığının tespit edildiği aktarıldı.
Suçlu göçmenmiş!
TİHEK kararında aynı zamanda şu tespitlere yer verildi: “28 Nisan saat 21.00 sıralarında M.M.’nin jandarma personeli ile görüşmek istemesi üzerine jandarma güvenlik odasına getirildiği, görüşme sırasında M.M.’nin serbest bırakılmayı talep ettiği, odasına dönmeyi reddettiği ve avluda bulunan diğer tutulanları isyana teşvik ettiği; bunun üzerine Jandarma Nöbetçi Amiri’nin bilgisi dahilinde M.M.’nin bir odaya alındığı ifade edilmektedir. Ancak tutanakta yer alan ifadeleri doğrulayan bir güvenlik kamerası kaydı bulunmamaktadır.”
İşkence sabit
M.M.’nin kötü muameleye maruz kaldığı 28 Nisan’dan bir gün sonra götürüldüğü Tuzla Devlet Hastanesi tarafından gönderilen raporda ise M.M.’ye “el bileğinde ve el düzeyinde eklem ve ligamentlerin çıkık, burkulma ve gerilmesi” tanısı konulduğu ve elinin alçıya alındığı tespit edildi. Ayrıca Tuzla Geri Gönderme Merkezi’nde görevli Hekim K.E.’nin olaydan yaklaşık 20 gün sonra hastaneye sevk için bilgi notu yazdığı ve notta M.M.’nin sağ el başparmağında travması olduğu ve ağrısının arttığının belirtildiği görüldü.
M.M.’nin Arnavutköy Geri Gönderme Merkezi’nden Tuzla Geri Gönderme Merkezi’ne gönderilmeden önce yapılan adli muayenesinde herhangi bir darp izine rastlanmadığına dikkat çekilen TİHEK kararında, M.M.’nin sağ elinin Tuzla Geri Gönderme Merkezi’nde zarar gördüğüne karar verildi. Kararda ayrıca İl Göç İdaresi Müdürlüğü’nden M.M.’nin sağ elindeki zararın nasıl gerçekleştiğine dair bir açıklama sunulmadığı belirtildi.
TİHEK’in Tuzla Geri Gönderme Merkezi Ziyareti Raporu’na da değinilen kararda şunlar aktarıldı:
“Alıkonulmuş kişilerin kötü muameleye maruz kaldıklarını iddia ettiği, kapısında ‘tadilattadır’ yazan bir oda bulunduğu, bu odadaki güvenlik kamerasının bantla kapatılmış olduğu, odanın giriş ve çıkışlarını gösteren bir güvenlik kamerası bulunmadığı, konuya ilişkin yapılan görüşmede odanın jandarma personeli tarafından giyinme odası olarak kullanıldığının ifade edildiği belirtilmektedir.”
https://www.birgun.net/haber/gocmene-darp-tihek-kararinda-576551
KapatGaziantep’te gürültü yaptığı iddiasıyla pompalı tüfekle öldürülen 10 yaşındaki Emir Baki Bayındır’ı vuran sanık ...
15 Kasım - Gürültü yaptığı gerekçesiyle öldürülen çocuğun sanığından pes dedirten savunma (İHA) Devamı15 Kasım - Gürültü yaptığı gerekçesiyle öldürülen çocuğun sanığından pes dedirten savunma (İHA)
Gaziantep’te gürültü yaptığı iddiasıyla pompalı tüfekle öldürülen 10 yaşındaki Emir Baki Bayındır’ı vuran sanık Mühsün Taşkın ilk duruşmada verdiği ifadede, "Ben çocukları Suriyeli zannediyordum. Türk olan çocukların bu kadar terbiyesiz olduğunu düşünmedim. Bu çocukların mahalleden olmadıklarını bilmiyordum. 20 metre uzaklıktan sıktım diyebilirim. Benim ne çocukla ne de ailesiyle hiçbir düşmanlığım bulunmamaktadır” dedi.
Gaziantep’te gürültü yaptığı iddiasıyla pompalı tüfekle öldürülen 10 yaşındaki Emir Baki Bayındır’ın ölümüyle ilgili davanın ilk duruşması bugün Gaziantep 13. Ağır Ceza Mahkemesinde görüldü. Duruşmaya, sanık Mühsün Taşkın, sanık avukatları, maktul çocuğun ailesi, maktul avukatları, görgü tanıkları ve Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığında görevli memur katıldı.
“En ağır şekilde cezalandırılmasını istiyorum”
Duruşmada konuşan Anne Tülay Bayındır, sanığın ifadesinin yalan olduğunu söyleyerek, “Olay günü oğlunun yanında arkadaşları vardı. Sanığın ifadeleri hepsi yalan. Görgü tanıkları var. Sanık oğlumu köşeye sıkıştırıp öldürmüş. En ağır şekilde cezalandırılmasını istiyorum” dedi.
“Benim oğlumun da her çocuk gibi sokakta oynamaya hakkı var”
Baba Celal Bayındır, “Benim çocuğum küfür etmez. Bize hiçbir şekilde şikâyet gelmedi. Her çocuk gibi benim çocuğumun da oyun oynaması en doğal hakkı. Sanığın en ağır şekilde cezalandırılmasını istiyorum” ifadelerine yer verdi.
Ne olmuştu?
Olay, Şahinbey ilçesi Güzelvadi Mahallesi’nde 26 Ağustos tarihinde akşam saatlerinde meydana geldi. 10 yaşındaki Emir Baki Bayındır aynı mahallede esnaflık yapan manav Mühsün Taşkın tarafından fazla ses yaptığı iddiasıyla pompalı tüfek ile vurularak ağır yaralandı. Çevredeki vatandaşlar tarafından hemen yakındaki özel bir hastaneye götürülen 10 yaşındaki çocuk, yapılan tüm müdahalelere rağmen kurtarılamayarak hayatını kaybetti. Emir Baki Bayındır’ın cenazesi, Adli Tıp Kurumu morgundaki otopsi işlemlerinin ardından Yeşilkent Mezarlığı’nda toprağa verilirken katil zanlısı tutuklandı.
Kapat2022 yılının Ekim ayında gerçekleşen kazada vefat eden Şerif El Cebeli’nin ölümüne taksirle sebebiyet veren şirketin sahibi ve vekili ...
15 Kasım - Suriyeli Şerif El Cebeli’nin ölümüne sebep olan işverenlere ceza! (Haksöz) Devamı15 Kasım - Suriyeli Şerif El Cebeli’nin ölümüne sebep olan işverenlere ceza! (Haksöz)
2022 yılının Ekim ayında gerçekleşen kazada vefat eden Şerif El Cebeli’nin ölümüne taksirle sebebiyet veren şirketin sahibi ve vekili hakkında, Küçükçekmece 10. Asliye Ceza Mahkemesince 2 yıl 6 ay, iş güvenliği uzmanı olan sanığa ise 2 yıl 1 ay hapis cezası verildi.
İş güvenliği konusunda yeterli önlemin alınmadığı, kanuni sorumlulukların yerine getirilmediği işyerinde gerçekleşen kazada, şirket yetkililerinin ağır kusurlarının bulunduğu bilirkişi raporuyla ortaya konulmuştu.
Sigortasız bir şekilde ve düşük ücretle çalıştırılan Şerif el Cebeli’nin asansör boşluğuna düşmesi şeklinde gerçekleşen kazanın neticesinde uzun bir süre acil sağlık birimlerine haber verilmemiş, usulsüzlükleri örtbas edebilmek için muhasebeci ve asansör servisi aranarak işyerine çağrılmıştı. Adli Tıp Kurumu’nun raporuna göre kaza sebebiyle yaralama ölümcül olmamasına rağmen, yetkililerin ağır ihmali neticesinde ölüm gerçekleşti. Bilirkişi raporuna göre yetkililerin kusur oranı yüzde 95 olarak belirlendi.
Bugün görülen son celsede müşteki vekili, sanıklar ve müdafileri son sözlerini söylediler. Küçükçekmece 10. Asliye Ceza Mahkemesi asli kusurlu sanıkların 2 yıl 6 ay ve 2 yıl 1 ay olmak üzere cezalandırılmalarına hükmetti.
İşveren ve vekili olan iki sanık 91 bin TL, İSG uzmanı olan sanık ise 76 bin TL adli para cezası ödeyecekler.
Sanıklar ayrıca maktulün yakınlarına yüklü bir meblağ da tazminat ödeyecekler.
Kapat“Birbirimize her zaman destek olurduk. Hatta çoğu zaman, yabancı öğrencilerden Türklere kadar tanımadığımız insanlara da yardım ...
13 Kasım - 10lar medya: Saad Abu Ali, geçirdiği bir trafik kazası sonucu hayatını kaybetti Devamı13 Kasım - 10lar medya: Saad Abu Ali, geçirdiği bir trafik kazası sonucu hayatını kaybetti
“Birbirimize her zaman destek olurduk. Hatta çoğu zaman, yabancı öğrencilerden Türklere kadar tanımadığımız insanlara da yardım ederdik.”
Türkiye’deki Suriyeli üniversite öğrencileri arasında çok sevilen, İzmir Üniversitesindeki Suriyeli öğrenci topluluğunun başkanı olan Saad Abu Ali, geçirdiği bir trafik kazası sonucu hayatını kaybetti.
https://x.com/10larmedya/status/1856699899674268132?s=46
Göçmenlerle Kardeşiz: ÇOK ÜZGÜN VE ÖFKELİYİZ!
Türkiye'de öğrenci ikamet izni ile kalan sevgili kardeşimiz Saad Abo Ali, İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi Mekatronik Mühendisliği'nden yeni mezun olmuş, hayalleri ve idealleri olan bir gençti.
İstanbul'da çalıştığı makine üretimi şirketi için çalışma iznine başvuru esnasında adresinin silindiğini fark etmişti. Bu problemle epey uğraştığına dair çevresi de haberdardı.
Sorunu halletmek için 8 Kasım 2024 Cuma günü İzmir’deki Göç İdaresi'ne gitti. Ancak 10 Kasım 2024 Pazar sabahı İstanbul'a dönüş yolunda otobüsün devrilmesi sonucu maalesef hayatını kaybetti.
Kardeşimizi kaybetmenin üzüntüsünü paylaşıyor; ailesine, arkadaşlarına ve tüm göçmen dostlarına baş sağlığı diliyoruz.
Hem çok üzgün hem de öfkeliyiz. Son günlerde birçok Suriyeli ailenin adreslerinin ihtarsız bir şekilde silindiği ve bir anda eğitim, sağlık, çalışma vb. haklardan mahrum konuma düştüklerini, adres tescil randevularının aylar sonrasına verilerek basit bir işlem için göçmenlerin hayatlarının nasıl zorlaştırıldığını biliyoruz.
Bu uygulamalar Saad'ın dolaylı ölümüne yol açmıştır. Bu şekilde yıldırarak "gönüllü" geri dönmesini beklediğiniz insanlar genç yaşta hayattan kopuyor, hesap vereceksiniz!
https://x.com/gocmenlerle/status/1856306474428911691?s=46
KapatGöç ve Diaspora Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Başkanı Recep Seyyar, "Türkiye, göçmen sayısı itibarıyla dünyada 12. ...
11 Kasım - Göç ve Diaspora Vakfının "Türkiye Göç Hareketliliği Raporu" yayımlandı (Bizim Sakarya) Devamı11 Kasım - Göç ve Diaspora Vakfının "Türkiye Göç Hareketliliği Raporu" yayımlandı (Bizim Sakarya)
Göç ve Diaspora Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Başkanı Recep Seyyar, "Türkiye, göçmen sayısı itibarıyla dünyada 12. ülke. En çok göçmeni barındıran ülke biz değiliz. 2021 yılı itibarıyla son 3 yıldır Türkiye'ye artık Suriyeli akını yok" ifadelerini kullandı
Göç ve Diaspora Vakfı tarafından Fatih'te bir otelde düzenlenen basın toplantısında "Türkiye Göçmen Hareketliliği Raporu" açıklandı.
Vakfın Yönetim Kurulu Başkanı Recep Seyyar, hazırladıkları raporun sonuçlarına göre, Türkiye'de göçle ilgili oluşturulmuş algıların yanlış bilgiye dayandığını söyledi.
"Sığınmacı varlığı yoğunluklu olarak var"
Türkiye'nin dünyanın mülteci toplanma alanı olmadığını belirten Seyyar, "Türkiye'de sığınmacı varlığı yoğunluklu olarak var. Suriyeliler ana gündemimizi oluşturuyor" dedi.
Sığınmacıların bir ülkeye savaş, ağır insan hakları ihlali ve benzeri sebeplerle geldiğini aktaran Seyyar, "Türkiye Göçmen Hareketliliği Raporu"nda yer alan yabancı uyruklu düzenli göçmen verileri ile ilgili şu bilgileri paylaştı:
"Türkiye'ye gelen giden yabancı uyruklu düzenli göçmen verilerinin yer aldığı bir grafikte, 2022 ve 2023 yıllarında Türkiye'ye gelen düzenli göçmen sayılarında ciddi bir düşüş olduğu görülmekte. Türkiye'den ayrılan göçmen sayılarında da ciddi bir artış görülmekte. Daha önce Türkiye'ye yerleşmiş, bu ülkede yaşamak isteyen, düzenli bir şekilde hukuki, hukukun kendisine tanımladığı statüler ile burada bulunmak isteyen insanlar da artık Türkiye'den ayrılmakta."
Uluslararası göç verileri üzerinden raporu değerlendiren Seyyar, "Türkiye, göçmen sayısı itibarıyla dünyada 12. ülke. En çok göçmeni barındıran ülke biz değiliz. 2021 yılı itibarıyla son 3 yıldır Türkiye'ye Suriyeli akını yok. Suriyelilere geçici koruma kimliği vermeyi durdurduk. Dolayısıyla 2021 yılından beri sığınmacı gelmemesine, 500 binden fazla Suriyelinin geri dönmüş olmasına rağmen, hala sığınmacı nüfusunda biz 2. sıradayız ama dünya göçmen varlığında 12. sıradayız" ifadelerini kullandı.
Türkiye'ye 2021 yılı itibariyle sığınmacı akını durdu
Vakfın "Türkiye Göç Hareketliliği Raporu"nda (2016-2023), Türkiye'nin sığınmacı sayısı bakımından dünyada 2. sırada olduğu ancak 2021 itibariyle sığınmacı akınının durduğu belirtiliyor. Türkiye'deki esas sorunun yeni sığınmacıların gelişi değil, 12 yıl önce sığınmacı olarak gelenlerin hala bu statüde kalmaya devam etmesi olduğu vurgulanan raporda, göçmen nüfusunun ülke nüfusuna oranının yüzde 7 olduğu, bu oranla dünya sıralamasında 102. sırada bulunduğu ve genel göçmen nüfusu bakımından ise dünyada 12. sırada yer aldığı bildirildi.
"Eğitimlerini tamamladıktan sonra başka ülkelere göç ediyorlar"
Türkiye'de eğitim sistemine dahil edilen sığınmacı gençlerin, eğitimlerini tamamladıktan sonra başka ülkelere göç etmeleri nedeniyle büyük bir kayıp yaşandığına dikkat çekilen raporda, Türkiye'nin eğitim süreçlerinde destek verdiği bu gençlerin, tam üretim çağında Batılı ülkeler tarafından "nitelikli göçmen" olarak kabul edilerek devşirilmesinin Türkiye için ciddi bir kayıp olduğu vurgulandı.
Bu duruma karşı çözüm olarak, eğitim süreçlerini tamamlayarak dil yeterliliği sağlayan gençlerin Türkiye’de kalıcı bir statü elde etmeleri öneriliyor.
https://www.bizimsakarya.com.tr/goc-ve-diaspora-vakfinin-turkiye-goc-hareketliligi-raporu-yayimlandi
Kapat
GGM'lerdeki kötü muamele ve şartlara dair avukatlarımızın aktarımları, birinci derece tanıklıklar ve medyaya yansıyan görüntüler aksini ...
9 Kasım - Sınırsız Dayanışma: Keşke öyle olmasaydı ama maalesef Göç İdaresi'nin iddiaları gerçeklikle uyuşmuyor Devamı9 Kasım - Sınırsız Dayanışma: Keşke öyle olmasaydı ama maalesef Göç İdaresi'nin iddiaları gerçeklikle uyuşmuyor
GGM'lerdeki kötü muamele ve şartlara dair avukatlarımızın aktarımları, birinci derece tanıklıklar ve medyaya yansıyan görüntüler aksini ispat için yeterli.
Son iddiaların merkezindeki Çatalca GGMye alınan arkadaşımız, sağlanan kısıtlı görüşmelerde personelin kadın göçmenlerin mahremiyetine dikkat etmediğini, yerde yatanlar olduğunu, hijyen sorunları bulunduğunu, kamera görmeyen alanlarda kötü muamele gerçekleştiğini belirtmiştir.
Göç İdaresi'ne düşen bu iddiaları şeffaflıkla soruşturmak ve gerekli düzenlemeleri yapmaktır. Bu gerçeklik hiçbirimizin uzağında değildir. Eğer komşunuz olan göçmenin yolu düşmediyse muhakkak onun bir arkadaşı GGM'den geçmiş, bu kötü şartlara tanıklık etmiştir.
Sorun sadece bu kötü koşullar değil. GGMler düzenli göçmenleri düzensiz hale de getiriyor. Keyfi uygulamalar, kötü koşullar ve imzalatılan "gönüllü" geri dönüş belgeleri sonucu aile bütünlüğü, ekonomik sürdürülebilirlik, yasal statü onarılmaz şekilde zarar görüyor.
Konuya dair MazlumDer, TİHEK ve Lighthouse Reports'un kapsamlı raporları mevcut:
MazlumDer Göç İdaresi Uygulamalarında Yaşanan Sorunlar Raporu: https://drive.google.com/file/d/184IeO_dtVUP39HMb0fgoIFUc0Ccyi2Cu/view…
TİHEK Bursa GGM Ziyareti Raporu: https://tihek.gov.tr/public/images/kararlar/jyic99.pdf…
Lighthouse Reports Raporu: https://lighthousereports.com/investigation/turkeys-eu-funded-deportation-machine/
https://x.com/sinirsizdayanis/status/1855242208414212604
KapatBazı basın yayın organları ile sosyal medya platformları üzerinden dolaşıma sokulan geri gönderme merkezleri ile ilgili iftira niteliğindeki dezenformasyon ...
8 Kasım - Göç İdaresi Başkanlığı: Geri Gönderme Merkezlerini Hedef Alan Gerçek Dışı İddialar Hakkında Basın Açıklaması Devamı8 Kasım - Göç İdaresi Başkanlığı: Geri Gönderme Merkezlerini Hedef Alan Gerçek Dışı İddialar Hakkında Basın Açıklaması
Bazı basın yayın organları ile sosyal medya platformları üzerinden dolaşıma sokulan geri gönderme merkezleri ile ilgili iftira niteliğindeki dezenformasyon içerikli iddialara ilişkin açıklama yapma ihtiyacı ortaya çıkmıştır.
Daha önce de birçok defa ifade ettiğimiz gibi geri gönderme merkezlerinin tamamı Başkanlığımızca “kötü muameleye sıfır tolerans” prensibi ile işletilmektedir.
Çatalca Geri Gönderme Merkezi dahil tüm geri gönderme merkezlerinde, idari gözetim altında olanların (özel hayatın mahremiyeti gereği kaldıkları odalar dışında) bulunabilecekleri tüm alanlar kör nokta kalmayacak şekilde 24 saat kamera ile takip edilmektedir. Ortaya atılan iddialar ile ilgili vakalar dikkatle incelenmekte; herhangi bir şüphe görülmesi durumunda adli ve idari yönden etkin soruşturma yürütülmekte; herhangi bir hata, kusur veya ihmalin tespiti durumunda kanunun öngördüğü müeyyideler uygulanmaktadır. Hiçbir iddia göz ardı edilmemektedir.
İlgili mevzuat gereği geri gönderme merkezinde çalışan personellere, kötü muamele yasağı yazılı ve sözlü olarak tebliğ edilmekte, temel insan hakları başta olmak üzere çeşitli eğitimler verilmektedir.
Ayrıca geri gönderme merkezleri, taraf olduğumuz uluslararası sözleşmeler ve iç hukukumuzda yer alan kurumlar tarafından haberli ve habersiz olarak sürekli denetlenmekte ve ziyaret edilmektedir. Bu kapsamda 2024 yılında 631 denetim ve 134 ziyaret gerçekleştirilmiştir.
Tüm geri gönderme merkezlerinde barınanlara; yemek, temizlik, havalandırma, sağlık hizmetlerine erişim, avukata ve adli yardıma erişim, ailesi ile görüşme, dış dünya ile iletişim, psikososyal destek hizmetleri, tercümanlık, ibadet odaları, dilek-şikayet mekanizması vb. hizmetler kesintisiz olarak sunulmaktadır.
Geri gönderme merkezlerinde idari gözetim altında bulunan yabancılar, görüşmelerini, avukat-müvekkil mahremiyet kurallarına uygun olarak görüşme odasında gerçekleştirmektedir. Hukuki yardıma erişimde sistemin eksiksiz çalışmasına engel teşkil eden herhangi bir durum bulunmamaktadır. Geri gönderme merkezlerindeki tüm faaliyetler gibi idari gözetim altında bulunan yabancıların avukatlarıyla görüşme sayıları da kayıt altında tutulmaktadır. Buna göre, 2024 yılında geri gönderme merkezlerine 27 bin 390
Geri gönderme merkezlerinin kapasiteleri ve sağlanan hizmetlere ilişkin şartlar, Avrupa İşkencenin ve İnsanlık Dışı veya Onur Kırıcı Ceza ve Muamelenin Önlenmesi Komitesi’nin (CPT) belirlediği standartlar çerçevesinde oluşturulmuştur. Geri gönderme merkezleri arasında yapılan sevkler kapasite yönetimi kapsamında yapılmakta olup söz konusu sevklerin başka bir amacı bulunmamaktadır. Geri gönderme merkezlerinin sayısı ve kapasitesinin artırılması çalışmaları yapılmış olup son bir yılda dört yeni geri gönderme merkezinin daha açılmasıyla toplam sayı 32’ye çıkarılmıştır.
Yabancılar hakkındaki tüm iş ve işlemler, 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’na uygun olarak yapılmaktadır. Hiçbir yabancı hukuka aykırı bir şekilde geri gönderme merkezlerinde tutulmamaktadır.
Geri gönderme merkezleri ile ilgili mesnetsiz yakıştırmalar yapılması kabul edilemez. Gerçekle hiçbir ilgisi olmayan bu haksız ithamlar, ülkemizin hukuk, insan hakları ve medeniyet değerlerimizi temel alan göç yönetimi faaliyetlerine gölge düşürmeyi amaçlamaktadır. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de ülkemiz mazlumlara yardım elini uzatmaktadır. Diğer taraftan ülkemiz, düzensiz göçle mücadele de dahil tüm göç yönetim süreçlerini insan haklarına uygun olarak yürütmektedir. Ülkemizde yakalanan düzensiz göçmenlerin tespiti ve yakalanmasından, geri gönderme merkezinde idari gözetim altına alınmasına ve sonrasında ülkelerine ya da güvenli üçüncü ülkelere sınır dışı edilmelerine kadar yürüttüğümüz tüm süreç boyunca hukuk, insan hakları ve medeniyet değerlerimizi gözeterek hareket etmekteyiz.
Hiçbir kanıta dayanmayan provokatif ve tek taraflı iddialar üzerinden devlet kurumlarını karalamayı ve algı oluşturmayı amaçlayan, kamuoyunu yanıltıcı bilgileri alenen yayan kişiler hakkında suç duyurusunda bulunulmuştur.
Kamuoyuna saygıyla duyurulur.
Kapat
Yaklaşık 12 yıldır Türkiye’de yaşayan 48 yaşındaki Alisher Ismanov, ailesiyle birlikte Yalova’da tarım ve hayvancılıkla uğraşarak hayatını ...
8 Kasım - Kalp Hastası Alisher Ismanov Sınır Dışı Edilirse Hayatı Tehlikede: “Özbekistan’da Kuran Öğrettiği İçin Yargılanıyordu” – Sema Kızılarslan (Karar) Devamı8 Kasım - Kalp Hastası Alisher Ismanov Sınır Dışı Edilirse Hayatı Tehlikede: “Özbekistan’da Kuran Öğrettiği İçin Yargılanıyordu” – Sema Kızılarslan (Karar)
Yaklaşık 12 yıldır Türkiye’de yaşayan 48 yaşındaki Alisher Ismanov, ailesiyle birlikte Yalova’da tarım ve hayvancılıkla uğraşarak hayatını sürdürüyordu. Türkiye’ye, Özbekistan’daki baskılardan kaçmak amacıyla sığınan Ismanov, eski Cumhurbaşkanı İslam Kerimov döneminde dini faaliyetleri nedeniyle yargılanarak ülkesini terk etmek zorunda kaldı.
Ismanov’un son üç yıldır Türkiye’de oturum izni yenilenmedi, bu da onu yasadışı duruma düşürdü. Çarşamba gözaltına alınan Ismaov, şu anda İzmir Geri Gönderme Merkezi’nde tutuluyor.
En küçüğü 3 yaşında 7 çocuk babası Ismanov, dört ay önce İzmit’te gözaltına alınmış ve sivil toplum kuruluşları ile avukatların müdahaleleri sonucunda sınır dışı edilmesi önlenmişti. Kalp hastası olan Ismanov, geri gönderme merkezindeyken defalarca hastaneye kaldırıldı.
“SINIR DIŞI EDİLİRSE İŞKENCE GÖRECEK”
Ismanov’un aile yakınları, eski Özbekistan Cumhurbaşkanı İslam Kerimov’un dönemi boyunca dini baskının yoğun olduğunu, bu nedenle ailesinin de yıllar önce Türkiye’ye sığındığını belirtti.
Ismanov’un kayınpederinin neredeyse on yıl hapis yattığını anlatan yakınları, ülkedeki benzer zulüm ve işkencelerin tekrarlanmasından korkuyor.
KARAR’a konuşan aile yakınları,
“Alisher, burada kimseye zarar vermeden, sadece ailesinin geçimini sağlamak için hayvancılıkla uğraşan biri. Sağlık sorunları var; kalp hastası ve felç geçirmiş. Gözaltındayken birkaç kez hastaneye kaldırıldı. Türkiye, kendisi ve ailesi için artık bir vatan gibi oldu; çocukları burada doğup büyüdü, bu düzenin bozulmaması için Türkiye’ye güveniyoruz.”dedi.
“Devletin, bu insanları dinleyerek hakikati araştırması ve durumlarına tek tek bakması gerek” diyerek çağrıda bulunan aile yakınları, yetkililere çağrı yaparak Ismanov’un Türkiye’de kalmasına izin verilmesini ve ülkeye iade edilmemesini talep ediyor.
“10 YIL ÖNCE AKRABASI DA ÖZBEKİSTAN’A DÖNDÜ, 22 YIL HAPSE MAHKUM EDİLDİ”
Durumu yakından takip eden Türkistander Başkanı Burhan Kavuncu ise Alisher Ismanov’un Özbekistan’a iade edilmesinin, hem kendisi hem de ailesi için ciddi bir tehdit oluşturduğunu vurguladı.
Kavuncu, Özbekistan’da dini faaliyetleri nedeniyle birçok mülteciye benzer baskıların yapıldığını hatırlatarak, “Alişer, Özbekistan’da akrabalarına Kur’an öğretmek gibi gerekçelerle yargılanıyor. Orada kendisine zulmedileceğini biliyoruz. 10 yıl önce bir akrabası da Özbekistan’a döndüğünde aynı suçlamalarla 22 yıl hapse mahkum edildi. Alisher’in de benzer bir akıbete uğramasından endişeliyiz." dedi.
Kapat
Geçtiğimiz hafta Çatalca Geri Gönderme Merkezi’nde yaşanan göçmen kadınların isyanını KARAR gündeme getirdi. Çatalca ...
7 Kasım - Avukatlardan Geri Gönderme Merkezi için çarpıcı iddialar: göçmenlere ‘Sessiz Oda’ ve ‘Soğuk Oda’ işkencesi – Feyza Nur Çalıkoğlu (Karar) Devamı7 Kasım - Avukatlardan Geri Gönderme Merkezi için çarpıcı iddialar: göçmenlere ‘Sessiz Oda’ ve ‘Soğuk Oda’ işkencesi – Feyza Nur Çalıkoğlu (Karar)
Geçtiğimiz hafta Çatalca Geri Gönderme Merkezi’nde yaşanan göçmen kadınların isyanını KARAR gündeme getirdi. Çatalca GGM’de neler yaşandığını göçmen avukatlarına sorduk. Avukat Halim Yılmaz, “Göç İdaresi, sevk işlemini yaşanan hak ihlallerinin üzerini örtmenin yöntemi olarak kullanıyor” dedi. Avukat Yakup Sevinçhan, “Guantanamo ve Ebu Gureyb cezaevlerinin altında yatan temel mantıkla GGM’leri temellendiren mantık aynı: ülke vatandaşı değilseniz sizin için insan hakları geçerli değildir” dedi.
KARAR, Çatalca Geri Gönderme Merkezi’nde kalan kadınların isyanını gündeme getirdi. Göçmen kadınların ‘Bize yardım edin, kadına şiddete hayır, biz katil değiliz’ bağırışlarına şahit olan Avukat Mehmet Behzat Yılıcak, “Bağırma ve çığlık seslerini duyduk. Sonrasında yaklaşık 15 çevik kuvvet cop ve kalkanlarla merkezin içerisine girdi” dedi. Yılıcak, kadınların şiddet gördüklerini ifade ederek demir parmaklıklara vurduğunu KARAR’a anlattı.
Sözlü cinsel tacize uğradığı için eşiyle beraber karıştığı bir arbededen dolayı karakola giden Şirin H. ve Halil M. haklarında bir suçlama olmamasına ve kadının mağduriyeti dolayısıyla karakola gitmesine rağmen geri gönderme merkezine götürüldüler. Şirin H. hakkında 31 Ekim’de sınır dışı kararı çıktı. Ancak Halil M. hakkında henüz verilmiş bir sınır dışı kararı olmadığını söyleyen Avukat Yılıcak, “31 Ekim’de ve 1 Kasım’da müvekkilimle görüşmeye gittiğim halde bana dosya yok dendi. Ancak müvekkilimin Şanlıurfa’ya sevki sonrası dosyasına baktığımda 31 Ekim'de sınır dışı ve idari gözetim kararı verildiğini gördüm. GGM’ler bilgiye erişimi bu şekilde sıkça engelliyor, yine aynı şey olmuş ve kararı görmeyelim diye dosya yok demişler” dedi.
‘GÖRÜŞME ODASINDA KAMERA VAR MI?’
Avukat Mehmet Yılıcak, müvekkilinin kendisine Çatalca Geri Gönderme Merkezi’nde şahit olduğu şiddeti anlatmak istediğini ancak tereddüt ettiğini söyledi:
“Dün müvekkilimle görüşmeye gittiğimde bana görüşme odasında kamera ve ses kaydı olup olmadığını sorarak, görüşmeden hemen önce içeride bir kadına şiddet uygulandığı söyledi. Şiddetin yalnızca bir kere değil merkezdeki görevliler tarafından sürekli uygulandığını, yapılan muameleye birazcık itiraz edenin yemek, yatak ve sabun vermemekle cezalandırıldığından bahsetti. Bunun yanı sıra içeride birbiriyle iletişim kuran göçmen kadınlara ciddi bir şekilde müdahale ettiklerini ve kimsenin birbiriyle iletişim kurmasına izin vermediklerini ifade etti.”
‘GÖÇMENLERE SABUN VERİLMİYOR’
Geri gönderme merkezlerinde, özellikle son dönemde gündem olan, Çatalca Geri Gönderme Merkezi’ne dair hak ihlalleri bitmiyor. Yemek, kişisel temizlik, yatacak yer gibi birçok insani konuda dahi göçmenler mağdur ediliyor. Avukat Beyza Akyüz, Çatalca GGM’de kalan müvekkillerinin sabun gibi kişisel bakım ihtiyaçlarının karşılanmadığını, yeterli sayıda yatak olmadığını, bazı günler verilmemek üzere çok kötü yiyecekler verildiğini söylediklerini ifade etti.
HAK İHLALLERİNİ GİZLEMENİN YOLU: SEVK İŞLEMİ
İnsan hakları ve mülteciler konusunda uzman olan Avukat Abdulhalim Yılmaz, göçmenlerin kendi haklarını talep etme konusunda çok çekindiklerini söyledi:
“Yabancılar, suç mağduru dahi olsa çoğunlukla şikayet etmek veya devlete karşı dava açmak istemiyorlar. Böyle bir dava veya şikayetin kendi aleyhlerine olacağını düşünerek endişe ediyorlar. Böyle olunca da, yasal haklarını dahi kullanmaktan korkuyorlar.”
Abdulhalim Yılmaz, Çatalca Geri Gönderme Merkezi’nde yaşanan olaydan sonra göçmenlerin bulundukalrı merkezden başka merkezlere sevk edildiğini ifade etti. Asıl sorunun Göç İdaresi’nin şikayet üzerine ciddi bir soruşturma yapmamasından doğduğunu ve Çatalca’da yaşanan olaya benzer durumların üstünün örtülmesi olduğunu anlattı.
“Bir merkezde olay olduğunda ise göç idaresi genel olarak o kişilerle ilgili soruşturmak, suç veya kusur varsa delilleri toplamak, böylece durumu düzeltmek yerine, olayın üzerini kapatmayı tercih ediyor görünüyor. Bu da aynı sorunların tekrar yaşanmasına neden oluyor.”
‘ÇATALCA’DA YAŞANAN İLK DEĞİL’
“Yıllardır gördüğüm kadarıyla bir kötü muamele, intihar vakası, ihmalen ya da kasten işlenmiş bir vaka da olsa olay fark etmeksizin üstünü kapatmayı tercih ediyorlar. Böyle durumlarda, olası denetimler için ortada delil bırakmamak adına olayın gerçekleştiği merkezde tutulan kişileri hemen başka şehirlerdeki farklı merkezlere sevk ediyorlar. Bugün Çatalca Geri Gönderme Merkezi’nde yaşanan olayın örneklerini farklı şehir ve merkezlerde daha önce defalarca yaşandı. Bunun sebebi olarak, denetim için gelen yetkililere herhangi bir şekilde bilgi aktarımı olmaması için olaylara şahit olan göçmenleri oradan sevk yoluyla uzaklaştırma tedbirine başvuruluyor. Göç İdaresinin refleksi bu şekilde, bir yerde olay olduğu zaman hemen orada bulunan herkesi dağıtıyor. Savcılık, mülkiye müfettişi, kamu denetçisi, Türkiye İnsan Hakları Eşitlik Kurumu veya Meclis İnsan Hakları Komisyonu gibi bu işi denetleyen mercilere sağlıklı bir bilgi ulaşmamış oluyor.”
50 GÖÇMEN BODRUMA HAPSEDİLMİŞTİ
Avukat Yılmaz, GGM’lerde uygulanan yasadışı pratiklerin kötü muamele, yetersiz beslenme, ısınma gibi sorunlarda öte, “buzdolabı odası” olarak adlandırılan kanuna aykırı fiili uygulamalardan kaynaklandığını bahsetti. Yılmaz geçtiğimiz Şubat ayında 50’ye yakın göçmenin bodrum katına hapsedildiğini hatırlattı:
“Kötü muamele, az yemek verme ya da kişilerin yasal haklarını kullandırmamak tabiki kanunlara aykırı uygulamalar. Bunu yanı sıra, tutulan şahısların buzdolabı odası dedikleri, uygulamada ise soğuk veya sessiz oda dedikleri yerler var. Bu tür odaların yasal bir dayanağı olmadığı gibi, nasıl uygulanacağına dair kurallar da yok ve bir denetimi de yok. Şanlıurfa ve Gaziantep gibi illerde, -aşırı soğuk olduğu için- göçmeler bu odaya buzdolabı odası diyor. Buna benzer uygulamaların, başka illerde de ses izolasyonu malzemesiyle kapatıldığı için sessiz oda denilen kısımlarda görülüyor. Bu tür pratiklerin disiplin veya düzen sağlamak gerekçesiyle kullanma iddiası kabul edilemez. Çünkü, bir çok vakada, insanları cezalandırmak için ya da onların iradelerini zorlayarak sınır dışı etmek, gönüllü geri dönüş belgesini imza attırmak için bu odalar kullanılıyor. Geçen şubat ayında on beş gün boyunca Şanlıurfa Geri Gönderme Merkezinin bodrum katında içerisinde hamile kadın ve çocuklarında olduğu yaklaşık 50 insanı oraya hapsedildi Oraya giden aile, avukat veya baro temsilcilerine burada değiller diye bir de yazılı cevap veriyorlardı. Müvekkillerine ulaşamayan avukatların basın açıklaması yapması sonucunda, Göç İdaresi onları farklı illere sevk ettikten sonra, aile ve avukatlarına iletişim kurmalarına izin verdi. Bir yerde sorun varsa, bunu kanunları veya mahkeme kararlarını bir kenara iterek, ya da kişilerin temel haklarını yok sayarak çözmek mümkün değil. Bu tür olaylar, yapılan iyi politikalara veya idari uygulama ve başarılara da gölge düşürüyor. Bunun görüntüsü bile kamu hizmetine zarar veriyor.”
‘DENETİM MAKAMLARI ETKİLİ DEĞİL’
Abdulhalim Yılmaz, Göç İdaresinin denetime ihtiyaç duyduğunu, etkili bir denetim olmadığı için sorunların kronikleştiğini ifade etti. İç denetim yapan makamların bağımsız olmadığını, bunun yanısıra son zamanlarda hakim, savcı gibi yargı makamlarının iradesine müdahale edildiğini anlattı:
“Jandarma, polis, güvenlik ve göç memuru şiddet uygulayan taraf olurken bu durumlarla ilgili şikayetleri çoğunlukla savcılıklar etkili bir soruşturma yapmadan kapatmaya çalışıyor. Etkili bir adli veya idari denetim mekanizması olmadığı için mağdur olan, darp edilen, hastanede yatan raporu olan göçmenler için dahi 'bir sorun yok, hak ihlali yok' şeklinde karar çıkıyor. Göç İdaresi veya İçişleri Bakanlığı içinde veya kurum dışında bağımsız ve gerçekten etkili bir denetim mekanizması yok. Çünkü denetim yapan makamlar bağımsız makamlar değil. GGM’lerde intihar edenler, ciddi şiddet görenler, rüşvet olayları veya suiistimaller sıkça yaşanıyor. Binlerce insanın olduğu yerde elbette sorunlar olacak, ama bunların bir daha tekrar etmesini önleyecek tedbirler alınması gerekir. Göç İdaresi, dışarıdan görebildiğimiz kadarıyla, bu durumu basına ve kamuoyuna kapalı tutarak yürütmeye çalışıyor ama bu çözüm değil. Sorunlar tekrarlandığına göre, ciddi bir denetim mekanizması da ihtiyaç var."
‘AVRUPADAN GÖÇMENLER İÇİN PARA ALIP ONLARI HAPSEDİYORUZ’
Göçmenlere karşı politik nefret söyleminin de göç idaresinin bu tutumuyla büyümeye devam ettiğinin altını çizen Avukat Yılmaz, “Neredeyse her göçmeni GGM’ye alan bu hukuksuz sistem, Avrupa’dan parasını alırız göçmeni de hapsederiz mantığıyla yürüyor” dedi.
“Göç İdaresi işleyişi düzeltmek yerine savcı ve hakimlerle görüşme, eğitim, çalıştay vs. adlar altında onların iradesini etkiliyor. Hakimlerin tavrı da hem konjonktürden hem de göç idaresi söylemlerinden etkileniyor, olumlu olabilecek kararlar olumsuza dönüyor. Göçmenler hakkında olumlu karar çıkmasını engellemek için olmadık suçlamalar yapılıyor. İdare mahkemelerin verdiği kararları da uygulamıyorlar. Hakimleri etkilemeleri, aleyhte karar çıktığında uygulamamaları, bu sonuçla adeta dokunulmaz, hesap veremez, kanun ve mahkemeye karşı adeta sorumsuz gibi bir görüntü veriyor. Göç İdaresi, polisle muhatap olan, hatta müşteki olan neredeyse her göçmeni GGM’ye almak, özgürlüğünü kısıtlamak zorunluluğunu hissediyor. Ancak kanuna göre ailesi, eşi ve çocuğu, gayrimenkulü olan kişilerin, ya da idari davası devam ederken imza karşılığı idari gözetime alternatif tedbirlerle serbest bırakma imkanı varken bunun yerine içerde tutuklu gibi olmasını tercih ediyor. Kamuya da yük bindiriyor, şahsa ve ailesine de. GGM’ye alınan kişilerin durumlarının gerçekten incelenmesi, zorunlu değilse alternatif tedbirlerle bırakılması gerekiyor. Ama bunun yerine sınır dışı etmesi mümkün olmayacak kişileri, mesela Uygurları bile bir yıl içerde tutuyor, bunun makul bir açıklaması yok. Cezalandırma yeri değil. Bu bir anlamda Avrupa’dan parasını alırız, göçmeni de hapsederiz mantığıyla yürüyor. Bu muameleler nedeniyle daha geçen hafta Çatalca GGM’de yaşanan durum gibi isyanlar yaşanıyor. Göçmenlerin sayısı, güvenlik sorunları vs. işi zorlaştırıyor, ama daha insani bir yaklaşımla sorunlar önemli ölçüde çözülecek ve azalacaktır.”
ÇATALCA’DA YEMEK BİLE İŞKENCE YÖNTEMİ
Dokuz yıldır avukatlık yapan ve mültecilerle ilgilenen Avukat Yakup Sevinçhan, dokuz yıl boyunca Türkiye’de hak ihlallerinin hiç bitmediğini İstanbul’da açılan ilk GGM’den Çatalca GGM’ye kadar yaşanan mağduriyetin artarak devam ettiğini KARAR’a anlattı.
“Çatalca GGM diğer GGM’ler gibi kapasitesinin üstünde göçmen bulunduruyor. Son yaşanan olayda yemek dağıtan personel ve içeride bulunan güvenlik görevlileriyle göçmenler arasında yaşanan bir münakaşa sonucu sert müdahalede bulundular. Buna karşılık insanlar isyan etti. O gün öğleden sonra 3’e kadar avukat görüşü yapılmadı. Hiçbir şekilde içeriye dışarıdan birileri alınmadı. Güvenlik personeli yetersiz kaldığı için destek ekibi ve polis dahil oldu. Olay sosyal medyada yer alıp tepki çekince Çatalca’daki durum biraz daha normal denebilecek bir hale geldi. GGM'ler de bir sorun çıktığında denetim yapılmasına karşılık kısa süreli olarak usullere uygun hareket edildiğini daha önce de görmüştük. Ancak bazı müvekkillerin söylediğine göre yemek konusunda yaşanan sıkıntı büyümüş. Az ve soğuk yemek dışında iddialara göre yemeğe ilaç katıldığı da söylenmiş. Tabii bir göçmenin yemeğin hazırlanma aşamasına şahit olması da çok zor.”
GUANTANAMO, EBU GUREYB VE GERİ GÖNDERME MERKEZLERİ
Mazlumder Mülteci Komisyonu Başkanı Avukat Yakup Sevinçhan, GGM, personellerinin göçmenler konusunda eğitimsiz olduğunu, GGM’de tutulan insanlara bir nevi düşman ceza hukuku ile muamele edildiğini ifade etti. Sevinçhan, “Almanya’da Führer'in uyguladı aynı zamanda Guantanamo ve Ebu Gureyb cezaevlerinin altında yatan temel mantık şudur: Vatandaş değilseniz sizin için insan hakları geçerli değildir. Bizde bu temellendirme GGM’lerde kullanılıyor” dedi.
“GGM personeli herhangi bir eğitimden geçmiyor ve oradaki insanları insan yerine koymuyor. Personel tarafından ‘zaten bizim ülkemizden değilsiniz bizim vatandaşımız değilsiniz’ diyerek düşmanlaştırılıyorlar. Bir nevi düşman ceza hukukuna göre muamele yapılıyor. Buna göre herhangi bir ülkenin vatandaşı olmayan bir kişi o ülkenin haklarından faydalanamaz temeline dayalı. GGM personeline sorulduğunda tabiki böyle bir şey olmadığını söylüyor ancak bu muamele göçmenlere ceza olarak veriliyor.”
YILDIRMA POLİTİKASI: ‘BU EZİYETİ ÇEKECEĞİME ÜLKEME DÖNERİM’
Göç İdaresinin, yıldırmaya politikasının vücut bulmuş hali olduğunu söyleyen Sevinçhan, göçmenleri ‘bunca eziyeti çekeceğime belgeyi imzalar ülkeme dönerim’ diyecek raddeye getirdikten sonra, onlara hem gönüllü geri dönüş formuna hem de açılan hak ihlalleri davalarından feragat ettiğine dair bir dilekçeye imza attırıldığını ifade etti. Sevinçhan Çatalca’da yaşanan olayın tek olmadığını anlattı:
“Çatalca Geri Gönderme Merkezi’nde göçmen kadınları isyan ettiren muameleler Türkiye’de bulunan bir çok GGM’de karşımıza çıkıyor. Yemeklerin soğuk ve az verilmesi, kapasitenin üzerinde insan tutulması, yatakların kişi sayısına göre yarıda olması, insanlar yerlerde battaniye üzerlerinde yatmak zorunda kalması, sıcak su verilmemesi... Kış aylarında yeterli ödenek olmadığı için binaları ısıtmamaları, GGM içerisindeki yatak ve çarşafların hiç değiştirilmemesi ve kan gibi lekelerle dolu olması, koğuşlara temizlik hizmeti sunulmaması, tuvaletlerin temizlenmemesi, tuvalet ve banyoların temizliğinin yabancılara yaptırılması ama bunu yaptırırken de temizlik malzemesi verilmemesi... Bu koşullar yüzünden göçmenler kantinden aldıkları havluları el sabunuyla köpürterek tuvalet ve banyoları temizlemeye çalışıyor. Müvekkillerin vücudundaki böcek ısırıklarını gördüm. Hijyen öyle bir noktaya gelmiş ki GGM’ler, bit, böcek ve envai çeşit haşerenin olduğu yerler haline geldi. Tuvalet ve banyoların kapılarının olmaması gibi bir çok insani olmayan koşul sıralanabilir.”
Kapat"Göçmenler, yemeklerine ilaç katılarak uyutuluyor ve yemek yemek istemeyenler, yemek vermeme cezasıyla tehdit ...
5 Kasım - Çatalca Geri Gönderme Merkezi'nde neler oluyor? Devamı5 Kasım - Çatalca Geri Gönderme Merkezi'nde neler oluyor?
"Göçmenler, yemeklerine ilaç katılarak uyutuluyor ve yemek yemek istemeyenler, yemek vermeme cezasıyla tehdit ediliyor."
Geçtiğimiz hafta İstanbul’daki Çatalca Geri Gönderme Merkezi’nde yabancı uyruklu göçmenlere yönelik kötü muamele iddiaları gündeme gelmişti. Müvekkilleri içeride bulunan avukatlarla yaptığım görüşmeler sonucunda, göçmenlerin yemeklerine ilaç katıldığı ve yemek verilmemekle tehdit edildikleri bilgisine ulaştım.
İddialara göre, göçmenler, yemekhanede sunulan yemeklere ilaç katıldığını fark etti. Yemek sonrasında baygınlık geçirip uyuduklarını anlayan göçmenler, aşçılarla tartışmaya başladılar. Yemekhane çalışanları ise “Köpek gibi gelip yiyeceksiniz, tantana yapmayın” demiş.
Yemeklerine ilaç katılmasını istemeyen göçmenler, yemek verilmeme cezasıyla tehdit ediliyor. Ayrıca, geçtiğimiz hafta medyaya yansıyan eylem sonrasında, ceza olarak farklı geri gönderme merkezlerine sevkler başlatılmış durumda.
Göçmenlerin aileleri ve avukatlarıyla görüşme hakları kısıtlanarak, hangi merkeze gönderildikleri de gizleniyor. Sevk edilen göçmenler, ailelerine nerede olduklarını bildiremeden farklı şehirlere yollanıyor. Merkezden günlerdir birçok otobüs kalktığı da öne sürülen iddialar arasında.
https://x.com/semaklsn/status/1853810501009997880
Kapatİstanbul’da sözlü cinsel tacize maruz kaldıktan sonra götürüldüğü Geri Gönderme Merkezi’nde birçok hak ihlaline ...
5 Kasım - Tacize uğrayan göçmen kadına deport kararı (Yeni Yaşam) Devamı5 Kasım - Tacize uğrayan göçmen kadına deport kararı (Yeni Yaşam)
İstanbul’da sözlü cinsel tacize maruz kaldıktan sonra götürüldüğü Geri Gönderme Merkezi’nde birçok hak ihlaline maruz kalan Suriyeli Ş.N. hakkında deport kararı çıkarıldı
İstanbul’un Bahçelievler ilçesinde Suriyeli Ş.N. adlı kadın ile eşi M.N., 29 Ekim’de bir erkeğin sözcü cinsel tacizine maruz kaldı. M.N. ile tacizde bulunan erkek arasında arbede çıktı. Olayın Bahçelievler Karakolu’na intikal etmesiyle tarafların ifadeleri alındı.
Suriyeli çift, daha sonra “kamu düzeni veya kamu güvenliği ya da kamu sağlığı açısından tehdit oluşturmak” iddiasıyla Geri Gönderme Merkezi’ne gönderildi. M.N., Arnavutköy GGM’ye, Ş.N. ise Çatalca GGM’ye gönderildi. M.N. daha sonra Riha’daki (Urfa) GMM’ye sevk edildi.
Suriyeli çiftin avukatı, Mehmet Behzat Yılıcak, 31 Ekim’de Çatalca GGM’ye gitti. Ancak “yemek saati” olduğu gerekçesiyle avukat görüşüne izin verilmedi. Avukat Yılıcak, GGM önünde beklediği sırada da göçmen kadınların hak ihlallerini dönük protestolarına tanıklık etti.
Göçmen kadınların protestosu
Yaşananları anlatan Av. Yılıcak, göçmen kadınların yatak ve yemek verilmemesini protesto ettiklerine işaret ederek, “İçeride bulunan kadınlar, camlara vurarak, ‘Biz katil değiliz. Bize yardım edin. Kadın şiddetine hayır’ şeklinde bağırıyordu. GMM önündeki çevik kuvvet polisleri, hemen içeri girdi. Biz de içeri girmek istedik ancak ‘görüşemezsiniz’ denildi. Bu durumu meslektaşlarımızla tutanak altına aldık. Yaşananları İstanbul Barosu ve derneklere aktardım” dedi.
GGM’de hak ihlalleri
Protestolar nedeniyle müvekkili Ş.N. ile görüştürülmediğine dikkati çeken Yılıcak, 1 Kasım’da yeniden GMM’ye gittiğini ifade etti. Yılıcak, müvekkilinin yaşadığı ihlallere dair şunları belirtti: “Müvekkilime yatak verilmemiş, çıplak zeminde yatıyormuş. Protestonun yaşandığı gün ise görevliler öğlen ve akşam yemeğinin verilmeyeceğini söylemiş. Personellerin hakaretlerine, psikolojik şiddetine, aşağılayıcı tavırlarına maruz kalmış. Çıplak zeminde yatmak zorunda kalan yabancılar, gıda ihtiyaçlarının da karşılanmayacağını öğrenince mecburen protesto etmişler. Bu protestolardan sonra kendilerine yer yatağı verildiğini ve normal yemek servisinin yapıldığını söyledi.”
Dosyalar verilmiyor
Görüşme sonrası müvekkiline dair istediği dosyanın “hazır değil” gerekçesiyle verilmediğini aktaran Yılıcak, müvekkili hakkında sınır dışı kararı olduğunu öğrendiğini paylaştı. Yılıcak, “İstanbul Valiliği, müşteki olarak yer aldığı dosya nedeniyle sınır dışı etme kararı vermiş. Suriyeli müvekkilim, geçici koruma statüsünde. Ancak hukuki koruma sağlanmamış. Bununla ‘ne karakola ne savcılığa ne de hakime git’ deniliyor. ‘Adli mercileri uğraştırma’ demek oluyor” dedi.
Karar beklenmeden sevk edildi
Dosya hazırlanmadan ve Sulh Ceza Hakimliği’ne itiraz prosedürü beklenmeden bir müvekkillerinin farklı illere sevk edildiğini kaydeden Yılıcak, “Belki itiraz sonrası hakimlik serbest bırakılması kararı verecek. Sevk edildikleri yerlerde de birçok engelle karşı karşıya kalıyoruz. Arnavutköy GGM’ye iki kere gittik. Orada bulunan erkek müvekkilimin dosyası hazır olmadığı için inceleyemedik. Ancak 3 Kasım’da Urfa GGM’ye gönderildiğini öğrendik” diye kaydetti.
Duyarlılık çağrısı
Müvekkilinin tutulduğu Çatalca GGm’deki ihlallerin araştırılması gerektiğini ifade eden Yılıcak, protesto eylemlerinin yaşandığı güne dair görüntülerin paylaşılması gerektiğini vurguladı. İstanbul Barosu ve hukuk örgütlerinin bu konuda reaksiyon göstermediklerini ifade eden Yılıcak, “Baronun Avukat Hakları Merkezi’yle muhatap oldum, durumu kendilerine aktardıktan sonra beni İnsan Hakları Merkezi’ne yönlendirdiler. Oradakiler de ‘ilgili komisyona ileteceğiz, karar alacağız’ dedi. Olan bir olay var. Neden hızlı bir aksiyon alamıyoruz. Bunlar birer bahane olamaz. Mevcut komisyon gerekli aksiyonu almak zorunda. Bazı hukuk örgütleri ve dernekleri de ‘Bizi sosyal medyada paylaşın bizi etiketleyin biz paylaşırız’ dedi. Sizin vazifeniz bu değil. Sizin olayın olduğu gün her şeyi bırakıp Çatalca GGM’ye gidip tespitlerde bulunmanız gerekirdi” ifadelerini kullandı.
https://yeniyasamgazetesi6.com/tacize-ugrayan-gocmen-kadina-deport-karari/
KapatDün akşam vefat eden bir aile dostumuzun defin işlemleri için bugün İBB'ye bağlı Arnavutköy Mezarlıklar Müdürlüğüne geldik. ...
3 Kasım - İBB'de skandal uygulama. Ölülere bile ırkçılık uygulanıyor! Devamı3 Kasım - İBB'de skandal uygulama. Ölülere bile ırkçılık uygulanıyor!
Dün akşam vefat eden bir aile dostumuzun defin işlemleri için bugün İBB'ye bağlı Arnavutköy Mezarlıklar Müdürlüğüne geldik. Merhum kişi yabancı kökenli olduğu için ikametine yakın olan mezarlık yerine yabancıların defnedildiği uzak bir mezarlığa defnedilmesi gerektiği söylendi. Şahıs Türk vatandaşı olmasına rağmen yine de kabul edilmedi. Mesele hukuki bir uygulama değil, ırkçı yaklaşımla alınan ve hukuka aykırı bir karar. İBB yönetimi bu ırkçı kararından vazgeçmeli!
https://x.com/mohammadakta/status/1853010089407324597?t=ETCt5mHM76l854O-5gmCqA&s=19
KapatÇatalca Geri Gönderme Merkezi’nde kalan göçmenlerin yaptığı eyleme tanıklık eden Av. Mehmet Yılıcak yaşananları anlattı. Av. ...
1 Kasım - Çatalca Geri Gönderme Merkezi’nde neler oluyor? (Haksöz haber) Devamı1 Kasım - Çatalca Geri Gönderme Merkezi’nde neler oluyor? (Haksöz haber)
Çatalca Geri Gönderme Merkezi’nde kalan göçmenlerin yaptığı eyleme tanıklık eden Av. Mehmet Yılıcak yaşananları anlattı. Av. Yılıcak’ın iddiaları yetkililer tarafından derhal işleme alınmalı.
Avukat Mehmet Behzat Yılıcak, 31 Ekim sabahı Çatalca Geri Gönderme Merkezi’nde bulunan Suriyeli müvekkilinin kendisi arayarak ‘burada bana çok kötü davranıyorlar, eziyet ediyorlar’ dediğini bunun üzerine müvekkili ile görüşmeye gittiğini anlattı. Yılıcak, “Çatalca Geri Gönderme Merkezi’nin önünde müvekkilimle görüşmek için beklerken içeriden gelen bağırma ve çığlık seslerini duyduk. Sonrasında yaklaşık 15 çevik kuvvet cop ve kalkanlarla merkezin içerisine girdi. Kadınlar şiddet gördüklerini ifade ederek demir parmaklıklara vurmaya başladı. Göçmen kadınlar, ‘bize yardım edin, kadına şiddete hayır, biz katil değiliz’ diye bağırıyordu. Civarda bulunan ve olaya şahit olan vatandaşlarla birlikte tutanak tuttuk” dedi.
Göçmen kadınlar şiddete maruz kaldı
Göç İdaresi Başkanlığı’nın göçmenleri hukuksuzca gözetim altında tuttuğunu, Göç İdaresi’ne bağlı geri gönderme merkezlerinde uygulanan kötü muameleyi, zorla imzalatılan ‘geri gönderilme’ evrakını ve haklarında ispatlanmış bir suç olmamasına rağmen tahdit kodu verilerek sınır dışı edilen göçmenleri Karar gazetesi gündeme getirmişti. Avukat ve göçmenlerin şahitliklerini dinleyerek yayımladığı haberini, Göç İdaresi Başkanlığı, geri gönderme merkezlerinde kötü muamele olmadığını ve hiçbir göçmene zorla ‘geri dönmek istiyorum’ evrakının imzalatılmadığını söyleyerek yalanladı. Ancak yaşanan yeni olaylar Göç İdaresi Başkanlığı'nın yaptığı açıklama üzerindeki şüpheleri arttırdı.
Bize yardım edin, biz suçlu değiliz
Dün Çatalca Geri Gönderme Merkezi’nde tutulan göçmen kadınların ‘biz katil değiliz, bize yardım edin’ diyerek isyan ettiği görüntüler sosyal medyada gündem oldu. Olayı sosyal medya hesabından paylaşan Avukat Mehmet Yılıcak, şiddet gördüğünü söyleyerek kendisini arayan müvekkiliyle, yaşanan olay nedeniyle geri gönderme merkezindeki memurların görüşmelerine izin vermediği için bugün tekrar GGM’ye giderek müvekkiliyle görüşüp olayın detaylarını öğrendiğini söyledi.
Avukat Yılıcak, geri gönderme merkezinde sürekli olarak göçmenlerin sözlü hakarete ve psikolojik şiddete maruz kaldıklarını ifade etti. Müvekkilinin kendisine dün yaşanan olayın nedeninin, Çatalca Geri Gönderme Merkezi’nde çalışan yetkililerin göçmenlere ‘öğlen ve akşam yemekleri size verilmeyecek’ açıklaması yaptıklarını söylediğini anlatan Yılıcak, “Yetkililer hiçbir gerekçe de belirtmemiş. Göçmenler sürekli olarak aşağılanıyor ve en temel ihtiyaçları olan gıda bile kesiliyor” dedi.
Avukat Mehmet Behzat Yılıcak, “Müvekkilim eylem sonrasında göçmenlere yemek verildiğini söyledi. Ancak Çatalca GGM’nin kesinlikle denetlenmesi gerekiyor. Ben yalnızca bir kişiyle görüştüm, diğer göçmenlerin neler yaşadığını bilmiyorum” dedi.
https://www.haksozhaber.net/catalca-geri-gonderme-merkezinde-neler-oluyor-182476h.htm
Kapat
Çatalca GGM'deki göçmen kadınlar, kötü koşullar ve uğradıkları şiddet nedeniyle eylemdeler. Müvekkilleriyle görüşmek ...
31 Ekim - Çatalca GGM’de göçmen kadınlara şiddet uygulanıyor Devamı31 Ekim - Çatalca GGM’de göçmen kadınlara şiddet uygulanıyor
Çatalca GGM'deki göçmen kadınlar, kötü koşullar ve uğradıkları şiddet nedeniyle eylemdeler. Müvekkilleriyle görüşmek için Geri Gönderme Merkezine giden avukatlar içeri alınmıyor.
Çatalca Geri Gönderme Merkezinde tutulan yabancı uyruklu kadınlar şiddet gördükleri gerekçesiyle eylemdeler. Müvekkilimle görüşmeye geldiysem de yaşanan olaylar nedeniyle görüşmelerin yapılmayacağını belirttiler. TUTANAK EKTEDİR.
https://x.com/gocmenlerle/status/1852003481260810745
KapatGözü dönmüş güruhun kamyonlarla taşınıp getirilmesini, evlerin-işyerlerinin yakılmasını ve katliam girişiminde bulunulmasını 'haklı bir ...
30 Ekim - Kayseri'de Suriyelilere yönelik katliam girişiminin provokatörlerinden Dursun Ataş, İYİ Parti'den istifa ederek AK Parti’ye katıldı. Ataş'a rozetini Cumhurbaşkanı Erdoğan taktı. Devamı30 Ekim - Kayseri'de Suriyelilere yönelik katliam girişiminin provokatörlerinden Dursun Ataş, İYİ Parti'den istifa ederek AK Parti’ye katıldı. Ataş'a rozetini Cumhurbaşkanı Erdoğan taktı.
Gözü dönmüş güruhun kamyonlarla taşınıp getirilmesini, evlerin-işyerlerinin yakılmasını ve katliam girişiminde bulunulmasını 'haklı bir tepki' olarak adlandıran bu kişi, olaylar esnasındaki provakatif söylemlerinden dolayı herhangi bir ceza almış mıydı?
https://x.com/PerenMut/status/1851665914539683882?t=cE7N59zx2leT9XJ7rdQsiA&s=08
KapatHiçbir suçu olmayan masum insanları Geri Gönderme Merkezlerine almaktan vazgeçin. Bu uygulamanızın nasıl zararlara sebep olduğunu fark ...
29 Ekim - Aliya Vakfı: Tekil bir vakayı çözmek için değil, bu zulmü tamamen durdurmak için buradayız. Devamı29 Ekim - Aliya Vakfı: Tekil bir vakayı çözmek için değil, bu zulmü tamamen durdurmak için buradayız.
Hiçbir suçu olmayan masum insanları Geri Gönderme Merkezlerine almaktan vazgeçin. Bu uygulamanızın nasıl zararlara sebep olduğunu fark edin.
https://x.com/aliyavakfi/status/1851337814363029633?s=46
KapatKonya’da yaşayan 20 yaşındaki Suriyeli Hamza El Hafyen, Cuma günü şekerinin yükselmesi nedeniyle hastaneye kaldırıldı. Hamza’nın ailesi, ...
27 Ekim - Şeker komaya soktu, polis gözaltına Aldı: Suriyeli Hamza’dan haber alınamıyor - Sema Kızılarslan (Karar) Devamı27 Ekim - Şeker komaya soktu, polis gözaltına Aldı: Suriyeli Hamza’dan haber alınamıyor - Sema Kızılarslan (Karar)
Konya’da yaşayan 20 yaşındaki Suriyeli Hamza El Hafyen, Cuma günü şekerinin yükselmesi nedeniyle hastaneye kaldırıldı. Hamza’nın ailesi, şekeri 600’e yükselen Hamza’dan hastaneye kaldırıldığından beri haber alamıyor. Hangi geri gönderme merkezine götürüldüğünü dahi bilmeyen ailesi, Hamza’nın hayati durumundan endişe ediyor.
Konya’da yaşayan 20 yaşındaki Suriyeli Hamza El Hafyen, Cuma günü şekerinin yükselmesi nedeniyle hastaneye kaldırıldı. Hamza’nın ailesi, şekeri 600’e yükselen Hamza’dan hastaneye kaldırıldığından beri haber alamıyor. Hangi geri gönderme merkezine götürüldüğünü dahi bilmeyen ailesi, Hamza’nın hayati durumundan endişe ediyor.
25 Ekim’de şekeri 600’e çıkan Hamza El Hafyen, ambulansla Konya Numune Hastanesi’ne kaldırıldı. Durumunun kritik olduğunu gören doktor ve hemşireler, ilk müdahalenin ardından onu yoğun bakıma aldı. Ancak 26 Ekim’de hastaneye gelen polisler, Hamza’nın durumu hala kötü olmasına rağmen kimliği olmadığı gerekçesiyle onu gözaltına aldı ve sınır dışı edilmek üzere geri gönderme merkezine götürdü.
HAMZA'DAN HİÇ HABER YOK
Hamza’nın ailesine hiçbir bilgi verilmeden götürülen genç adamdan haber alınamıyor. Ailesi ve ablası, Hamza’nın kritik durumda olduğunu ve hayatından endişe ettiklerini belirtiyor.
2004 doğumlu Hamza, Suriye’deki anne ve babasına para gönderebilmek için Konya’da bir sanayide çalışıyordu. Yaşlı anne ve babasının endişeli olduğunu söyleyen aile yakınları, Hamza’nın hangi geri gönderme merkezine götürüldüğü ve sağlık durumu hakkında bilgilendirilmek istiyor.
ZORLA GERİ GÖNDERME, İMZA ATTIRMA VAKALARI ARTTI
Türkiye’de zorla geri gönderme uygulamaları, özellikle son yıllarda artış gösterdi. Göçmenlerin sınır dışı edilmeden önce gözaltında tutuldukları geri gönderme merkezlerinin kötü koşullarda olduğu, kalabalık ve steril olmayan ortamların bulunduğu biliniyor.
Geçtiğimiz günlerde KARAR’ın gündeme getirdiği Kırklareli Geri Gönderme Merkezi’nde 37 yaşındaki Suriyeli göçmen İbrahim İzziddin, geri gönderme merkezi yetkililerinden gördüğü şiddet sonucu hayatını kaybetmişti. Bu merkezlerde yaşanan insan hakları ihlalleri sık sık gündeme geliyor.
Hamza’nın yakınları, 20 yaşındaki gencin hayatı için endişe duyuyor ve yetkililerden acil yardım talep ediyor.
Kapat
Göçmen Mülteci Dayanışma Ağı ve Özgürlük için Hukukçular Derneği avukatı Ömer Taş, “Göç ...
25 Ekim - Mülteciler şiddet ve hukuksuzluk kıskacında: GGM’lerde işkence ve şüpheli ölümler arttı (bianet) Devamı25 Ekim - Mülteciler şiddet ve hukuksuzluk kıskacında: GGM’lerde işkence ve şüpheli ölümler arttı (bianet)
Göçmen Mülteci Dayanışma Ağı ve Özgürlük için Hukukçular Derneği avukatı Ömer Taş, “Göç politikaları mültecilerin hayatta kalmasını sağlamaktan uzak” diyor.
- Gönderilmek istenen mülteci sayısı astronomik sayıda.
- Geri gönderme merkezlerinde göçmen ve mültecilerin güvenliğinden sorumlu kamu görevlilerince göçmenlere şiddet uygulanması kabul edilmemesi gereken bir Türkiye gerçeği.
- Geçici koruma statüsü sahibi kişiler ile uluslararası koruma statüsü sahibi kişilerin hukuk nezdinde etkili bir korumaya ihtiyaçları var.
Göçmen Mülteci Dayanışma Ağı ve Özgürlük için Hukukçular Derneği avukatı Ömer Taş, Türkiye’deki göçmen ve mültecilerin yaşadıkları sorunları böyle sıraladı.
Bir de çözüm önerisi sundu: “Bir göç politikası uygulanacaksa bu, olumlu yönde kamuoyu oluşturmak ve vatandaşların mülteciler konusunda bilinçlendirilmesidir. Gelinen aşamada Türkiye sözünü ettiğim gerekleri yerine getirmekten tamamen uzak.”
Avukat Ömer Taş Geri gönderme merkezlerinde yaşananları, Türkiye’nin göç politikaları ve deport kararlarını bianet’e anlattı.
“Gönderilmek istenen mülteci sayısı astronomik sayıda”
Geri gönderme merkezinde idari gözetim altında tutulan bir göçmeni ve avukatını nasıl bir süreç bekliyor?
Hâlihazırda geri gönderme merkezlerinde geri gönderilmeye çalışılan göçmen/mülteci sayısı astronomik rakamlara ulaşmış durumda. Bu durum göçmenin insani koşullarda yaşamasına müsaade etmiyor, beslenmesine ve sağlık problemi yaşadığında sağlık hizmetine ulaşmasında büyük engel teşkil ediyor. Avukatlar ise geri gönderme merkezlerinde müvekkil ile yapacakları en basit görüşme veya dosya incelemek için saatlerce bekliyorlar.
“Avukat görüşmeleri zorlaştırılıyor”
Avukatların geri gönderme merkezine alınan müvekkillerine ulaşamadığı, görüştürülmediği yönünde iddialar ortaya atıldı. Doğru mu bu?
Geri gönderme merkezine götürülmek üzere alınan göçmenler örneğin Avrupa yakasında alındıysa Arnavutköy Geri Gönderme Merkezi’ne götürülür, ardından uyruğuna göre farklı geri gönderme merkezlerine sevk edilir. Sözünü ettiğimiz bu sevk sürecinde müvekkil ile avukatın görüşmesi neredeyse imkânsız.
Yine bu aşamada dosya incelemesi dahi yapılamıyor. Gerek iç hukukta gerek uluslararası hukukta defaatle savunma hakkının önemine değinilse de idari makamların avukat ile müvekkilin görüşmesi noktasında gerekli adımları attığı söylenemez. Aksine idare, bu hususta avukat görüşmelerini zorlaştıran ve hatta kısıtlayan bir tutum içine giriyor.
GGM’lerde göçmenlere yönelik darp ve işkence uygulandığı, şüpheli ölüm-intihar vakalarının arttığını görüyoruz. Ne yaşanıyor arka planda? Sizde konuya dair detaylı bilgi var mı?
Bilindiği üzere Türkiye’de bir cezasızlık algısı aldı başını gidiyor. Ancak bu cezasızlık algısı elbette kendiliğinden oluşmadı. Basına yansıyan olaylarda verilen mahkeme kararları, siyasi otoritelerin yaptığı birtakım açıklamalar bu algının oluşmasında etkili oldu.
Geri gönderme merkezlerinde göçmen ve mültecilerin güvenliğinden sorumlu kamu görevlilerince göçmenlere şiddet uygulanması kabul edilmemesi gereken bir Türkiye gerçeği. Dosyasını takip ettiğimiz ve sınır dışı kararına karşı idari yargıda dava açtığımız bazı müvekkillerimiz baskıya dayanamayıp ülkelerine döndüler.
“Süreç uzuyor, göçmenler ‘gönüllü’ olarak dönmek zorunda kalıyor”
Hukuksuz deport kararlarının göçmenleri mağdur ettiğini biliyoruz. Bu kararlarda ve yapılan itirazlarda nasıl bir süreç işliyor?
İdari işlemler, Anayasa’nın 125. Maddesi uyarınca yargı denetimine tabidir. Dolayısıyla idari bir makam olan Göç İdaresi’nin kararlarına karşı idari yargıda dava açılabiliyor. Ancak açılan bu davaların sonuçlanması o kadar uzun sürüyor ki müvekkiller daha fazla dayanamayıp “gönüllü” olarak geri dönmek zorunda kalıyor.
Bir idari işleme karşı her ne kadar başvuru yapılabilecek bir yol varsa da mahkemelerin iş yükü dikkate alındığında söz konusu başvuru gerekli faydayı sağlamıyor. Uzayan yargılama süreçlerinde müvekkillerimiz adeta ceza yargılaması olmaksızın hapis yatıyor. Bu denli kişi hak ve hürriyetlerinin kısıtlandığı az sayıda durum var.
Gönüllü geri dönüş
Ülkesine ziyarete gitmek isteyen yabancılara gönüllü geri dönüş evraklarının zorla imzalattırıldığı iddiaları gündeme geliyor. Yurt dışına çıkan kişinin geçici koruma statüsü kalktığı için de geri dönemeyebiliyor. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Uluslararası koruma statüleri ile geçici koruma statüsü kural olarak kendi ülkesinin korumasından faydalanamayan kişilere verilir. İdari makamlar bu doğrultuda ülkesine dönen birinin hayati tehlikesinin artık olmadığını, uluslararası koruma gerektiren durumların ortadan kalktığını iddia ediyor ve buna göre işlem tesis ediyorlar. Ancak idari makamlar bu tespitlerini herkes açısından genelleme yolu ile yapıyorlar. Halbuki her olay özelinde ayrı bir değerlendirme yapılmalı.
Gerçekten de Türkiye’de yıllardır bulunan ve burada kurulu bir düzen inşa eden göçmenlerin sırf ülkesini ziyaret etmek istemesi sebebiyle statülerinin kaldırılması hukuka uygun değil. İnsan haklarını uygulamayı kendine ilke edinen, bununla övünen bir devletin pratiğinin de bu ilkelere paralel ilerlemesi gerekiyor. Aksi yöndeki tutum, içinde çelişki barındırır.
Kamu görevlilerinin yabancılarla kurdukları ilişkilerde rüşvet gibi birçok hukuksuzluk söz konusu olduğu söyleniyor. Bunun gerçeklik payı ne?
Denetlenmeyen, yargılanma korkusu olmayan kamu görevlisi rüşvet suçunun faili olabilir. Müvekkillerim özelinde henüz böyle bir sorun ile karşılaşmasam da maalesef sözünü ettiğiniz hususlar uygulamada denk geldiğimiz sorunlar. Fakat başka avukatlar tarafından müvekkillerimize, sizi 10 dakikada çıkarabiliriz, orada tanıdığımız memurlar ve görevliler var şeklinde yaklaşıldığını biliyoruz.
“Mültecilik bir neden değil sonuç”
Irkçı saldırıların artmasıyla göçmenlere yönelik kamusal baskı da arttı. Bunun Göç İdaresi’nde, geri gönderme merkezlerinde ve geçici barınma merkezlerinde bir belirleyiciliği oluyor mu? Oradaki göçmenlerin ve avukatlarının üstünde bir baskı oluşturuluyor mu?
Türkiye’de göçmenlere karşı körüklenen nefret dili; can alıyor, aç bırakıyor ve ötekileştiriyor. Fakirliğinin ve mevcut ekonomik durumun müsebbibi olarak göçmenleri gören kitleler; küfretmeye, saldırmaya hatta öldürmeye hazır. Halbuki göçmenlik/mültecilik bir neden değil bir sonuçtur. Sömürgecinin yayılmacı politikası sebebiyle çıkan savaşlardan kaçar, yaşama çabası içerisinde bir sığınak arar.
Savaşları çıkaranları eleştiremeyenler, bu cesareti kendinde bulamayanlar en savunmasız gördüklerine saldırıyor.
Sözünü ettiğimiz bu nefret dili toplumun her kesimine sirayet ediyor. Göç idaresinde ve geri gönderme merkezlerinde çalışanlar ile geçici barınma merkezinde çalışanlar da bu nefret dilinden etkileniyor ve siyasi otoritelerin “mancınıkla geri göndereceğiz” şeklindeki söylemleri bu kişilere mantıklı geliyor.
Hâlbuki bu tür bir yorumun 21. Yüzyılda herhangi bir karşılığı olmamalı. Sorunuzun bir kısmında mevcut durumun göçmenler ve avukatlar üzerinde bir baskı yaratıp yaratmadığını sordunuz.
Özne olan göçmenin/mültecinin bu tür bir nefret dili ve ona bağlı gelişen pratiklerden etkileneceği tartışmasız. Görevi müvekkiline hukuki destek sağlamak ve olası hak kayıplarının önüne geçmek olan avukatlar ise müvekkillerle görüşemiyor, süreçleri takip etmekte zorlanıyorlar.
Göç alanında, göçmenlerle çalışan sivil toplum kuruluşları, inisiyatiflere dair neler düşünüyorsunuz?
Tahmin edeceğimiz üzere; suyu, taşı, toprağı, ağaçları, hayvanları, insanları ile tamamen yabancı bir ortama giren bir insan, müthiş yalnız hisseder. Hele bir de kaçtığı savaşın ortasında annesini, babasını, kız kardeşini, çocuğunu bırakmışsa… İşte sözünü ettiğimiz bu yalnızlığın ortasında dayanışma gösteren sivil toplum kuruluşları ve inisiyatifler adeta kurtarıcıdır.
Sesini çıkaramayana ses olur, haklarını hatırlatır ve yaşatmaya çalışır. Özellikle göçmenin mağdur sıfatını taşıdığı yargılamalarda sanıklara karşı mağdurun yanında olmak önemli. Takip ettiğimiz davalarda desteğimizi gören göçmenler daha cesur yaklaşıyor ve gerçek anlamıyla dahil olmaya çalışıyorlar.
Sivil toplum kuruluşları, inisiyatifler ve derneklerin gerek iktidarı gerek yargıyı denetleyen bir yönü de mevcut.
Sivil toplum kuruluşları, inisiyatifler ve derneklerin ortaya çıkardığı kamuoyu tepkisi ile karşılaşan iktidar/idare hukuka uygun hareket etme gayretinde bulunuyor. Dayanışmayı büyüten ve konumuz özelinde mültecilerle dayanışma içerisinde olan sivil toplum kuruluşları, inisiyatifler ve derneklerin sayısı artırılmalı, bu oluşumların faaliyetini engelleyecek yasaklamalardan kaçınılmalıdır.
Sizce geri gönderme merkezinde yaşananların ve hukuksuz deport edilme kararlarının önüne nasıl geçilebilir?
Etkin bir denetim sistemi kurulmadan, gerekli teftişler sağlanmadan sözü edilen hususlarda iyileştirme yapılması mümkün değil.
Denetleme faaliyetlerinin yapılması önünde herhangi bir engel bulunmasa da idari makamlar bu konuda gerekli özeni göstermiyor.
Geçici koruma statüsü sahibi kişiler ile uluslararası koruma statüsü sahibi kişilerin hukuk nezdinde etkili bir korumaya ihtiyaçları var. Bu ihtiyacın meclisten çıkacak kanuni düzenlemeler ile karşılanması pek tabi mümkün. Ancak her halükarda öncelikle olumlu yönde bir kamuoyunun oluşturulması gerekiyor. Bu kamuoyu; sivil toplum kuruluşları, inisiyatifler, dernekler ve siyasi partilerin ortak çabası ile oluşturulabilir.
“Mültecilerin can güvenliği sağlanmıyor”
Türkiye’nin mültecilere yönelik göç politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’de mültecilere yönelik göç politikaları maalesef uluslararası sözleşmeler ve iç hukuk düzenlemelerine bağlı kalınmaksızın siyasi saiklerle sürdürüldüğünden hukuki bir değerlendirme yapmak zorlaşıyor. Ancak gelinen aşamada, ölüm haberlerini Antalya’dan, Zonguldak’tan, Gaziosmanpaşa’dan duyduğumuz mültecilerin can güvenliğinin dahi sağlanmadığını görüyoruz.
Bir devlet bütün kurumlarıyla öncelikle sınırları içerisinde bulunanların can güvenliğini sağlamak zorundadır. Irkçılık ve faşizm baskısı altında olan mültecilerin ise bu korumaya fazladan ihtiyacı var. Sözünü ettiğimiz devletin göç politikası öncelikle sınırlarına gelen ve kabul ettiği mültecileri yaşatmaktır.
Bununla birlikte vatandaş olsun veya olmasın herkesin eğitim ve sağlık gibi hizmetlerden eşit yararlanmasını sağlamak göç politikası haline getirilmelidir.
Ancak daha önce de değindiğimiz üzere; bir göç politikası uygulanacaksa bu, olumlu yönde kamuoyu oluşturmak ve vatandaşların mülteciler konusunda bilinçlendirilmesidir. Gelinen aşamada Türkiye sözünü ettiğim gerekleri yerine getirmekten tamamen uzak.
KapatMahemuti Anayeti üçüncü kez deport işlemiyle karşı karşıya kaldı. Zorla 'Çin'e geri dönmek istiyorum' evrakı ...
23 Ekim - Göç İdaresinin usulsüz uygulamaları devam ediyor Devamı23 Ekim - Göç İdaresinin usulsüz uygulamaları devam ediyor
Mahemuti Anayeti üçüncü kez deport işlemiyle karşı karşıya kaldı. Zorla 'Çin'e geri dönmek istiyorum' evrakı imzalatılıyor. Hakkında tutuklama kararı çıkmamasına rağmen geri gönderme merkezinde tutuluyor.
https://x.com/nurcalk_/status/1848821386216714682
KapatSığınmacılarla ilgili olarak sahadaki ihtiyaçlar arasında savunuculuk güncel olarak ilk sıralarda yer alıyor. Çünkü geldiğimiz ...
22 Ekim - Sığınmacılar nasıl düşmanlaştırıldı? Adaletin dostları nereden başlamalı? Savunuculuk için neler yapmalı? – Bekir Berat Özipek (Enternasyonal Dayanışma) Devamı22 Ekim - Sığınmacılar nasıl düşmanlaştırıldı? Adaletin dostları nereden başlamalı? Savunuculuk için neler yapmalı? – Bekir Berat Özipek (Enternasyonal Dayanışma)
Sığınmacılarla ilgili olarak sahadaki ihtiyaçlar arasında savunuculuk güncel olarak ilk sıralarda yer alıyor. Çünkü geldiğimiz aşamada onların da onlarla dayanışma içindeki kişilerin de sesleri yeterince duyulmuyor. Oysa duyulmalı. Sesi kısılanların ve sessizleştirilenlerin yanında durmak, onların sesini çoğaltmak, sorunlarını görünür hâle getirmek gerek. Peki, bunu nasıl yapmalı?
Bu yazı sığınmacıların adım adım nasıl hedef tahtasına oturtulduğunu, meydanın ayrımcı odaklara nasıl bırakıldığını ele alıyor ve savunuculuk ihtiyacının nasıl karşılanması gerektiğini tartışıyor.
Sığınmacıların şeytanlaştırılması, Suriye göçünün başlangıcına kadar giden uzun bir tarihe sahip. Ama bugünkü düzeyine elbette 13 yıl önce ulaşmadı.
Suriye’de rejimin zulmünden ve katliamlarından dolayı insanların kitlesel olarak evlerini terk ederek Türkiye’ye geldiklerinde ilk net olumsuz yargı ve suçlamalar, başta CHP olmak üzere seküler milliyetçi çevrelerle Suriye’deki Baas rejimini mezhepçi bir körlükle inanç temelli olarak savunan çevrelerden geldi. Kılıçdaroğlu Suriyelileri keskin bir nefret diliyle hedef tahtasına koyduğunda, toplumda onlara yönelik yaygın bir önyargı yoktu. Hatta dayanışma ve sempati ifadeleri belirgindi. MHP ve diğer siyasi partilerin dili bile Suriyeliler konusunda o kadar kötü değildi.
İkinci saldırı sosyal medya üzerinden geldi. Bunun bir kısmı iç, bir kısmı da dış kaynaklıydı. Sosyal medya Türkiye’nin yumuşak karnıydı ve adeta bokstaki gibi birileri de “oradan çalıştı.” Twitterdan facebooka sayısız sahte hesap üzerinden her kesime hitap edecek farklılaşmış bir ayrımcılık diliyle sürekli yayın yapıldı. Sırf bu amaçla kurulmuş sahte hesaplardan uzun süre sahte görsellerle gerçek, hayal ve haberi karıştıran, sıkışınca “şakaydı” dedirten paylaşımlar yapıldı. Kötü bakışlı bir adamın resmini koyarak “Suriyeli bakan, Türkiye’de çoğalacağız dedi” gibi (Gerçekte ise ne öyle bir Suriyeli bakan vardı, ne de öyle bir açıklama) paylaşımlar artarak devam etti. Ta ki bu yayınlar bir taban bularak, kendi kendisini yeniden üreten bir kötülüğe dönünceye kadar.
Sosyal medya üzerinden yapılanların üç-beş ırkçının işi olmadığı açıktı; zaman, emek ve harcama gerektiren bir kurgu ile profesyonel bir siyasal iletişim dili söz konusuydu ve bu hâliyle Türkiye’deki malum çevrelerin propaganda becerisini fazlasıyla aşıyordu.
Ancak bu aşamada bile, Ekşi Sözlük’te “Suriyeliler” başlığı altında kötülük oluk gibi akarken, toplumda belirgin bir önyargı ve nefret dalgası hissedilmiyor, bilimsel araştırmalara bu tür bulgular yansımıyordu.
Ancak 2015-2016 yıllarına gelindiğinde, toplumdaki tek yönlü yayın, telkin ve propaganda etkisini göstermeye başladı. 2016 yılında Başbakan Erdoğan “Suriyeli kardeşlerimize vatandaşlık imkânı vereceğiz” açıklaması yaptığında CHP, HDP ve MHP’den tepki geldi. CHP “milli irade diyordun, haydi o zaman referandum yap” derken, HDP’den de “kendine o kadar güveniyorsan referanduma götür” açıklaması geldi. Hiçbir konuda olmayan, görülmeyen dokunaklı bir yakınlaşma, göz yaşartıcı bir “birlik ve beraberlik duygusu”ydu muhalefette gözlemlenen. Ve bütün bunlar olurken ortada Zafer Partisi yoktu.
Sağdan sola muhalefetin, iktidar mücadelesinde “en alttakiler”in üstüne basmakta beis görmemesi, son seçimlere kadar devam etti. 2023 Başkanlık seçiminde Kılıçdaroğlu ana propagandasını sığınmacıları gönderme üzerine kurup, 100 yıl sonra yeni bir tehcir vaat ettiğinde bile, kendisini demokrat olarak tanımlayan birçok siyasi partinin ona desteği değişmedi. Gelecek ve DEVA da “ortak mutabakat”ın tehcir maddesini onayladılar.
Ancak sığınmacılar konusunda ilk günah muhalefetinse ikinci günah iktidarındı. Yıllar içinde CHP düzenli olarak dezenformasyon yaparken, sosyal medya üzerinden bir operasyon yürütülürken ve genellikle Atatürkçü-Kemalist profiller altında yalan yanlış bilgilerle sığınmacılar bir eli yağda devlet kaynaklarını tüketip, hastanede, okulda öncelikli “zevkusefa içindeki birinci sınıf vatandaşlar” olarak resmedilirken, iktidar suskun kalmayı tercih etti. Kamu Diplomasisi Başkanlığı gibi tam da bu amaçla kurulmuş birimler görevini yapmadı. Kurumlar çalışmadı veya çalıştırılmadı.
Suriyeliler konusunda sosyal medyayı teslim almaya başlayan dezenformasyon içeriklerinin ağırlıklı olarak yurtdışı kaynaklı olduğu, Rusya ve İran’dan geldiği gibi açıklamaların kimi zaman devlete ve hükümete yakın çevrelerden gelmesine rağmen, bu çevrelerin mülteci meselesi üzerinden bazı devletlerin müdahalesinden ve bu anlamda bir “dış operasyon”dan söz etmelerine rağmen, en azından ilk planda alınabilecek önlemler kapsamında bilgi güvenliği ve doğru yönde bilgilendirme temelli adımlar atmasının beklenmesine rağmen, bunların hiçbiri olmadı.
Sonuçta muhalefetin ayrımcı propaganda yaptığı, iktidarın da konuşmadığı yıllar içinde ayrımcı önyargı kamusal algıya nüfuz etmeye başladı. Artık 2019 yılına gelindiğinde bu konuda yaygın bir önyargıdan ve “Suriyeliler dilediği üniversitede bedava okuyor” türünden gerçek dışı bilgiye dayalı kanaatlerden ve ekonominin kötüleşmesini de Suriyelilere bağlayan açıklamaların -aksinin dile getirilmediği bir ortamda- ikna ediciliğinden söz etmek mümkündü.
Üçüncü aşama savunucuların yıldırılması ve bertaraf edilmesiydi. Burada da oldukça sistematik bir iletişim dili, adeta iş bölümü vardı. “Sığınmacıları savunan, dincilerle Kürtçülerden başka kimse kalmadı” diye söylüyordu gururla, sadece Suriyelilere değil dindarlara, Kürtlere ve kadınlara karşı da sicili kötü bir gazeteci. Sosyal medyada Suriyelilerle ilgili olumlu paylaşımlar yapanlar özellikle hedef seçildi. Onlara yönelik özelleştirilmiş bir itibarsızlaştırma, küçültme ve hedef alma söz konusuydu. Sonuçta bunda önemli bir başarı da sağlandı. Sosyal arena mülteci savunucularından boşaldıkça, ana akım siyasetçiler ve ana akım medya iktidarla mücadelede sığınmacıları manivela olarak kullanarak ırkçılık ve ayrımcılıktan nemalanma imkanını değerlendirmeyi tercih ettikçe, ayrımcılık daha fazla yükseldi. Zafer Partisi kurulduğunda böyle bir ortam büyük ölçüde oluşmuştu.
Nereden başlamalı?
“Bizde ırkçılık olmaz, benim çocuğum yapmaz” dememek gerektiğini yaşayarak öğrendik. “Bazen bütün bir toplum da şeytanın egemenliği altına girebilir” diyor Horkheimer. Neyse ki henüz o aşamada değiliz, ama sessiz kalırsak yaygın ama derin olmayan mülteci düşmanlığının toplumun kılcal damarlarına doğru derinleşerek sirayet etmesi de pekâlâ mümkün. Dahası, dünya da doludizgin oraya doğru çekiliyor. Milliyetçi tepkisellik, yabancı düşmanlığı, ayrımcılık ve ırkçılık artık pek çok toplumda egemen fikirlerin bir parçası hâline gelmiş durumda.
Bütün bir dünyanın sorunlarını çözemeyiz elbette. Ama bir yerden başlayabiliriz.
Bunun için ayrımcı ve ırkçı kötülüğün en fazla üreme ve topluma enfekte etme imkânı bulduğu yere bakmak ve oradan başlamak gerek. Kimsenin avucunda tutmak istemediği, bir kor veya ateş gibi üstünden atmaya çalıştığı, en çok adaletsizlik üreten yerden yani. Mültecilerden.
Kimseye prim sağlamayan, herhangi bir kesimin kendi hakkını değil başkasının hakkını savunması anlamına gelen ve örgütlü bir kötülük tarafından sürekli olarak saldırıya uğramayı ve itibarsızlaştırılmayı sineye çekmeyi gerektiren bir konudur mülteci meselesi. Bu yönüyle gerçek bir turnusol testidir. Pek çok hak savunucusunun çirkefe bulaşmamak ve “al evine karına götür” türünden hakaretlere maruz kalmamak için susmayı tercih eder hâle getirildiği bir sorun.
Ve işte tam da bu yüzden adalet ve hak mücadelesine oradan başlamak gerek.
Sahnedeki eksik aktör: Savunucular bekleniyor
Siyasal iletişim tekniklerini iyi kullanan, mülteci haklarını savunanları aynı anda hem ahlakçı argümanlarla hem de küfür ve hakaret ederek sindirmekte talimli ayrımcı ve ırkçı unsurların sesinin gür olduğu yer sosyal medya. Elit kuramcılarının dile getirdiği “Örgütlü azınlıklar örgütsüz çoğunlukları yönetir” kuralı en iyi orada işliyor ve bir şebeke hâlinde faaliyet gösterdikleri için göze çok görünüyorlar.
Ancak sosyal medyanın kısa olmakla beraber oldukça öğretici olan tarihi, doğru ve haklı fikirlerin her hâlükârda etki gücünün çok daha fazla olduğunu gösteriyor. Yalanın yayılma hızı yüksek olabilir; yalan söylemek bir siyasi örgüt ya da çete tarafından ideolojik bir mücadele tarzı veya yaşam biçimi olarak görülüp icra ediliyor da olabilir. Sonuçta hepimiz bu hayatı nasıl yaşayacağımıza dair bir tercih yapıyoruz.
Bugünkü tablonun iç açıcı olmadığı doğru. Ama bu tablo pekâlâ değişebilir; değiştirilebilir. Hem de kısa bir zamanda. Önce bir denge sağlanır, sonra doğru bilgi ve fikirlerin kamusal gündeme egemen olduğu görülebilir.
Bunun için küçük de olsa birlikte hak temelli gündemleştirme yapacak gönüllülere ihtiyaç var. Egemen fikirlere ve yargılara karşı kale gibi sağlam biçimde horlanan ve aşağılananlardan yana durup, başına yıldırımlar yağsa serinkanlılığını bozmadan ısrarla ve inatla doğruları söyleyecek küçük gruplardan söz ediyorum.
Özellikle sosyal medyada bıkmadan, yorulmadan, usanmadan, trolleşmeden, en aşağılık hakaretlere dahi aynı dozda cevap vermeden, daha doğrusu hakaret etmeden, hak temelli bir biçimde mültecilerin meselelerini dile getirecek 30-40 kişi bile bütün atmosferi değiştirebilir. Şu an mültecilerin en fazla ihtiyaç duydukları ve mültecilerin hakları ile ilgili olarak da en fazla ihtiyaç duyulan mesele bu: Savunuculuk meselesi.
Bu nasıl olabilir? Siyasi veya insani sebeplerle bir araya gelen küçük bir grup, makul bir süre makul bir ses çıkarmayı başarırsa, bu konuda bugün susan sayısız insan yavaş yavaş cesaret bularak hak temelli paylaşımlara omuz verecektir.
Bunun için öncelikle savunuculukla ilgili faaliyet yürütmek isteyen grubun iki adım veya aşamadan oluşabilecek bir çalışmaya bu iş için birkaç hafta da olsa zaman ayırması gerekir.
Birinci adımda mülteci meselesinin ne olduğu, dünyada ve Anadolu’da insanların hangi saikler altında göç ettikleri, Türkiye’deki Suriyelilerin, Afganistanlıların ve diğer coğrafyalardan gelenlerin içinde bulundukları durum hakkında konuşmayı mümkün kılacak bir bilgilendirme gerçekleştirilir. Bu ilk adım online olarak tüm herkese yönelik olabileceği gibi grup üyelerine özel de olabilir.
Ancak doğru bilgiye sahip olmak önemli olmakla birlikte yeterli değildir. Bir de doğru bilgiyi doğru bir dille gündemleştirmek gerek. Bunun nasıl yapılabileceğini de bilmek gerek. Buradaki anahtar kavram adaletin ve barışın dilidir. Ama bunun somut pratikte nasıl görünürlük kazanacağı, bir tartışma esnasında sarf edilmesi gereken ve gerekmeyen sözlerle, asla yapılmaması gerekenlere, yani usule dair bilinmesi gerekenler de meselenin ikinci adımı olabilir.
Doğru bilgi ve doğru dille, kamusal gündemi hak temelli bir biçimde dönüştürmek için birlikte yola çıkılabilir. Böyle bir yola çıkıldığında zaman içinde varılacak olan yer, özgürlük, adalet ve barış adına bambaşka, ilk aşamada tahayyül edilenin çok daha ötesinde bir yer de olabilir.
Elbette bu yaklaşımı fazla iyimser bulanlar olabilir. Ama iyimser veya kötümser olmak yapılması gerekeni değiştirmemeli. Öte yandan başarılı olmayı tek başına kamusal gündemi oluşturan fikirleri biçimlendirme gücüne de endekslememek gerek. Böyle bir mücadele, sonuçlarından bağımsız olarak gerçekleştirilmeli. En kötümser yaklaşımla amaçlanan gündemin dönüşümünde beklenen etkinin bir an için gerçekleşmemiş olması söz konusu olsa dahi, böyle bir mücadeleyi birlikte yürütmenin öğreticiliği, bizzat onu gerçekleştirenler üzerindeki sağaltıcı ve olgunlaştırıcı etkisi için yine de değer.
Tarihin zor dönemleri vardır ki o anlarda nerede durduğunuz önemlidir. O zor dönemlerin elde ateş gibi yakıcı olan meselesi, yeni ve daha insani bir gelecek için bir kaldıraç olabilir. Gazze’de soykırımın ürettiği dehşet ne kadar büyükse, burada ortaya çıkan enerjinin küresel düzeyde statükoyu değiştirmeye yetecek kadar güçlü bir potansiyeli ifade etmesi gibi, mülteci meselesi üzerinden yeni bir dönemin kapısı aranabilir.
Ama hepsi bir yana, yeni bir ülkede hayata tutunmaya çalışan bir mülteci çocuğa yalnız olmadığını göstermek ve gözlerinde bir güven ışığı görmek için de uğraşmaya değer.
Bekir Berat Özipek
(Enternasyonal Dayanışma dergisinin ilk sayısında yayımlanmıştır.)
https://www.instagram.com/p/DBbEaRMsigv/
https://x.com/Enternasyonal_D/status/1848671640059510873
https://www.facebook.com/permalink.php?st
Kapat
Adana'da yatağın altına konulan ısıtıcıdan çıkan yangından dolayı en büyüğü 6, en küçüğü 1 yaşındaki 3 ...
22 Ekim - Adana'da ısıtıcıdan çıkan yangında 3 çocuk yaşamını yitirdi Devamı22 Ekim - Adana'da ısıtıcıdan çıkan yangında 3 çocuk yaşamını yitirdi
Adana'da yatağın altına konulan ısıtıcıdan çıkan yangından dolayı en büyüğü 6, en küçüğü 1 yaşındaki 3 çocuk yanarak feci şekilde hayatını kaybetti.
Olay, merkez Yüreğir ilçesine bağlı 19 Mayıs Mahallesi 1106 sokak 3 numaralı evde meydana geldi. İddiaya göre, Suriyeli ailenin kaldığı ve en büyüğü 6 en küçüğü 1 yaşında olan 3 çocuğun yaşadığı evde çocuklar üşümesin diye bir çocuğun yatağının altına ısıtıcı konuldu.
Daha sonra baba işe giderken anne ile çocuklar evde uyudu. Bir süre sonra ısıtıcıdan dolayı yangın çıktı. Yangını gören vatandaşlar itfaiyeye haber verdi. Olay yerine gelen ekipler yangını söndürdü ancak 3 çocuk yanarak feci şekilde hayatını kaybetti. Annenin evden çıkarak kurtulduğu öğrenildi. Polis yangınla ilgili inceleme başlattı.
Yapılan incelemede çocuklardan 2'sinin kız olduğu öğrenildi. Çocukların isimlerinin ise Hüseyin Hüseyin (6), Şam Hüseyin (3) ve Şahad Hüseyin (1) olduğu belirlendi. Yapılan incelemenin ardından cenazeler otopsi için adli tıp kurumu morguna kaldırıldı.
https://www.yenimesaj.com.tr/adanada-isiticidan-cikan-yanginda-3-cocuk-yasamini-yitirdi-H1545377.htm
Kapat
“Kitlesel sınır dışı kampanyası; Türkiye'yi, bir zamanlar en fazla mülteciyi barındırdığı için övülen bir ülkeden, ...
21 Ekim - Geri Gönderme Merkezleri dünya gündeminde! Devamı21 Ekim - Geri Gönderme Merkezleri dünya gündeminde!
“Kitlesel sınır dışı kampanyası; Türkiye'yi, bir zamanlar en fazla mülteciyi barındırdığı için övülen bir ülkeden, mültecilerin sokaktan gözaltına alınma ve zorla sınır dışı edilme korkusuyla evlerine saklandıkları bir ülkeye dönüştürdü."
Lighthouse Report ve New Lines Magazine, Türkiye’den zorla geri gönderilen mülteciler için bir rapor yayınladı.
https://x.com/10larmedya/status/1848376620463083577?s=46
KapatAfganistanlı mülteci işçi Vezir Mohammed Nourtani, Zonguldak’ta kaçak bir maden ocağında çalışırken sebebi henüz aydınlatılmamış ...
20 Ekim - Bir kaybetme pratiği olarak ırkçılık – Ercüment Akdeniz (Enternasyonal Dayanışma) Devamı20 Ekim - Bir kaybetme pratiği olarak ırkçılık – Ercüment Akdeniz (Enternasyonal Dayanışma)
Afganistanlı mülteci işçi Vezir Mohammed Nourtani, Zonguldak’ta kaçak bir maden ocağında çalışırken sebebi henüz aydınlatılmamış şekilde hayatını kaybetti ve bedeni patron talimatıyla ocak dışına çıkarılarak yakıldı, yok edilmek istendi. Beden yakmaktaki saik, patronları kaçak maden ocağından ötürü ceza almaktan kurtarmaktı. Magdoff’un “Kullan At Emekçileri” olarak formüle ettiği mülteci/göçmen işçiler, böylece ölüm mertebesine terfi ettirilerek buhar edilmekteydi.
Benzer kaybetme vakası daha önce Adana-Mersin karayolunda, bir portakal bahçesinde vuku bulmuştu. Mustafa El Recep isimli Suriyeli işçinin bedeni fabrikadan çıkarılarak gözden ırak bir yere atılmıştı. Konya’da 150 TL alacağı var diye öldürülen Afganistanlı genç de kör bir kuyunun dibinde bulunmuştu. İzmir Güzelbahçe’de ırkçı ve nefret söylemiyle yakılan Suriyeli üç işçi de kül edilmek istenmişti.
Mülteci bedenleri yakma, yol kenarına, bahçelere atma ya da kuyu dibinde saklama gibi eylemler, aslında mülteciyi kaybederek suç delillerini ortadan kaldırmayı hedefliyor. Çoğu kayıt dışı çalışan enformel endüstrinin bu “görünmez” işçilerini zora düşünce ortadan kaldırmak, en azından yerli işçileri öldürüp yok etmekten daha kolay. Öldürme ve/veya yok etme eylemine alt taşeronların yahut aynı işyerindeki yerli işçilerin suç ortağı yapılması giderek sıradanlaşıyor. Afgan işçi Nourtani’nin yanan bedeni başında boş bir viski şişesi ve kuruyemiş kabuklarının bulunması oldukça düşündürücü bir örnek.
Gelinen yerde, “bizden olan bizden olmayan” ya da “yerli olan yerli olmayan” şeklinde tezahür eden milliyetçi işçi ayrımının; şoven propagandanın da desteğiyle, mülteci bedenleri yok etme sınırına kadar geldiğini söyleyebiliriz. “Bizden olan” işçiler en azından öldürülüp buhar edilmeme ayrıcalığına sahip: elbette şimdilik! Bu durumun yerli işçiler ya da köylüler için bir üst kimlik ya da imtiyaz hâline dönüştüğü her yerde, ırkçılık tıpkı zehirli bir yılanın deri değiştirmesi gibi yüz değiştirerek kendisini gösteriyor.
İşsiz, bunalım içinde ve gelecekten ümitsiz lümpen proleterlerin, işyeri temelinde, faşizmin sivil sıradan erleri olarak mültecilerin üzerine salınması; tam da kapitalist ekonomik kriz, buhran, bunalım ya da en azından derin yoksulluk günlerinin tarihten bilinen şaşmaz pratiği. Sınıf bilincinden ve sendikal örgütten mahrum çalışan ve en alt işlerde sömürülen proleter kesimlerin mafyatik “işveren” şebekelerine dâhil edilmelerinin, kanlı cinayetlere suç ortağı edilmelerinin de hazin bir öyküsüdür bu.
*
Öldürerek ya da öldükten sonra işyerinden mülteci bedenleri çıkarıp buhar etmek dışında da kaybetme pratikleri var egemen göç rejiminin. Son olarak Kayseri’de bunun açık örneği yaşandı. Bir çocuğa cinsel istismar haberiyle birlikte sokaklara çıkan kalabalıklar Suriyelilere ait araçları yaktı, evleri ve dükkânları ateşe verdi ya da taş yağmuruna tuttu.
Irkçı sloganlarla gerçekleşen bütün bu saldırıların belki de tek hedefi vardı: mülteci toplumu şehir dışına sürmek ya da en azından tümden görünmez hâle getirerek kendi gettolarında sinmelerini sağlamak. Sonuç başarılı oldu mu? Oldu. Nitekim 3 bin kadar mülteci işçi aileleriyle birlikte Kayseri’yi terk etmek zorunda kaldı. Kentte kalanlar ev ya da atölyelerine kapandı, mülteciler için “görünmezlik” ölçüsü tavan yaptı. Geri Gönderme Merkezleri dolup taşarken, sınır dışı etme işlemleri için bu provokasyon iklimi hükümetin elini kolaylaştırdı.
Eylem ve linç dalgasına katıldıktan sonra gözaltına alınan, tutuklanan tipler de bize bir şeyler söylüyor. Bin civarında gözaltının neredeyse yarısı sabıkalıydı. Üstelik bu sabıkalar; göçmen kaçakçılığı, tecavüz, dolandırıcılık, uyuşturucu, yağma, hırsızlık gibi suçlardı. Irkçılık bir yandan göçmenleri sindirmeyi ve gözlerden kaybetmeyi hedeflerken, linç dalgası önüne kattığı kurbanlarını kim vurduya getirmeyi de düşünmüştü. Antalya Serik’te öldürülen Suriyeli tekstil işçisi bu kurbanlardan biriydi. Irkçı galeyan ve linç silsilesinin yerli yurttaşları -şimdilik- kapsam dışı bırakarak mültecilere yönelmesi; “görünmez kılma” eyleminin vazgeçilmeziydi. Fakat ilk fırsatta yeniden Kürtlere, Alevilere, Ermenilere, sosyalistlere yönelecek bu gerici dalga, öncelikle bütün kesimleri ortak kümede toplayacak “göçmenlere karşı ırkçılık” harcına ihtiyaç duymaktaydı. Muğla, Manisa ve başka kentlerde Kürt tarım işçilerine, Kürt inşaat ve güneş paneli kurulum işçilerine yapılan saldırılar bu tespitin müspet kanıtları olarak çok kısa sürede kendini gösterecekti.
*
Diyarbakır’da kayıp bedeni günlerce aranan ve bir dere yatağında bulunan küçük Narin cinayeti de bizlere ırkçılık tartışmasının bir başka yüzünü göstermiş oldu. Narin Güran cinayeti sonrasında sosyal medyada Kürt’e mubah görülen ırkçı paylaşımlar kendini göstermekte gecikmedi. Kürt toplum yaşamının oryantalist aşağılanmaya maruz kalması da entelektüel linçin en korkunç örneklerindendi. Oysa 17 bin faili meçhul cinayetin işlendiği bu topraklarda insanlar asit kuyularında, kuytu alanlarda kaybedilmek istenmişti. Böylece bir çocuğun kaybedilen küçük bedeniyle ortaya çıkan toplumsal travma; bölge illerindeki faili meçhuller ve faillerin karanlık eylemleriyle hafıza tazelemişti.
Narin cinayetini İsrail ve batı değerlerine bağlayan radikal İslamizasyoncu zihniyet de bir başka ırkçılık türüyle karşımızdaydı: anti-semitizm. Bu karanlık akıl, iktidarın “makbul Kürt’ünün” karşısındaki tüm Kürtleri “kökü dışarda” bir alt kimlikle aşağılayarak özgün bir ırkçılığa da imza atmış oluyordu.
*
Sonuç olarak, ırkçılığa gösterilecek en küçük hoşgörü ya da prim; mültecilerden ve en alttakilerden başlayarak bütün topluma yayılacak vahşi katliam ve kaybetmelerin de habercisidir. Tarihsel yaşanmışlıklar ve bugün bize başka bir şey söylemiyor.
(Enternasyonal Dayanışma dergisinin ilk sayısında yayımlanmıştır.)
https://enternasyonaldayanisma.org/2024/10/19/bir-kaybetme-pratigi-olarak-irkcilik-ercument-akdeniz/
Kapat''Bu konuda bu uygulamalara bir dur demek için ve bu tekil vakaları çözmektense, talebimizi iletmek istedik. Bu da, ırkçı olmadığımız ...
20 Ekim - İstanbul'da bir grup genç, ırkçılığa ve yaşanan hukuksuzluklara karşı yürüyüş gerçekleştirdi. Devamı20 Ekim - İstanbul'da bir grup genç, ırkçılığa ve yaşanan hukuksuzluklara karşı yürüyüş gerçekleştirdi.
''Bu konuda bu uygulamalara bir dur demek için ve bu tekil vakaları çözmektense, talebimizi iletmek istedik. Bu da, ırkçı olmadığımız ve onun bir olumlaması olan bu uygulamaların artık sonunun gelmesiydi.''
“Bir, ırkçı değiliz. Ve kesinlikle ırkçı değiliz.”
“İki, GGM’lere suçsuz insanların gönderilmesini, GGM’lerdeki hukuksuz deport ve gözetim uygulamalarını reddediyoruz!”
https://x.com/10larMedya/status/1847982673886593181
KapatDemokratik sistemler bir devamlı değişen hükûmetler serisi olarak görülebilir. Her hükûmet göreve gelir ve bir süre sonra ...
19 Ekim - Hükûmetin değişen sığınmacı politikası – Atilla Yayla (Türkiye Gazetesi) Devamı19 Ekim - Hükûmetin değişen sığınmacı politikası – Atilla Yayla (Türkiye Gazetesi)
Demokratik sistemler bir devamlı değişen hükûmetler serisi olarak görülebilir. Her hükûmet göreve gelir ve bir süre sonra görevden gider. Hükûmetler doğal olarak doğru yanında yanlış, iyi şeyler yanında kötü şeyler de yapar. Bazen hayatın akışı içinde bugün doğru görünen şey yarın kendiliğinden kötü, kötü görünen şey doğru hâline gelebilir. Bu yüzden, demokratik hükûmetlere kategorik olarak taraftar veya kategorik olarak karşı olmak çok yanıltıcı bir tavırdır.
Bazen doğruyu yapan bir hükûmetin tavrı adım adım yanlışa dönüşebilir. Bunda değişen şartlar ve kanaat değişikliği yanında demokratik mekanizmaların da tesiri olur. Mesela, tipik bir durum olarak, hükûmetler kendilerine seçimlerde oy kazandıracağına veya oy kaybetmesini engelleyeceğine inandığı şeylere, onları yanlış görse de imza atabilir, yol verebilir. Türkiye’nin yakın tarihinde EYT olayı bunun tipik bir örneğidir. EYT, neresinden bakılırsa bakılsın, hatadır. Erdoğan 2018’de, mealen, siyasi hayatına mal olsa bile gerçekleştirmeyeceğini söylediği bu uygulamayı maalesef 2023 seçimleri öncesinde hayata aktardı. Bunda muhalefetin sırtında yumurta küfesi olmamasının verdiği rahatlıkla gerçekleştirdiği ölçüsüz seçim vaatleri ve yaklaşan seçimlerin bunun da tesiriyle kaybedilebileceği endişesi önemi rol oynadı.
AK Parti iktidarında son zamanlarda dikkat çekici bir değişiklik özellikle Suriyeli sığınmacılara yönelik kamu politikasında göze çarpmakta. Aslında bu politika Erdoğan hükûmetlerinin, hassaten Erdoğan’ın, en doğru durduğu yerlerden biriydi. Komşumuz Suriye’de bir iç savaş patlak verdi. Acımasız bir diktatör olan Esad Türkiye’nin telkin ve tavsiyelerine aldırmadı. Bir azınlığa dayanan mezhepçi rejimini ayakta tutmaya çalıştı. Tüm demokrasi ve demokratik hak taleplerine silahla karşılık verdi. Silahlı güçlerini sivil insanların üzerine sürdür. Can havliyle yüzlerce yıldır vatanları olan toprakları terk etmek zorunda kalan milyonlarca insan en yakın yerlerden biri olduğu için Türkiye’ye sığınmaya çalıştı. Türkiye gerekeni yaptı ve sığınmacılara karşı açık kapı politikası izledi. Bu yolu aynı zamanda uluslararası hukuka ve evrensel insan haklarına göre de izlemek zorundaydı. Böylece binlerce Suriyeli sığınmacı Türkiye’ye akın etti.
Türkiye bu insanları topraklarına aldı. Önce onlar için kurulmuş olan kamplara yerleştirdi. Sonra bunun yanlış olduğu düşüncesiyle sığınmacıların ülke içinde dağılmasına izin verdi. Sığınmacılar çeşitli yerlere yerleşti. Başlarda ülkeye bir yük getirdiği düşünülen sığınmacılar zaman içinde ülkeye önemli ölçüde entegre odu ve ekonomide önemi roller üstlenmeye başladı. Bugün ülke ekonomisinin üretken ve vazgeçilmez bir parçası. Bazı sektörler onlar olmasa duracak hâlde. Yani sığınmacılar artık ülkeye yük getirmemekte, aksine, büyük katkı sağlamakta.
Buna rağmen, 2023 seçimlerinin ardından yeni hükûmetin sığınmacılara karşı politikası değişmeye başladı. Olur olmaz sebeplerle, bazen uyduruk gerekçelerle sığınmacılar taciz edilmeye başladı. Binlercesi Geri Gönderme Merkezlerine alındı ve sudan bahanelerle geri gönderildi. Aynı şeyler bu konuda faşist ve ırkçı politika taleplerini dile getiren CHP veya Zafer Partisi iktidarda olsa yine yapılacaktı. Aradaki tek fark CHP ve ZP’nin bu konuda büyük gürültü çıkaracak olmasına karşılık hükûmetin aynı şeyleri daha sessiz sedasız gerçekleştirmesi...
Hükûmetin tersine dönen sığınmacılar politikası sadece sığınmacıları mağdur etmekle kalmayacak. Ne yazık ki, Türkiye’ye de fayda sağlamayacak, zarar verecek.
KapatAvrupa Birliği liderleri, mülteci sorunu ile ilgili, tutum değişimine işaret eden bir zirveyi geride bıraktı.
Perşembe günü yapılan zirveden, ...
18 Ekim - AB'de sığınmacılar için 'geri dönüş merkezleri' planı hayata geçirilebilir mi? Devamı18 Ekim - AB'de sığınmacılar için 'geri dönüş merkezleri' planı hayata geçirilebilir mi?
Avrupa Birliği liderleri, mülteci sorunu ile ilgili, tutum değişimine işaret eden bir zirveyi geride bıraktı.
Perşembe günü yapılan zirveden, sığınma başvurusu reddedilenlerin sınır dışılarının hızlandırılması için yasa değişikliği yapılması kararı çıktı.
Yasal yolları tüketen sığınmacılar için Avrupa sınırları dışında "geri dönüş merkezleri" kurulması önerisi Avrupalı liderlerin çoğu tarafından desteklendi.
Ancak İspanya ve Belçika, Avrupa hukukuna göre, kişilerin üçüncü bir ülkeye gönderilmesinin mümkün olmadığını belirterek öneriye karşı çıkıyor.
Zirvede verilen önemli mesajlardan biri de "Suriye'nin artık güvenli bir ülke olduğuna" yönelik açıklama oldu.
Birlik, Beşar Esad yönetimiyle bağların yeniden kurularak, Suriyeli sığınmacıların "gönüllü ve güvenli" şekilde ülkelerine dönmesinin sağlanmasını tartıştı.
AB Komisyonu tarafından bu yılın ortalarında kabul edilen yeni Avrupa Göç Anlaşması 2026 yılı ortasında yürürlüğe girecek. Bazı AB liderleri ise bu zirvede daha acil ve "yenilikçi" önlem önerilerini gündeme getirdi.
Zirvede, Avrupa sınırları dışında geri dönüş merkezleri kurulması önerisi üzerinde ortak tutum oluşmadı.
Çek Cumhuriyeti Başbakanı Peter Fialla'nın deyimiyle, Afganistan ve Suriyeli sığınmacıların ülkelerine gönderilmesi de dahil, daha önce "tabu" sayılan birçok konuda AB liderleri görüşlerini açıkladı.
İtalya Başbakanı Giorgia Meloni, sığınma başvurusu reddedilen göçmenler için Arnavutluk'ta açılan iki geri dönüş merkezi hakkında bilgi verdi.
'Suriye artık güvenli ülke'
Hollanda Başbakanı Dick Schoof da, sığınma başvurusu reddedilen Afrikalılar için Uganda'da geri dönüş merkezi kurmayı planladıklarını ve bu konuda Uganda ile yapılan temasları anlattı.
Avusturya Başbakanı Karl Nehammer, İsrail'in Lübnan'a yönelik saldırıları sonrası buradaki 250 bin civarında Suriyeli sığınmacının ülkelerine geri döndüğünü belirtti ve Suriye'nin artık güvenli bir ülke haline geldiğini savundu.
Nehammer, Avrupa'daki Suriyeli ve Afgan sığınmacıların kendi ülkelerine geri gönderilmesi önerisinde bulundu.
İtalya Başbakanı Meloni de, Suriyeli sığınmacıların güvenli bir şekilde ve gönüllü olarak geri dönüşünün sağlanması için Esad rejimi ile bağların yeniden kurulmasını istedi.
Rusya ve Belarus suçlanıyor
Rusya ve Belarus'un sığınmacıları "silah olarak" kullandığını belirten Polonya Başbakanı Donald Tusk da, bu hafta başı açıkladığı, sığınma başvurularını geçici olarak askıya alma planı hakkında bilgi verdi.
Polonya Başbakanı'nın bu önerisi, AB liderlerinin büyük çoğunluğundan destek gördü. AB Komisyonu Başkanı von der Leyen de, Tusk'un talebine kapıyı kapatmadı.
Donald Tusk, liderler zirvesi sonrası yaptığı açıklamada, "Az önce tüm liderlerle önemli bir toplantıdan çıktım ve istediklerimi başardım" açıklamasını yaptı.
AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, talepleri reddedilen sığınmacıların sınır dışı edilmesi konusunda kısa sürede bir yasa önerisi sunacaklarını açıkladı.
Von der Leyen, yasal yolları tüketen sığınmacıların sadece beşte birinin sınır dışı edilebildiğine de işaret etti.
İspanya Başbakanı Pedro Sánchez, von der Leyen tarafından gündeme getirilen Avrupa sınırları dışında geri dönüş merkezleri önerisine taraf olmadıklarını söyledi.
Sánchez, zirve sonrası yaptığı açıklamada, "Bu hiçbir sorunu çözmeyeceği gibi, yeni sorunlar da yaratacaktır" dedi.
Belçika Başbakanı Alexande De Croo da, Avrupa sınırları dışında kurulacak göçmen merkezlerinin hem maliyetli hem de etkisiz olduğunu savundu.
İtalya'da mahkeme iptali
İtalya'da ise sığınma talebinde bulunan göçmenleri Arnavutluk’ta kurulan merkezlere gönderme projesi başladıktan hemen sonra mahkeme engeliyle karşı karşıya kaldı.
Çarşamba günü 16 göçmen, İtalya donanmasına ait bir gemiyle Arnavutluk’a götürülmüştü.
Roma’daki mahkeme, bu göçmenlerin Arnavutluk’taki merkezlerde tutulmasının onanması talebini reddetti.
Mahkemenin kararında, Arnavutluk’ta ‘gözaltında tutulan’ bu kişilerin geldikleri ülkelerin ‘güvenli’ olarak tanımlanmasının mümkün olmadığı ve İtalya’ya getirilme haklarının bulunduğu belirtildi.
Mısır ve Bangladeşli oldukları açıklanan bu 16 kişiden 4’ü Arnavutluk’a götürüldükten sonra küçük yaşta ya da korunmaya muhtaç durumda olduklarının tespit edilmesiyle tekrar İtalya’ya gönderilmişti.
İtalya hükümeti binlerce göçmeni sığınma başvuruları değerlendirilirken Arnavutluk’ta kurulan iki merkezde tutmayı planlıyor.
Başka bazı Avrupa ülkelerinin de göç meselesini 3. ülkelere nakil yoluyla çözme girişimleri açısından bu plana ilgi gösterdiği belirtiliyor.
Ancak İtalya-Arnavutluk arasındaki anlaşma insan hakları ve uluslararası yasaların ihlal edilmesi endişesine de yol açtı.
İlk aşamada 16 kişinin Arnavutluk’a götürülmesinin masrafının 300 bin euroyu bulduğu, göçmenleri bu ülkede tutmanın İtalyan vergi mükelleflerine çok daha pahalıya mal olduğu eleştirileri de var.
Hafta başında 16 kişinin Arnavutluk’taki merkezlere götürülmesinden bu yana İtalya’ya deniz yoluyla gelen göçmen sayısı ise 2 binin üzerinde oldu.
Bu nedenlerle muhalefet ve insan hakları örgütleri İtalya-Arnavutluk anlaşmasını hükümetin pahalı ama etkisiz bir propaganda aracı olarak yorumluyor.
KapatMülteci meselesi siyasetin ana gündem maddelerinden biri ve uzun yıllar da böyle olmaya devam edecek gibi görünürken, dünyanın en ...
17 Ekim - Röportaj: Avukat Derman Güler: 'CHP ırkçı siyasetçileri makamla onurlandırıyor' – Nuray Babacan (Gazete Duvar) Devamı17 Ekim - Röportaj: Avukat Derman Güler: 'CHP ırkçı siyasetçileri makamla onurlandırıyor' – Nuray Babacan (Gazete Duvar)
Mülteci meselesi siyasetin ana gündem maddelerinden biri ve uzun yıllar da böyle olmaya devam edecek gibi görünürken, dünyanın en çok mülteci barındıran ülkesi olan Türkiye’nin de bu meseleye akılcı ve hakkaniyetli çözümler üretmesi bekleniyor. Ancak merkezdeki partilerin yapısal sorunları gidermek yerine, ‘öteki’ni işaret etmeye başladıkları bu süreçte ne yazık ki konu ırkçı siyasetin inisiyatifine terk edilmiş durumda.
Yaşadığımız dönemde insanlık krizine dönüşen mülteci meselesinin uluslararası boyutlarını, sağ popülizme karşı solun nasıl bir tavır alması gerektiğini ve konunun çözüm imkanlarını insan hakları hukukçusu, avukat Ali Deman Güler ile konuştuk.
‘GÖÇ İNSANLIK TARİHİNİN, MÜLTECİLİK İSE KAPİTALİST ÇAĞIN BİR ÜRÜNÜ’
Uzun yıllardır insan hakları ve mülteci hukuku alanında çalışıyorsunuz. Sizce dünyada ve Türkiye'de insanlık krizine dönüşen mülteci meselesindeki ırkçı popülist siyasete karşı sol neden etkili bir politika geliştiremiyor?
Mülteci meselesinin çözümüne yönelik solun neden etkili bir politika geliştiremediğini sorgulamadan önce solun bu konuda nasıl bir yaklaşımı olması gerektiğini konuşalım isterseniz. Sosyalistler, hepimizin bildiği üzere, emek sömürüsünün son bulduğu, sınıflı toplumun ortadan kalktığı, devletin tedrici olarak sönümlendiği bir dünya için mücadele ederler. Sosyalist solun bu bağlamda tarihi henüz birkaç yüzyılı bulan ulus devletleri ve bunlarca çizilmiş siyasal sınırları aşan apayrı bir dünya tahayyülü vardır. Dolayısıyla kapitalist dünyanın reel politiği ile sosyalist fikriyatın gelecek kurgusu arasındaki fark bugün sizin sorduğunuz sorunun cevaplarını içinde barındırıyor.
Örneğin, sosyalistler için kapitalist dünyanın çizdiği siyasal sınırlar hiçbir anlam ifade etmez. Buna göre dünyadaki temel çelişki emek ve sermaye arasındadır. Bu bağlamda Komünist Manifesto'da söylendiği gibi "işçilerin vatanı yoktur!" Dolayısıyla tüm dünya proleterlerinin sınıf mücadelesi etrafında birleşmesini öngören bir ideolojinin kapitalist dünyanın ulus devlet sınırlarıyla doğrudan bağlantılı olan ‘mültecilik’ gibi bir kavrama parlamenter siyaset içinde yanıt verirken zorlanması kadar doğal bir şey olamaz.
İnsanlık tarihi aynı zamanda bir göç tarihi…
Evet, yeri gelmişken sıklıkla yapılan bir hatayı düzeltelim o halde. Göç, insanın dünya üzerinde yaşamaya başladığı ilk günden beri var olan bir olgudur, hatta bir bakıma evrimseldir. İlkel toplumda da feodal toplumda da kapitalist toplumda da var olmuştur. Bugün gibi yarın da var olmaya devam edecektir. Mültecilik ise devlet sınırlarının belirginleştiği, kulun vatandaş olduğu, ulus devletlerin güçlü sınır denetimlerine başladığı henüz çok yakın bir tarihsel dönemin meselesi. Şöyle diyelim, insan yeryüzü üstünde yetmiş bin yıldır yaşıyorsa, mültecilik taş çatlasın yüz elli yıllık bir konu. Dolayısıyla yetmiş bin yıllık göç olgusuyla yüz elli yıllık mülteciliği birbirinden ayırmak gerekir. Göç insanlık tarihinin, mültecilik ise kapitalist çağın bir ürünüdür diyebiliriz.
‘1951 MÜLTECİ SÖZLEŞMESİNİN KURGUSU 73 YILDA ÇÖKTÜ’
Avrupa Birliği (AB) gibi siyasal aktörler iltica hukuku kavramlarını işine geldiği şekilde kullanırken göç ve mültecilik terminolojisine ilişkin bir kargaşa da yaşanıyor. Peki, mülteciler uluslararası hukuk tarafından nasıl tanımlanıyor?
Benim de uzun süredir üzerinde düşündüğüm bir konu bu. Elimizde burjuva hukukunun 1951 Sözleşmesi tanımı dışında bir veri yok. Buna göre kabaca ‘dini, milliyeti, belirli bir toplumsal gruba üyeliği veya siyasi düşünceleri nedeniyle zulüm gören veya göreceği korkusu ve endişesi taşıyan, bu sebeple ülkesinden ayrılan/ayrılmak zorunda bırakılan kişi’ diye tanımlanıyor mülteciler. Bu tanım, adil bir dünya hayali kuran bizler için başlı başına bir sorun. Öncelikle tanımın çerçevesi çok dar. Örneğin, kıtlık çeken bir ülkenin yurttaşı açlıktan ölecek duruma gelse bile mülteci olmaya hak kazanamıyor, uluslararası hukuk onu korumuyor. Mülteci Sözleşmesi'nin üzerinden geçen 73 yılda metnin ana kurgusu çöktü. Küreselleşen yağmacı kapitalizm dünyayı yaşanmaz bir yer haline getirdi. Mesela bugün iklim mültecileri diye bir kavram oluştu. 2050 yılına kadar içinde Fiji ve Solomon Adaları’nın bulunduğu beş ülke sular altında kalacak. Milyonlarca insan bu felakette yurtlarını yitirecek. Vatansız kalacak bu halklar için mevcut uluslararası hukuk bir koruma sağlamıyor, onlara mültecilik statüsü vermiyor.
‘SİSTEM, MİLYONLARCA YURTTAŞI MÜLTECİ İŞÇİ SOPASIYLA TEDİP EDİYOR’
Peki, siz genel olarak ülkemizdeki mültecileri nasıl tanımlıyorsunuz? Bununla birlikte Türkiye’de siyasal rejimin mülteci politikalarını nasıl anlamalıyız?
Ben ülkemize gelmiş, çoğu Suriyeli, milyonlarca insanı ‘güvencesiz göçmen proleterler’ olarak tanımlıyorum. Bu grubun tümünün işçi sınıfına dahil olmadığı elbette aşikar. Fakat ‘Erdoğan Devletinin’ mültecileri konumlandırdığı yer tam olarak burası. Bir ikame topluluktan bahsediyoruz. Ekonomik ve siyasi ikame rejimine tabi bir grup bu. Düşük ücrete, kötü çalışma koşullarına, sendikalılığa karşı Türkiyeli proleterleri ikame ediyor. Suriyeliler olmasa fabrikalar durur diyen ahlaksız zihniyet buradan besleniyor. Çalışma izni sayılarına bakın lütfen. Bu insanların sigortasız şekilde, asgari ücretin altında kalan maaşlarla, azami çalışma sürelerinin çok üzerindeki saatler boyunca çalıştırıldığını bilmeyen var mı? Sistem işte milyonlarca yurttaşı bu mülteci ikame işçi sopasıyla tedip ediyor. İşin ekonomik ikame boyutu bu… İnsan haklarına, uluslararası hukuka, anayasaya aykırı binlerce uygulamayı da mültecileri üzerinize salarım diye AB ve uluslararası siyaset nezdinde görünmez kılıyor. Bu sayede sistem, mülteci meselesini kişi hak ve özgürlüklerine yedeklemiş oluyor. Fiilen çökmüş uluslararası insan hakları rejimi de bu aşağılık durumu kabulleniyor. Mültecilerin ikame rejimi dediğim uygulamadaki siyasi rolü de bu. İşte sol siyasetin önündeki görevin bu gerçekleri halka anlatmak; durumu “mücadelede ortaklaşmamız gereken mültecilerdir, karşı çıkılması gereken ise iktidar ve kapitalizmin mülteci yaratan politikalarıdır” diye ifşa etmek olduğunu düşünüyorum. Tabi bu dilin yozlaşmış sağ söylemin dışlayıcı ve düşmanlaştırıcı diskuru kadar kolay kurulamayacağını, yurttaş nezdinde karşılık bulması için yoğun çaba gösterilmesi gerektiğini kabul etmemiz gerekiyor.
‘KILIÇDAROĞLU'NUN ‘GÖNDERECEĞİZ’ SÖZÜNÜ HATIRLAYIN’
Sanırım bu yanıt baştaki ırkçı popülist siyasete karşı solun etkili politika geliştirmesinin önündeki zorlukları açıklıyor. Peki, bu güçlükler, ırkçı popülist söylemlere teslim olup zaman zaman da benzer politikalar üretmeyi haklı kılar mı?
Ben sınıf perspektifi olmayan bir siyaseti sol olarak adlandırmaya karşıyım. Bu açıdan, hadi adını açıkça analım CHP, olsa olsa burjuva demokratik değerleri savunan bir kitle partisi olarak adlandırılabilir. CHP'den ulus devlet sınırlarını inkar eden, emeğin serbest dolaşımını, enternasyonalist güç birliğini savunan bir yaklaşım beklemek makul de mantıklı da değildir. Ancak, sıkıntı da esasen burada başlıyor. CHP demin yetersizliğinden dem vurduğumuz 1951 Sözleşmesi'nin bile gerisinde tutum alan bir parti oldu. Kılıçdaroğlu'nun defalarca ‘göndereceğiz’ sözünü kullanmasını hatırlayın. Geri gönderme yasağı gibi temel, aksine işlem yapmanın mümkün olmadığı bir "jus cogens" normu dahi popülizm uğruna feda edebilen bir bakış bu.
‘CHP, IRKÇILARI TALTİF EDİYOR, MAKAMLA ONURLANDIRIYOR!’
Bu bağlamda CHP’nin özellikle cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ırkçı bir partiyle aynı söylemleri kullanmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kapalı kapılar ardında meselenin en ırkçı kanadını teşkil eden Ümit Özdağ gibi bir kişiye bakanlık verebilen bir anlayışa söylenecek çok da bir söz yok aslında. Bu basiretsiz siyasi bezirganlık olsa olsa politika kısırlığı, kadro kalitesizliği ve siyasi körlük ile açıklanabilir. Yalnız bir o kadar vahimi de CHP'nin güncel durumunda saklı bence. Bugünkü CHP yönetiminin yerel seçimlerde iki üç fazla belediye almak adına düştüğü acziyet mutlaka tartışılmalıdır. Ben mültecilere iş yeri ruhsatı vermiyorum, sularını on kat pahalıya satıyorum diyen Tanju Özcan'ı Bolu'ya; mültecilerin nikah ücretini yirmi dört kat artırdım, onları göndereceğim diyen Burcu Köksal'ı Afyon'a belediye başkanı yapan da bugünkü Özel'in CHP'si. Burada Kılıçdaroğlu'ndan Özel'e devamlılık arz eden bir siyasal patern olduğunu görüyoruz. Artık kabul edelim ki bu sağcı duruş, CHP'nin mülteci konusundaki tercihi, genel geçer siyaseti olmuştur. Yoksa bu iki belediye başkanının uygulamalarının CHP tarafından tepki görmesi, bu rezilliğe kurumsal olarak karşı çıkılması beklenirdi.
Söz konusu açıklamaları Avrupa'da herhangi bir ırkçı parti yetkilisi yapsa mahkemeden ceza alır, üyesi oldukları ırkçı partiler dahi kamuoyu tepkisinden sakındıkları için böylelerinin üyeliklerini derhal sonlandırır. Bizde ise CHP, adı geçen bu ırkçı siyasetçileri taltif ediyor, makamla onurlandırıyor. Söz konusu açıklamaları bırakın kınamayı, bunlara bir düzeltme dahi yapamıyor. Bu durum hem siyasi acziyet hem de sözün en usturuplu hali ile ayıptır. Bir insanın suyuyla, ekmeğiyle, evi ve evliliği ile uğraşmaktan; bunları siyasi malzeme yapmaktan insanım diyen herkes utanır, hicap duyar. Faşistlerle, faşistleri makam sahibi yaparak mücadele edemezsiniz. Bunu yapıyorsanız da artık o saatten sonra değil sol, demokratız deme lüksünüz bile kalmaz. Sağcılarla iş tutup sosyalistlere laf çakmanın, onların aldığı oy oranlarını küçümserken sokakta yürüse tanınmayacak figürlere milletvekili dağıtmanın CHP'yi gömdüğü ideolojik çukur işte tam da burasıdır. Sol bu çarpık zihniyete mahkûm değildir diye düşünüyorum.
‘MÜLTECİLER TÜRKİYE’DEKİ EŞİTLİK VE ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİNİN ASLİ UNSURUDUR’
Peki, söyleşimizi bitirirken mülteci meselesinde ırkçılığa karşı kalıcı ve etkili bir politika için nereden başlamalı, nasıl bir söylem geliştirmeliyiz diye soralım isterseniz...
Solun, sosyalistlerin tarafı amasız fakatsız ezilenlerin yanıdır. Bugün uluslararası hukukun kazanımlarından bir adım bile olsun geri adım atmak asla kabul edilemez. Beğenmesek, yeterli bulmasak dahi bu düzenlemeler insanlığın ortak kazanımlarıdır. Bu bağlamda mültecileri statüsüzleştirmeye hizmet eden ‘geçici koruma’ gibi muğlak ve hukuka aykırı kavramları reddetmekle işe başlayabiliriz. Bu geçiciliğin yabancı işçiler ve emekçiler için güvencesizlik anlamına geldiğini, bunun da Türkiyeli yoksulları tehdit ve terbiye etmek için kullanıldığını ısrarla dile getirmeliyiz. Türkiye'nin mülteci meselesi ülkenin tüm ilerici unsurlarının birlikte mücadelesi ile hakkaniyetli bir çözüme ulaştırılabilir. Mültecilerin kendisini de bu mücadelenin içinde temel bir özne olarak kabul etmekten başka yol yoktur. Kadın meselesini kadınsız, Kürt meselesini Kürtsüz çözmek nasıl mümkün değilse, mülteci meselesini de mülteciler olmadan, onların fikrini sormadan, mültecileri mücadeleye ortak etmeden çözmek mümkün değildir. Mültecilerden bir eşya gibi söz etmek, onları alınıp satılacak, bir yerden bir yere taşınacak unsurlar olarak görmek yaygın ırkçı aklın hastalıklı bir çıkarımıdır. Mülteci meselesini ülkenin diğer meselelerinden ayırmayı, onu burjuva demokrasinin hapsettiği alandan tartışmayı doğru bulmuyorum. Mülteciler uzunca bir süredir Türkiye'deki eşitlik ve özgürlük mücadelesinin asli unsurlarıdır. Çözüm öncelikle bunu kabul etmek, ardından yurttaşları ve mültecileri bu ortak mücadelede bir araya getirmektedir diye düşünüyorum.
‘KÜRESEL KAPİTALİZMİN SÖMÜRÜ DÜZENİ DEVAM ETTİKÇE MÜLTECİLİK VAR OLACAK’
Dünyada savaşlar, yoksullaşma ve iklim krizi ile birlikte oluşan global devletsizleştirme ve istikrarsızlaştırma politikaları sonucunda neredeyse bütün coğrafyalarda yurtsuzlaştırılmış, topraklarından koparılmış insanların daha güvenceli gördükleri bölgelere akın ettiği bir tablo ile karşı karşıyayız. Göçün her geçen gün daha fazla arttığı bir süreçten geçiyoruz. Son olarak şunu sormak istiyorum, sizce aslında bu durumun müsebbibi olan büyük devletler kendi yarattıkları krizi yönetebilecekler mi? Bu gidişata göre 10 yıl sonra dünyayı nasıl bir tablo bekliyor?
Kapitalist sistemin batıda yarattığı refah devletlerinin ne pahasına varlıklarını sürdürdüklerini hatırlamadan bu sorulara yanıt vermek oldukça zor. Konuyu açıklamak adına Okyanusya’daki küçük ada devleti Nauru ilginç bir örnektir. Bu ada halkının hayatı 1900’lerin başında ülkelerinde bulunan fosfat sayesinde geri dönülemez biçimde değişti. Ülkenin 1968 yılında bağımsız olmasını izleyen on yıl içinde Naurulular önemli bir gelire sahip oldular ve ülkede gayri safi milli hasıla 1981 yılında zirveye çıktı. Fakat aradan geçen yıllarda ülke ekonomisinin bel kemiği olan fosfatın tükenmesiyle Nauru ciddi bir ekonomik krize girdi. Bu süre zarfında fosfattan kazanılan gelirin büyük kısmı sömürgeci kapitalistleri zengin etmiş, Nauru halkı bu gelirin ancak çok küçük bir kısmından yararlanabilmişti. Bunun yanında yaklaşık yüz yıllık madencilik serüveni adanın yüzde seksenini ekonomik olarak kullanılamaz duruma getirmiş, suyunu içilmez toprağını ekilmez kılmıştı. Bugün ada, bu sömürünün ana bileşeni Avustralya tarafından bir mülteci gözaltı merkezi olarak kullanılıyor. Bu iş için Nauru hükümeti Avustralya’dan çeşitli adlar altında milyonlarca dolar ödeme alıyor. Ülkeden çıkarılıp götürülen fosfatın yanında devede kulak kalsa da, ödemeler 2015 yılında, artık iyice fakirleşmiş ülkenin bütçesinin üçte birine kadar yükseldi. Kendisi de bir göçmen ülkesi olan Avustralya’nın Nauru’ya para karşılığı bir mülteci hapishanesi muamelesi yapması size bir yerlerden tanıdık geliyor mu?
Adı Nauru ya da Türkiye olsun, küresel kapitalizmin ekonomik sömürü ve savaşla dizayn ettiği yoksul ülkelerin vatandaşları ya kendisi mülteci oluyor ya da bu hale gelmelerinin sebebi olan devletlerin mevcut refahını sürdürmesi için ülkelerinin sınır karakolları olmasına razı bırakılıyorlar. Bugünkü uluslararası mülteci mevzuatı küresel kapitalizmin kendi yarattığı sorunları yine kendi sistemi içinde çözme çabasından başka bir şey değil. Bu açıdan durum bana kesik kuyruğunu yakalamak için etrafında dört dönen çaresiz bir kediyi anımsatıyor. Küresel kapitalizmin sömürü düzeni ve saldırganlığı devam ettikçe mülteci krizi devam edecek ve bu krizi yönetmek mümkün olmayacaktır. Solun önündeki güncel görev bu nedenle, uluslararası hukukun kazanımlarını korumak, iklim krizi, kıtlık ve derin yoksulluk gibi alanları mevzuata yeni iltica sebepleri olarak eklemek olmalıdır diye düşünüyorum. Ancak, sistemin temel çelişkilerine küresel çapta bir yanıt verilmedikçe, on yıl sonrasının bugünden farklı olmayacağını, hatta kazanımlarda kısmi geriye gidişlerin mümkün olduğunu da akıldan çıkarmamak gerekiyor.
KapatAylarca süren ortak soruşturma, Brüksel'den gelen fonlarla işletilen ve hak ihlalleriyle dolu bir sistemi ortaya ...
14 Ekim - Türkiye'nin AB tarafından finanse edilen sınır dışı etme makinesinin İçindeki ihlaller Devamı14 Ekim - Türkiye'nin AB tarafından finanse edilen sınır dışı etme makinesinin İçindeki ihlaller
Aylarca süren ortak soruşturma, Brüksel'den gelen fonlarla işletilen ve hak ihlalleriyle dolu bir sistemi ortaya çıkardı
Dawood, geçen yıl tutulduğu sınır dışı merkezindeki Türk güvenlik görevlilerinin gözlerindeki iğrenmeyi hatırlıyor. "İnsanlığın öldüğünü hissettim," dedi, güvenliğini korumak için takma adla tanımlanan 30'lu yaşlarındaki yumuşak sesli Suriyeli adam. "Sadece bağırmaya devam ettiler: 'Siz hayvanlar gibisiniz! Sizden bıktık. Eğer bir erkekseniz, Suriye'ye geri dönün ve savaşın!'"
Cesaretten ve ülkesine olan sevgiden yoksun olmayan Dawood için aşağılanma çok ağır oldu. Suriye'ye döndüğünde, Beyaz Miğferler olarak da bilinen Suriye Sivil Savunması için gönüllü kurtarma görevlisi olarak çalıştı. Dawood, beş yıl boyunca Beşşar Esad rejimi ve Ruslar tarafından bombalanan yanan binalara daldı, başkalarını kurtarmak için kendi hayatını riske attı ve sonunda 2022'de Suriye'nin İdlib eyaletinden kaçıp geçerli belgeleri olmadan İstanbul'a yerleşti.
Dawood, şu anda saklandığı Suriye restoranından bir röportaj sırasında bu muhabire, "O gardiyanlara Suriyelilerin neler deneyimlediğini anlatmaya çalıştım," dedi. "Ama onlar, 'Umursamıyoruz. Öleceksen, git Suriye'de öl,' dediler."
Dawood, Eylül 2023'te Türkiye'den Bulgaristan'a yasadışı yollardan geçmeye çalışırken yakalandıktan sonra, Türkiye'nin Gaziantep şehrinin hemen dışında bulunan sınır dışı merkezinde son bulmuştu. Diğer Suriyelilerle dolu bir otobüsle Suriye sınırına yakın tesise vardığında, metal çitler ve dikenli tellerle kaplı uzun duvarlarla çevrili devasa beş katlı bir kompleks gördü. Girişte, "Bu proje Avrupa Birliği tarafından ortak finanse edilmektedir" yazan soluk bir tabela duruyordu.
Dawood geldiğinde telefonuna el konuldu ve bir odanın önünde sıraya girmesi söylendi. Sırasını beklerken, önünde sırada duran adamın iki sivil polis memuru tarafından odadan sürüklenerek çıkarıldığını ve dövüldüğünü hatırladı. Sonra Dawood çağrıldı. Odanın içinde, 30'lu yaşlarında, sarıya boyanmış saçlı bir kadın bir bilgisayarın başında oturuyordu ve ona daha sonra el konulan eşyalarını alabilmek için "bazı standart evrakları" imzalamasını söyledi. Dawood önündeki forma baktı ve "Suriye Arap Cumhuriyeti'ne gönüllü dönüş" kelimelerini gördü.
“Daha sonra o kadına bir avukatla görüşmek istediğimi söyledim, ancak o kadar çok insanın sırada beklediği bir ortamda böyle şeyler için zaman olmadığını söyledi,” diye hatırlıyor Dawood. “Israr ettiğimde, 'Gerçekten o polis memurlarını tekrar aramamı mı istiyorsun?' diyerek beni tehdit etmeye başladı.”
Dawood'un anlattıkları anormal bir olay değil. AB'nin göç yönetimini üçüncü ülkelere dış kaynak olarak vermesinin ve mültecilerin hakları ihlal edildiğinde göz yummasının karanlık yüzü. Bu makalenin yazarlarının Lighthouse Reports tarafından koordine edilen ortak bir soruşturmada bildirdiği gibi, AB göçmenlerin ve mültecilerin kötü muamele gördüğü, aşağılandığı ve sözde "gönüllü sınır dışı formları" imzalamaya zorlandığı 32 "geri gönderme merkezi"nden oluşan geniş bir ağın kurulması ve işletilmesi için en az 200 milyon avro fon ayırdı. Soruşturma, El Pais, NRC, Der Spiegel, Al Jumhuriya, Politico, Le Monde, L'Espresso, Etilaat Roz ve Suriye Araştırmacı Gazeteciliği Hesap Verebilir Gazetecilik (SIRAJ)'dan 20'den fazla gazetecinin yarım yıldan fazla süren haberciliğini içeriyordu.
Ankara, Haziran 2023'ten bu yana yetkililerin 180.000 "düzensiz göçmeni" sınır dışı ettiğini ve 160.000 Suriyelinin ülkelerine "gönüllü olarak geri döndüğünü" söylüyor. Türkiye ayrıca geçen Temmuz ayında ülke çapında binlerce kişinin Suriyelilerin evlerini, dükkanlarını ve diğer mülklerini ateşe verdiği ve Suriyelilere saldırdığı, 17 yaşında bir Suriyeli çocuğun öldüğü isyanlara tanık oldu. Bu tür ırkçı şiddet patlamaları, Türk hükümetinin kitlesel sınır dışı etme kampanyasıyla birleşince, Türkiye'yi bir zamanlar dünyanın en fazla mültecisine ev sahipliği yaptığı için övülen bir ülkeden, bu mültecilerin sokaktan alınma, gözaltına alınma ve zorla sınır dışı edilme korkusuyla evlerinin içinde saklandıkları bir yere dönüştürdü.
AB, bu baskının sorumluluğunu birkaç şekilde paylaşıyor. Brüksel, milyonlarca mülteciyi Türkiye'de tutmak için Ankara ile anlaşmalar yaparak Türk toplumuna muazzam bir baskı yapmakla kalmadı, aynı zamanda göçmenleri ve mültecileri yakalama, gözaltına alma ve uzaklaştırma sistemini de finanse etti, araştırmamız bunu buldu. Geçtiğimiz yıl bir bilgi edinme özgürlüğü talebiyle elde edilen yüzlerce sayfalık AB iç belgelerini inceleyerek, AB'nin geri gönderme merkezleriyle ilgili bir düzine projeye 213 milyon avro taahhüt ettiğini ve yatak çarşaflarından dikenli tellere kadar neyin finanse edildiğini ayrıntılı bir şekilde belgeleyebildiğimizi hesapladık. AB yetkililerinin merkezler içinde bildirilen suiistimallerin farkında olduğuna dair açık kanıtlar bulmamıza rağmen, finansman kesintiye uğramadan devam etti ve Brüksel şu anda yeni bir uzatma hakkında görüşüyor.
Ayrıca geri gönderme merkezlerinde ve yardımcı tesislerde tutulan (ve bazı durumlarda hala tutulan) yaklaşık 40 kişiyle görüştük. Bireysel tanıklıkları görsel kanıtlar, kamu ve iç AB belgeleri ve hükümet dışı örgüt raporlarından elde edilen bulgularla doğrulayarak geri gönderme merkezlerindeki koşulları ayrıntılı bir şekilde araştırdık ve aşırı kalabalıklık, kötü hijyen, dayak, ırkçı taciz ve intihar girişimlerinin yanı sıra belirsiz koşullar altında meydana gelen bildirilen ölümlere dair ezici kanıtlar bulduk. Lighthouse araştırması hem Suriyelilerin hem de Afganların deneyimlerini kapsarken - Türkiye'deki iki ana mülteci grubu ve en sık gözaltına alınanlar - New Lines özellikle Suriyelilere odaklandı.
Lighthouse'un yazılı sorularına yanıt olarak Ankara, hem Türk hem de uluslararası hukukta yerleşik geri göndermeme ilkesine olan bağlılığını yineledi, bu ilkenin Suriye için geçerli olduğunu teyit etti ve bu nedenle Suriye'ye yapılan tüm geri dönüşlerin "gönüllü, güvenli ve onurlu" olduğunu savundu. Ancak bu soruşturma, sadece çok sayıda avukat da dahil olmak üzere zorla sınır dışı edilen Suriyelilerin ifadelerinde değil, aynı zamanda hem Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi hem de Türkiye Anayasa Mahkemesi'nin kararlarında ve hatta mevcut ve eski Türk yetkililerin itiraflarında aksine ezici kanıtlar buldu. Bu yetkililerden biri, geçen yıla kadar Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın danışmanıydı ve Suriye'ye gönderilen kişilerin geri dönmek istememesi durumunda hükümetin "onları yine de gönderdiğini" teyit etti.
Ankara'nın sınır dışı etme makinesi yıllardır tam gaz çalışıyor, ancak 2023'teki son cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ardından aşırı ısındı. Bu kritik oylama sırasında Erdoğan devrilmeye yaklaştı ve göç konusundaki "yumuşak duruşu" nedeniyle sürekli olarak saldırıya uğradı. Ana muhalefet partisi Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), en azından 2018'den beri bu konuyu öne çıkardı, ancak bu sefer bir adım daha ileri giderek ülkedeki sözde "13 milyon Suriyelinin" toplu olarak sınır dışı edilmesini isteyen aşırı sağcı bir uç parti olan sözde Zafer Partisi ile ittifak kurdu (gerçekte, Türkiye'de 3 milyondan fazla kayıtlı ve en az yüz binlerce kayıtsız Suriyeli var). Sonuç, milliyetçi öfke ve ırkçı söylemlerle dolu bir kampanya oldu ve CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu mültecileri "her gün damarlarımıza sızan kontrolsüz bir sel ... ve bir gün varlığımızı tehdit edecek" olarak tanımladı.
Erdoğan muhalefetin tonunu eleştirirken, sonunda onların mesajını devraldı ve aynı şekilde bir milyon Suriyelinin "geri dönüşünü" sağlama sözü verdi. 20 yıl önce iktidara geldiğinden beri en dar farkla yeniden seçildiğinde, Ankara'daki birkaç kaynak, yeni içişleri bakanına ve Göç İdaresi Başkanlığı (PMM) müdürüne verdiği talimatların açık olduğunu söyledi: sınırı kontrol edin, düzensiz göçü bastırın ve Suriyelilerin sayısını azaltın. PMM ile sık sık temas halinde olan bu kaynaklardan biri, ortak soruşturmaya isminin açıklanmaması koşuluyla "Entegrasyon çabaları bir kenara bırakıldı" dedi. "Şimdi tüm odak mümkün olduğunca çok sayıda insanı sınır dışı etmek."
Bu hedefe ulaşmak için Başbakanlık, seçimden hemen sonra Temmuz 2023'te yeni bir amiral gemisi projesi başlattı: sözde mobil göç araçları. İçişleri bakanına göre, şu anda dolaşımda 270 adet kırmızı-beyaz minibüs bulunuyor. Bunlar Türkiye sokaklarında devriye geziyor veya otobüs ve metro istasyonlarının dışında belgesiz yabancı olabilecek kişileri arıyor. İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, bu yılın Ağustos ayında Türk kanalı Habertürk'e verdiği röportajda, "Bu araçlar geldiğinde kimse dışarı çıkamaz," diye övündü. "Elbette kayıtlı yasal göçmenlerden bahsetmiyorum," diye hemen ekledi. "Ama diğerleri için: Dışarı çıkar çıkmaz onları yakalayacağız."
Birkaç diplomat ve avukat, Türkiye'deki Afgan mülteciler için, Taliban'ın 2021'de Afganistan'ı ele geçirmesine rağmen uluslararası koruma elde etmenin çok zor olduğunu söyledi. Suriyeliler, Türkiye'nin mültecileri hala açık kollarla karşıladığı ve Erdoğan'ın onlara "kardeşlerim" dediği 2013'te onlar için oluşturulan bir statü olan "geçici koruma" için hak kazanırken, belirli bir eyalette kayıtlı olmaları gerekiyor ve 2022'den beri İstanbul, Ankara ve diğer 14 eyalette bu statüye başvurmaları engelleniyor. Yasal statü elde edenler bile - "kimlik" olarak bilinen imrenilen kimlik kartını edinenler - hala işgücü piyasasına erişimlerini ve hareket özgürlüklerini sınırlayan bir dizi kısıtlamaya tabi tutuluyor, örneğin bir eyaletten diğerine taşınmadan önce önceden "seyahat izni" alma zorunluluğu gibi.
İbrahim ismiyle tanınan üniversite öğrencisi genç bir Suriyeli adam, bu yaz Gaziantep'in şehirlerarası otobüs istasyonunda mobil göç aracına bindirildiğinde ve gerekli seyahat izin belgelerini gösteremediğinde yaşadığı bir çileyi hatırladı. İbrahim, yazarlardan birinin duyduğu kız kardeşiyle yaptığı bir telefon görüşmesinde, "Adama Türk üniversitesinde öğrenci olduğumu ve sadece orada yaşayan kız kardeşimi ziyaret etmek için Gaziantep'e geldiğimi söyledim," dedi. "Ama adam bana 'Umurumuzda değil. Beni takip et' dedi."
İbrahim, aynı gün Suriye sınırında bulunan Elbeyli kasabasının dışındaki bir kampa götürüldüğünü söyledi. İbrahim, Dawood'un aksine telefonunu saklamasına izin verilen kampın içinden, "Her iki saatte bir buraya bir otobüs geliyor ve insanları Suriye'ye götürüyor," dedi. "Bizi dövüyorlar ve Suriye'ye gitmek istediğimizi söyleyen bir kağıt imzalamamızı söylüyorlar. Hatta beni su olmayan bir odaya koydular ve gardiyana 'Suriye'ye gitmek istiyorsa su alabilir' dediler."
Başbakanlık Müsteşarlığı, ortak soruşturmanın sorularına verdiği yanıtta, mobil göç araçlarında her zaman bir göç uzmanı ve bir tercümanın bulunduğunu, Başbakanlık Müsteşarlığının “düzensiz göçle mücadelesini medeniyet değerleri, insan hakları ve hukuka uygun olarak” yürüttüğünü belirtti.
Ankara'daki üç kaynağa göre, mobil göç araçları projesi İngiltere'den fon aldı. Ne Ankara'daki İngiltere Büyükelçiliği ne de Londra'daki Dışişleri, Milletler Topluluğu ve Kalkınma Ofisi bu iddiaya yanıt verdi. Öte yandan AB, araçların içinde kullanılan teknolojiye yatırım yaptı. 2020 tarihli bir AB iç belgesinde gösterildiği gibi, Brüksel en az 800 parmak izi tarayıcısı sağladı ve GocNet (MigrationNet) adlı dijital bir veritabanını geliştirmek için yaklaşık 10 milyon avro yatırım yaptı. PMM web sitesinin söylediğine göre bu veritabanı minibüslerin içinde kimlik kontrolleri için kullanılıyor. Dahası, yakalamalar sırasında AB logoları taşıyan farklı tipte araçlar da kullanılıyor. Örneğin, İstanbul'daki merkezi bir meydanda, mobil göç ekipleri tarafından yakalanan kişilerin kimliklerini kontrol etmek için kullanılan AB logolu bir minibüs gördük. Aracın arka kapısında AB ve Türk bayraklarının bulunduğu bir tabela ve yine o bilindik ifade vardı: "Bu proje Avrupa Birliği tarafından finanse edilmektedir."
Erdoğan hükümeti için bu proje siyasi bir nimet gibi görünüyor. Yerlikaya, göçü kontrol altına alma konusundaki başarılarıyla övünmesi için neredeyse her ay hükümet yanlısı televizyon kanalları tarafından davet ediliyor. Geçtiğimiz Eylül ayında A Haber kanalına verdiği bir röportajda, arkasındaki büyük ekranda sınır dışı istatistikleri gösterilirken stüdyoda volta atarken, "Size iyi bir haber vereyim!" dedi. Bakan, bir önceki yılın Haziran ayından bu yana mobil göç araçlarının 1,5 milyondan fazla kimlik kontrolü gerçekleştirdiğini ve yaklaşık 190.000 "düzensiz göçmen" tespit ettiğini söyledi. Aynı dönemde 180.000 kişi sınır dışı edilmiş ve yaklaşık 160.000 Suriyeli "gönüllü olarak" Suriye'ye dönmüştü. Sunucunun iltifatlarına maruz kalan Yerlikaya, "Bunu bu şekilde yapan dünyadaki tek ülkeyiz," dedi. Geçtiğimiz yıl, "Tüm zamanların en büyük sınır dışı etme kampanyasını yaptık."
Göçmenler ve mülteciler yakalandıktan sonra sınır dışı etme sürecinin ikinci aşamasına geçiyorlar: bir geri gönderme merkezinde gözaltına alınma. Yerlikaya aynı röportajda ülke genelinde yaklaşık 20.000 tutukluya resmi toplam kapasitesi olan 32 tane böyle merkez faaliyette olduğunu söyledi.
AB, 2007'den itibaren merkezlere fon sağlamaya başladı ve uydu görüntüleri inşaatın 2012 civarında başladığını gösteriyor. Dawood'un tutulduğu Gaziantep dışındaki merkez inşa edilen ilk merkezlerden biriydi. Ayrıca Avrupa Komisyonu, bu muhabirlerin gördüğü 2022 tarihli İnsan Hakları İzleme Örgütü'ne yazdığı mektupta, "başlangıçta sığınmacılar ve mülteciler için kabul merkezleri olarak planlanmış ve tasarlanmış" altı tesisten biriydi. "2015'te Türk Hükümeti'nin talebi üzerine [kabul merkezleri] Avrupa Komisyonu ile mutabakata varılarak geri gönderme merkezlerine dönüştürüldü."
Avrupa Komisyonu raporunda, "Bu dönüşümün maliyeti Türkiye Hükümeti tarafından finanse edildi" denildi.
Ancak tüm maliyetler değil. PMM “tüm pencerelere demir parmaklıklar” ve “gerekli kapıları ahşaptan çeliğe değiştirmek” için ödeme yaparken, yakın zamanda dönüştürülen merkezlerde güvenlik bir sorun olmaya devam etti; bu soruşturmayla elde edilen 2016-2019 yılları arasında yürütülen bir AB projesine ilişkin dahili bir raporda belirtildi. AB daha sonra dönüştürülen merkezlerde güvenlik panelleri ve dikenli tellerle “dış duvarların yüksekliklerinin artırılması” için en az 1,4 milyon avro ödemeyi kabul etti; Dawood'un parmaklıklar ardındaki penceresinden baktığını söylediği dikenli telin aynısı. Raporda, Avrupa vergi parasının bu şekilde yatırılması sonucunda “kaçış oranının önemli ölçüde azaldığı” belirtildi.
Avrupa Komisyonu sözcüsü, ortak soruşturmalarda sorulan sorulara verdiği yanıtta, burada bahsi geçen yatırımların “geri gönderme merkezlerindeki standart güvenlik sistemlerine atıfta bulunduğunu” ve “genel olarak, geri gönderme merkezlerine sağlanan AB yardımı, Türk yetkililerin merkezlerdeki fiziksel ve maddi koşulları iyileştirme çabalarına önemli ölçüde yardımcı oldu” dedi.
Toplam değeri 60 milyon avro olan bu özel proje, dahili ve kamusal belgelerde bulduğumuz Türkiye'nin geri gönderme merkezleriyle ilgili bir düzine AB projesinden yalnızca biri. Geri gönderme merkezleriyle ilgili projelere taahhüt edilen toplam AB fonunun en az 213 milyon avro olduğunu hesapladık. Bulgularımıza yanıt olarak yazan bir Avrupa Komisyonu temsilcisi, toplamın 200 milyon avronun hemen altında olduğunu söyledi ancak bu paranın harcandığı bireysel projelerin kesin bir dökümünü vermedi.
AB, bu soruşturma boyunca bu tür ayrıntılar konusunda pek açık sözlü olmadı. Örneğin, bir Avrupa Komisyonu sözcüsü, AB'nin 14 merkezin inşası ve 11'inin yenilenmesi veya tadilatı için ödeme yaptığını belirtti. Ancak, iç belgelerde AB'nin sözcü tarafından belirtilmeyen dokuz merkezde daha duvarların uzatılması veya personel alımı için ödeme yaptığına dair kanıtlar bulduk (bu tutarın toplamı, bazıları zamanla kapandığı için şu anda faaliyette olan 32 merkezden daha fazladır).
AB'nin merkezlere sağladığı fonların neredeyse tamamı, sözde "Katılım Öncesi Yardım Aracı"ndan (IPA) geliyor. Teoride, bu katılım öncesi fonlar, Türkiye gibi AB aday ülkelerinin AB üyeliğine nihai katılım için gereken reformları uygulamalarına yardımcı olmak için tasarlanmıştır. Ancak Brüksel ve Ankara arasındaki katılım müzakereleri 2016'dan beri durmuş durumda ve AB, Erdoğan'ın artan otoriterliği nedeniyle bazı IPA yardımlarını askıya aldı, ancak göç alanındaki IPA desteği devam etti.
Ankara'nın AB için göç yönetimi açısından ne kadar önemli bir ortak olduğu, Brüksel ve Ankara'nın sözde AB-Türkiye anlaşmasını imzaladığı Mart 2016'da netleşti. Anlaşmanın özü, Ankara'nın Suriyeli mültecilere ev sahipliği yapmak için her biri 3 milyar avroluk iki yardım paketi karşılığında Yunan adalarına geçen "düzensiz göçmenleri" geri almasıydı. 2021'de 3 milyar avroluk üçüncü bir dilim eklendi. Bu paranın büyük çoğunluğu Suriyeli mülteciler için çok ihtiyaç duyulan nakit desteğine, sağlık hizmetlerine ve eğitime giderken, AB-Türkiye anlaşması kapsamında bütçelenen paranın bir kısmı da Dawood'un baktığı dikenli tellerin parasını ödeyen 60 milyon avroluk proje dahil olmak üzere sınır dışı merkezleri için projeleri finanse etti.
Elbette, AB fonları merkezlerdeki yaşam standartlarını iyileştirmeye de gitti, AB hijyen kitleri, battaniyeler, yastıklar ve hatta müzik aletleri için ödeme yaptı. Ancak konuştuğumuz tutukluların birkaçı böyle bir yardımdan faydalanmadıklarını belirtti. “Kampa girdiğimizde şampuan, sabun, battaniye ve yastık alacağımızı söyleyen bir kağıt parçası imzalamak zorunda kaldık, ancak sonra almadık,” dedi İngiliz ordusunda tercüman olarak çalışan ve Taliban'dan kaçmak zorunda kalan Afgan bir adam olan Ghani, Kırklareli merkezinde geçirdiği zaman hakkında. “AB'nin ödediği duşlar veya futbol sahaları gibi birçok iyi şey vardı. Ancak bunların hiçbirini kullanmamıza izin verilmedi.”
Yerlikaya, Ağustos ayında Habertürk'teki röportajında, herkesin gelip merkezleri "herhangi bir zamanda" ziyaret edebileceğini belirtmesine rağmen, birkaç Avrupalı diplomat, bir diplomatın "propaganda turları" olarak tanımladığı önceden ayarlanmış ziyaretler dışında böylesine sınırsız bir erişime sahip olmadıklarını bize bildirdi. BM Mülteci Ajansı ve Uluslararası Göç Örgütü (IOM) de merkezlere sınırlı erişimle mücadele ediyor, başka bir diplomat kaydetti. "İzlemek istediklerini izleyemiyorlar."
Avrupa Komisyonu sözcüsü, AB'nin AB parasının nasıl harcandığını kontrol etmek için merkezlere düzenli "izleme misyonları" gerçekleştirdiğini yazdı. Komisyon, bu raporları elde etmek için yaptığımız bilgi edinme özgürlüğü talebimizi kabul etmedi ve belgelerin, üçüncü taraflarla paylaşılırsa "Avrupa Komisyonu ile Türkiye arasındaki ikili ilişkilere zarar verebilecek" "kritik gözlemler" içerdiğini belirtti.
Koşulların merkezden merkeze değiştiği ve bazılarında son zamanlarda iyileşme olduğu söylense de, eski personelle yapılan görüşmeler, merkezleri ziyaret eden birkaç avukat ve üç dört tesisteki koşullara tanık olan yaklaşık 40 eski tutukluyla yapılan görüşmeler, kötü muamelenin çeşitli biçimlerinin sistemsel ve sürekli olduğunu açıkça ortaya koyuyor.
Konuştuğumuz üç eski ve mevcut personel, merkezlerin “hapishanelerden daha kötü” olduğunu söyledi. “Hijyen berbat, yemekler berbat, her şey kirli ve binalar aşırı kalabalık,” dedi hala birkaç merkezde çalışan bir Türk tercüman. Başka bir mevcut personel, kötü muamelenin ciddiyetinin, tutukluların “Türk vatandaşı olmaması” ve personelin aşırı çalıştırılması ve düşük ücret almasıyla da ilgili olduğunu söyledi. “Çoğu o kadar bitkin ki 'yabancıları' sadece sayı olarak görüyorlar,” diyor.
Aşırı kalabalıklık yapısal bir sorundur. Birçok tutuklu bize en az sekiz kişiyle dört yataklı odaları paylaşmak zorunda kaldıklarını ve açık avlularda veya kapalı spor sahalarında uyuduklarını söyledi. Sosyal medyada doğrulanan görüntüler, İstanbul'un hemen doğusunda bulunan Tuzla merkezindeki tutukluları, çöp yığınlarının ortasında çitle çevrili bir basketbol sahasında sıkışmış halde gösteriyor. (Buradaki durumun, kısmen geçen yılın sonunda İstanbul'un batı ucunda başka bir büyük geri gönderme merkezinin açılması nedeniyle yakın zamanda iyileştiği söyleniyor.)
"Sardalya gibi sıkıştık" dedi 2023 sonbaharında Tuzla'da olduğunu söyleyen Azerbaycanlı bir adam. "Her dört kişiye bir battaniye verildi ve donarak ölmemek için tamamen yabancı insanlara doğru sürünmek zorunda kaldık." 2023 depreminden sağ kurtulduktan sonra başka bir yerde kayıtlıyken İstanbul'a taşınan bir başka Suriyeli adam, Tuzla'da "kanalizasyonlardan sıçrayan fareler" olduğunu söyledi. Aşırı kalabalık ve kötü hijyen, hastalıkların yayılmasını körükledi. İlkbaharda Şanlıurfa geri gönderme merkezinde tutulan 20'li yaşlarının başındaki bir Suriyeli, "Birçok kişide mide hastalıkları, diş sorunları ve uyuz gibi cilt hastalıkları vardı" dedi. Aynı merkezde aynı zamanlarda gözaltına alınan bir başka Suriyeli adam, oraya vardıktan kısa bir süre sonra dayanılmaz mide ağrısı çektiğini söyledi. Üç hafta içinde midesinin tamamen sıvıyla şiştiğini ve ağrıdan yürüyemediğini, ancak merkezdeki doktorun onu hastaneye nakletmeden önce iki aydan fazla beklediğini söyledi. Kuzey Suriye'deki bir kasabadan yaptığı telefon görüşmesinde, tıbbi tedavisi tamamlanmadan sınır dışı edildiğini söylediği adam, "Şanlıurfa'ya girdiğimde 73 kiloydum ve çıktığımda 44 kiloydum," dedi. Ortak soruşturmada, Şanlıurfa'daki gözaltına alınmasına dair kağıt kanıtların yanı sıra zayıflığını gösteren yakın tarihli bir video da görüldü.
Bu bildirilen sefil koşulların üstüne, tutuklular rutin olarak dövülüyor. Konuştuğumuz tutukluların yaklaşık yarısı kendilerinin dövüldüğünü söylerken, yaklaşık dörtte üçü böyle bir şiddete tanık olduklarını söyledi. Bunlardan dördü ve iki avukat bize "özel vakaların" dövüldüğü veya üzerlerine buzlu su döküldüğü "buzdolabı odalarından" bahsetti. PMM, bu iddialara yanıt olarak merkezlerin "kötü muameleye sıfır tolerans" ilkesiyle işletildiğini söyledi ve buzdolabı odalarının kullanımını reddetti.
İstismar mağdurlarının neredeyse tamamı dayakların kameraların olmadığı alanlarda gerçekleştiğini vurgularken, CCTV görüntüleri çok nadiren basına sızıyor. Örneğin, geçen Kasım ayında Türk kanalı T24, iç çamaşırı giymiş, bacağı kanlı bir adamın, AB parasıyla inşa edilen merkezlerden biri olan İzmir sınır dışı merkezinin koridorlarında gardiyanlar tarafından kovalandığını gösteren gözetleme görüntülerini yayınladı. T24'e göre, olayda bir Suriyeli ve bir Filistinli adam ağır şekilde dövüldü ancak şimdiye kadar kimse mahkum edilmedi.
"Tam bir dokunulmazlık var," dedi iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi'nin bir üyesi olan ancak muhalefetteki Demokrasi ve İlerleme Partisi'ne geçen ve mültecilerin haklarının güçlü bir savunucusu olan milletvekili Mustafa Yeneroğlu. Parlamentodaki ofisinden konuşan o da, "istismarın, korkutmanın ve zorlamanın sistematik olarak her yerde sınır dışı merkezlerinde gerçekleştiğinin iyi bilindiğini" söylüyor. Ancak yabancılara karşı olduğu sürece, bu tür şeyler bu ülkede normal kabul ediliyor."
Türkiye'nin Şanlıurfa şehrinde, 17 yaşında bir Suriyeli çocuk, ailesinin dükkanında durup fındık satıyor, akıcı Türkçe konuşuyor ve Türk müşterilerine hangi fıstık türünü satın almaları gerektiği konusunda tavsiyelerde bulunuyordu. Türkler ayrıldığında, kırık bir pencereyi işaret etti ve bu yılın Temmuz ayının başlarında orada neler olduğunu anlattı.
"Hiçbir şeyden çıkıp saldırmaya başladılar," dedi çocuk. "50 taneydiler, çok korkutucuydu." Aynı yoldaki başka bir dükkan sahibi de dükkanının saldırıya uğradığını söyledi ve genç Türk adamların ve hatta oğlanların Suriyelilere tahta sopalarla vurduğu bir videoyu ve kırık camların ve yerdeki kan damlalarının fotoğraflarını gösterdi. Dükkan sahibi, "Güvenlik kamerası görüntüleri var, ama ne yapabiliriz?" dedi. "Polisle şikayette bulunursak sınır dışı ediliriz."
Türkiye'nin birçok farklı şehrinde patlak veren isyanlar, sosyal medyada Suriyeli bir adamın genç bir kıza tecavüz ettiği iddialarının ardından Orta Anadolu şehri Kayseri'de başladı. Yerel polis şefi isyancılara derhal "kurbanın Türk olmadığını" garanti etti ve adama ve "ailesine" karşı "sınır dışı etme" dahil olmak üzere gerekli tüm adımları atacağına söz verdi, ancak bu isyancıları sakinleştirmedi. Sonraki günlerde, birkaç bin kadar adam Kayseri sokaklarına çıktı ve tahmini 400 Suriyeli dükkanı, arabası, evi ve diğer mülkü tahrip etti veya yaktı.
Mülteci haklarını savunan Türk milletvekili Yeneroğlu, "Bu bir pogromdu" dedi. "Türkiye'de Suriyelilere ve diğer mültecilere karşı bir linç kültürü var ve ekonomi daha da kötüleştikçe bu daha da kötüleşecek. Ne yazık ki, Türkiye tarihinde ilk kez olmayacak."
Ancak hükümetin tepkisinin bir kısmı, öfkeyi yatıştırmak amacıyla Suriyelilerin sınır dışı edilmesini artırmak oldu. Yeneroğlu, PMM'de tanıdığı insanların yaptıklarının yanlış olduğunun farkında olduğunu söyledi. "Ancak endişeleri artıracak çok fazla korku var. Ve her durumda, yabancı düşmanlığı ve Arap karşıtı duygular zirvede. Bu, onların kontrolü dışında bir gelişme."
"Hadi imzala," dedi boyalı sarı saçlı kadın, Dawood'a tehditkar bir bakış atarak. Eski kurtarma görevlisi tereddüt etti, sonra birkaç dakika önce bu odadan sürüklenen adamı düşündü ve kalemi aldı. "İmzaladım çünkü dövülmek istemiyordum," dedi Dawood. "Onurumu korumak için imzaladım."
Bu soruşturma için konuştuğumuz gözaltına alınan Suriyelilerin dörtte üçünden fazlası, gönüllü geri dönüş formlarını imzalamaları için baskı gördüklerini veya fiziksel olarak zorlandıklarını söyledi. Zorlamanın çoğu merkezlerde gerçekleşse de, bazı gözaltına alınanlar Suriye sınırında belgeleri imzalamaya zorlandıklarını söyledi. Bunlardan biri, geçen yıl Tuzla'da gözaltına alınan Suriyeli depremzede Mohammed'di. Elbeyli tarafından bir kampa transfer edildikten ve orada dört ay daha tutulduktan sonra (aynı kampta "İbrahim" de tutuluyordu) gece yarısı civarında Türk kasabası Öncüpınar'ın sınır kapısına götürüldüğünü söyledi.
“Bizi bir odaya koydular ve 'Kim Suriye'ye gitmek istiyor?' diye sordular,” dedi Mohammed. “Sonra ışıkları kapattılar ve Türkiye'de kalmak istediklerini söyleyen insanları demir çubuklarla dövdüler. Sonra ışıkları tekrar açtılar ve herkes 'Suriye'ye gitmek istiyoruz' dedi.” O ve diğerleri daha sonra formları imzalamak için yakındaki bir yere götürüldüler. “Ayrıca gidip bir kameranın önüne geçip Suriye'ye gönüllü olarak gideceğimizi söylemek zorundaydık. Bazıları bunu söylerken ağlıyordu, diğerlerinin yüzlerinde dayak izleri vardı.”
Yazılı sorulara yanıt olarak, PMM, “Suriyelilerin ülkelerine gönüllü olarak geri dönme isteklerini ifade ettikleri anların video kaydının alınması” uygulamasını doğruladı. Ancak herhangi bir zorlamanın kullanıldığı iddialarını reddetti ve Suriye'ye yapılan tüm geri dönüşlerin “gönüllü, güvenli ve onurlu” olduğunu söyledi. PMM ayrıca “tüm tutuklulara hukuki desteğe erişim sağlandığını” vurguladı.
Ancak bir AB projesinin 2023 değerlendirme raporunda, 2022'de tutukluların yalnızca %20'sinin bir avukat atadığı belirtiliyor. Bir önceki yıl bu oran %10 kadar düşüktü. Bazı tutuklular hukuki yardım almaya gücü yetmeyebilir (çoğu, nispeten basit prosedürler için binlerce dolar talep eden avukatlık uygulamaları bildirdi) ancak birçoğu da avukatlarla iletişime geçmekte zorlanıyor. Türk yasaları, tutuklanma anından itibaren hukuki yardıma anında ve sınırsız erişimi açıkça öngörse de, konuştuğumuz birkaç tutuklu, günlerce iletişimsiz tutulduklarını ve gözaltına alındıklarını arkadaşlarına veya akrabalarına bildiremediklerini, hatta bir avukatla iletişime geçemediklerini söyledi. Başbakanlık bu iddiaları reddetti ve merkezlerde ankesörlü telefonlar sağlandığını ve yeterli imkânı olmayanlara ücretsiz telefon kartları verildiğini iddia etti. Hukuki yardıma erişim açısından bir diğer önemli sorun da tutukluların sürekli hareket halinde olmasıdır. Başbakanlık Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza Dairesi, transferlerin "kısa süreli aşırı kalabalık" sorununu çözmek için yapıldığını söylerken, görüştüğümüz bazı avukatlar ve tutuklular, transferlerin aynı zamanda avukatların ilk görüşmeden sonra müvekkilleriyle iletişimini kaybetmesi nedeniyle hukuki süreci engellediğini söyledi.
Bazı yerler kanunun erişiminden daha da uzak. Türkiye, geri gönderme merkezlerinin yanı sıra, fiili gözaltı tesisleri olarak sözde "geçici konaklama merkezleri" (TAC'ler) kullanmaya başladı. Bu büyük konteyner kamplarının çoğu, Suriye'deki savaşın başlamasından kısa bir süre sonra mültecileri karşılamak için inşa edildi, ancak bugün en azından bazıları Türkiye'nin sınır dışı etme makinesinin yardımcıları olarak hareket ediyor. Birkaç avukat ve tutuklu, açık ara en kötüsünün, Şanlıurfa şehrinin güneyinde ve Suriye sınırına yakın Harran ilçesindeki geçici barınma merkezi olduğunu söyledi. Sitenin etrafında dolaştığımızda uzun duvarlar, gözetleme kuleleri ve dikenli tellerle karşılaştık. Uydu görüntüleri, gözetleme kulelerinden bazılarının 2018 ortasından sonra inşa edildiğini ortaya koyuyor. Dikenli tellere takılıp, geçmişteki kaçış girişimlerinin kalıntıları olan bir sırt çantası ve bir kadının çantası gibi nesneler var.
Yakındaki Urfa kasabasının Baro Başkanı Abdullah Oncel, “Burayı Guantanamo olarak düşünün,” dedi. “Orada çok uzun süre tutulabilirsiniz ve kimse orada ne olduğunu bilmez. Bir avukata erişim çok zordur. Adalete erişim imkansızdır.”
Harran TAC'de tutulan beş Suriyeli erkek ve bir Afgan kadınla konuştuk. Bazıları telefonlarını saklamayı başarmış ve bize kampın içinden fotoğraflar ve videolar göndermişlerdi. Görüntülerde kavurucu sıcakta kalan erkekler, bazılarında ciddi cilt enfeksiyonları ve küçük çocuklar ve kadınların sızdıran tuvaletlerin hemen yanında uyudukları küçük kapların yanında durduğu görülüyordu. "Bu aşağılanma dayanılmaz," diye yazmıştı bir Suriyeli erkek bu yaz kampın içinden Signal mesajlaşma servisine. "Bugün bir kadın sadece dışarı çıkmak için kendini bıçakladı."
Bazı tutuklular kampın içinden bizimle konuşabildi. Bunlardan biri bir gün önce ağır bir şekilde dövülmüştü. Arkadaşının telefonundaki kamerayı kısaca açıp kanlı ve morarmış bir göğüs gösterdiğinde, "Çok vahşiydi, bu sefer sopa kullandılar," dedi. Arkadaşı istismara tanık olduğunu doğruladı. Orada kalan beş Suriyeli adamın hepsi kamp içinde intihar girişiminde bulunduklarından bahsetti. Biri, "O kadar çok intihar girişimi oldu ki sayamıyorum bile," dedi. "Buradaki insanlar psikolojik olarak çökmüş durumda." Hem AB hem de Başbakanlık, Harran TAC'nin AB'den hiçbir fon almadığını söyledi. Başbakanlık ayrıca, personel tarafından tutukluların dövülmesi ve intihar girişimleri hakkındaki raporları reddetti ve "geçici konaklama merkezlerinin ... geri gönderme merkezleri olarak kullanılmasına dair kesinlikle hiçbir uygulama olmadığını" iddia etti - bu iddia, yalnızca Harran TAC'de değil, aynı zamanda "geçici konaklama merkezi" olan Elbeyli'de (örneğin "İbrahim" ve "Muhammed") kalan tutukluların ifadeleriyle çelişiyor.
Başbakanlık, ancak, geçen yılın ekim ayından bu yana çeşitli AB fonlu merkezlerde tutulan üç tutuklunun ölümlerini doğruladı. Ölümlerin tıbbi rahatsızlıklardan kaynaklandığını söyledi veya aynı iddiayı ileri süren Türk yetkililerin daha önce yaptığı açıklamalara atıfta bulundu. Bu vakaların en sonuncusu, bu yıl 16 Temmuz'da, AB fonlarıyla inşa edilen merkezlerden biri olan Kırklareli'nde gözaltına alındıktan birkaç gün sonra ölen İbrahim İzzeddin adlı 37 yaşındaki Suriyeli bir adamın ölümüdür (ortak soruşturmada ölüm belgesinin bir kopyası bulunmaktadır). Bir hafta sonra, Türk gazetesi Karar'da Suriyeli adamın dövüldükten sonra öldüğüne dair bir haberin ardından, Kırklareli valisi, İzzeddin'in "ön tanısı büyük pulmoner emboli ile hayatını kaybettiğini ... ve otopsi raporunda herhangi bir saldırı veya güç belirtisi bulunmadığını" belirten bir açıklama yaptı.
İbrahim'in kardeşi bunun doğru olduğundan şüphe ediyor. Almanya'daki evinden yaptığı bir telefon görüşmesinde, İbrahim'in ölümünden üç gün sonra iki farklı Suriyeli tarafından arandığını ve her birinin kendisine İbrahim ile aynı merkezde kaldıklarını ve ölümünden hemen sonra sınır dışı edildiklerini söylediğini anlattı. Kardeş, her iki adamın da İbrahim'in güvenlik görevlilerinden birinden ölüm tehditleri aldığını ve birinin de ölmeden önceki gece feci şekilde dövüldüğünü doğruladığını söyledi. Ertesi sabah erken saatlerde arayan adamlardan biri, İbrahim'in ağzından köpük gelmeye başladığını ve yardım istediğini, ancak çenesini kapatması gerektiğini söylediğini ve ancak gardiyanlar vardiya değiştirdiğinde ambulans çağrıldığını söyledi. "O adam bana İbrahim'in ölmek üzere olduğunu bildiğini ve oğluna babasının onu sevdiğini söylemesini istediğini söyledi."
Ortak soruşturma, Kırklareli valisine otopsi raporunun bir kopyasını talep etmek için mektup yazdı ancak herhangi bir yanıt alamadı. Kardeş de böyle bir rapor almadığını söyledi. Karar gazetesindeki orijinal makale Türk yetkililer tarafından engellendi.
Amsterdam'daki Prakken d'Oliveira hukuk firmasından Tom de Boer, bu yıl AB-Türkiye anlaşmasına katılımı nedeniyle Hollanda devletini bir dizi STK adına dava eden, "Bu, birçok ilginç hukuki soru ortaya çıkarıyor," dedi. De Boer, AB'nin AB tarafından finanse edilen merkezlerdeki insan hakları ihlallerinden sorumlu tutulmasının da yolları olabileceğini söyledi. "Hem AB hem de üye devletler, kendi toprakları dışında da dahil olmak üzere, insan hakları ihlallerine aktif olarak katkıda bulunmama konusunda bir özen yükümlülüğüne sahiptir. Bu nedenle, AB'nin insan hakları ihlallerinin risklerini bilip bilmediğini veya bilmesi gerekip gerekmediğini ve buna rağmen finansmana devam etmeyi seçip seçmediklerini incelemeniz gerekir."
Brüksel ve Türkiye'deki bir düzineden fazla Avrupalı diplomat ve yetkiliyle yapılan görüşmeler, bu tür risklerin farkındalığının yaygın olduğunu gösteriyor. Neredeyse hepsi, en azından 2015'ten beri AB tarafından finanse edilen merkezlerdeki ihlaller ve Suriye'ye yasadışı sınır dışı etmeler hakkında rapor veren Uluslararası Af Örgütü ve İnsan Hakları İzleme Örgütü gibi STK'ların raporlarından haberdar olduklarını gösteriyor. Bunun da ötesinde, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 2022'de Türkiye'nin bir Suriyeli mülteciyi "gönüllü geri dönüş formu" imzalamaya zorladıktan sonra zorla sınır dışı ettiğine karar verdi ve Avrupa Komisyonu'nun 2020 yıllık "Türkiye raporu" "göçmenlerin gönüllü geri dönüş formları imzalamaya zorlandığı vakalar olduğunu" belirtiyor. "Onlar biliyor. Herkes biliyor. İnsanlar gözlerini kapatıyor," dedi eski bir komisyon görevlisi ve AB tarafından finanse edilen merkezlerde bildirilen ihlallerin bloğa itibar ve yasal riskler oluşturacağı konusunda "sürekli bir endişe" olduğunu doğruladı.
Ancak AB'nin politikası değişmedi - tam tersine. Brüksel 2021'de Türkiye anlaşması kapsamında 3 milyar avroluk üçüncü yardım ödemesini taahhüt ettiğinde, 250 milyon avro sınır ve göç yönetimine gitti. Aynı eski komisyon görevlisi, 2019'da göreve başlayan AB'nin mahalle ve genişleme komiseri Oliver Varhelyi'nin Türkiye'nin Afganları toplu halde sınır dışı ettiği yönündeki haberlerden "çok mutlu" olduğunu ve içeride Türkiye'nin Suriyelileri geri göndermesine destek olmak için yollar araştırılmasını savunduğunu söyledi. Varhelyi ayrıca Mısır ve Tunus ile yakın zamanda yapılan göç anlaşmalarını zorladı ve radikal sağcı Macaristan Başbakanı Viktor Orban'ın parti meslektaşı.
Türkiye'de görevli beş uyruktan altı Avrupalı diplomat, bizimle isimlerini gizli tutarak konuştular ve merkezlerde bildirilen ihlallerden de haberdar olduklarını söylediler. Bunlardan biri bunu "günümüzde gözden kaçırılmayacak konu" olarak adlandırdı. Bir diğeri ise "AB tarafından finanse edilen 'kabul merkezleri' fiili hapishanelere dönüştürüldü" dedi. Birkaç diplomat, bu endişelerini düzenli olarak kendi hükümetlerine ve Ankara'daki AB delegasyonuna ilettiklerini bize bildirdi.
Ancak Türk muadilleriyle yüzleşmek daha zor. Bir diplomat, Türklerin zorla sınır dışı etmelerle ilgili tüm iddiaları reddettiğini ve BM ve AB ajansları tarafından daha fazla denetim olmadan, suistimallerin ne kadar "sistematik" olduğunu bilmenin zor olduğunu söyledi. Başka bir diplomat, "Biz o kadar çatışmacı değiliz," dedi. "Biz sadece Türklere, 'Geri dönüşün gönüllü olmasını nasıl sağlıyorsunuz?' diye soruyoruz. Sonra, 'Her şey gönüllü, çünkü insanlar bir form imzalıyor ve avukatlara erişebiliyor.' diyorlar. Genellikle konuşmanın sonu bu oluyor."
Geçtiğimiz yılın ekim ayının başlarında bir sabah, Dawood, Gaziantep merkezdeki gardiyanlar tarafından uyandırıldı ve hazırlanması söylendi. “Bizi yaklaşık 50 ila 60 kişiyle basketbol sahasının dışına oturttular ve bir otobüse bindirdiler,” dedi Dawood, o gün Türkiye'nin Karkamış kasabası ile Suriye'nin Cerablus kasabası arasındaki sınır kapısından sınır dışı edildi. Ortak soruşturmada, Cerablus sınır kapısı tarafından verilen, tam adının yazılı olduğu damgalı ve tarihli bir giriş kağıdının fotoğrafı görüldü.
Sınır dışı sürecinin bu son aşamasında bile Türkiye görünüşe göre AB tarafından finanse edilen ekipman kullanıyor. Ağustos ayında aynı sınır kapısının Türk tarafını ziyaret ettiğimizde, ön kapısında PMM logosu ve AB bayrağı bulunan beyaz bir yolcu otobüsü gördük. Ortak soruşturmanın sorularına yazılı bir yanıt veren bir Avrupa Komisyonu sözcüsü, "AB tarafından finanse edilen ekipmanların, örneğin ... araçların, amaçlanan amaçlar dışında kullanıldığına dair hiçbir rapor yok" dedi. Sözcü, "Her zamanki gibi," diye ekledi, "kanıt sağlanırsa her türlü iddia araştırılacak.
Aynı sınır kapısında ve Türkiye'nin Öncüpınar ilçesindeki bir diğerinde, bavul taşıyan ve kendilerinin ayrılmaya karar verdiklerini söyleyen Suriyelilerle de karşılaştık. Ancak bu vakaların bazılarında bile Suriye'ye dönüşlerinin ne kadar "gönüllü, güvenli ve onurlu" olduğu tartışmaya açık. Örneğin yaşlı bir çift, oğullarının sınır dışı edilmesi nedeniyle ayrıldıklarını söyledi. Bebeği olan başka bir kadın, denediğini ancak geçerli bir kimlik edinemediğini, bu yüzden ayrılmanın daha iyi olduğunu söyledi.
Kamuya açık Türk istatistikleri Suriye'ye yapılan tüm geri dönüşleri "gönüllü" olarak kaydederken, Ankara'nın Suriyelileri sınır dışı etmek için rutin olarak kullandığı dört sınır kapısından en çok kullanılanı olan Bab al-Hawa olarak bilinen kapı, web sitesinde yayınlanan istatistiklerde "sınır dışı etme" ve "gönüllü geri dönüş" arasında ayrım yapmıyor. Bu yılın nisan ayından bu yana, Bab al-Hawa yaklaşık 11.000 gönüllü geri dönüş ve 10.000 sınır dışı kaydetti. Bab al-Salama'daki bir diğer sınır kapısı yalnızca "gönüllü geri dönüş" terimini kullanıyor. Sınırda bulunan bir Suriyeli kaynak, isminin açıklanmaması koşuluyla bize "Türkler hükümetin güvenilirliğini artırmak için bu kelimeyi kullanmamızı istediler" dedi. "Gerçeği gizlememizi istiyorlar."
Sınırı geçtikten sonra Suriyeliler kendilerini İdlib ilinde Hayat Tahrir el-Şam'ın, Afrin, Azez ve Tel Abyad çevresindeki bölgede ise Türkiye destekli "Suriye Ulusal Ordusu"nun kontrolündeki topraklarda buluyorlar. Her iki grubun da keyfi tutuklamalar, kaçırmalar, işkence ve gasplarda bulunduğu biliniyor. Dahası, bölge hala Esad rejimi ve Rus savaş uçakları tarafından düzenli olarak bombalanıyor ve insani durum felaket: BM'ye göre, kuzeybatı Suriye'deki 5 milyon kişiden 3,6 milyonu hala iç göç içinde ve nüfusun %80'i insani yardıma bağımlı.
Burada sınır dışı edilen Suriyeliler, "bölgedeki en zayıf halka" dedi, kuzeybatı Suriye'de çalışan Gaziantep'teki bir Suriyeli yardım görevlisi. "Giysileri yok, SIM kartları yok ve çoğu zaman aileleri nerede olduklarını bile bilmiyor. Birçoğu camilerde ve askeri üslerde uyuyor ve son derece savunmasızlar: Geçimlerini sağlamak için her işi yapıyorlar ve herkes tarafından işe alınabiliyorlar."
Dawood'un başına gelen de tam olarak buydu. Cerablus'ta iş bulamayıp İdlib'e taşınmaya karar verdiğinde, Sultan Murat Tugayı'nın savaşçıları ona yaklaşıp Nijer'de bir iş teklif ettiler. Nijer, Suriyeli paralı askerlerin Türk aracılar aracılığıyla gönderildiği son yerlerden biriydi (öncekiler arasında Libya ve Azerbaycan da vardı). Dawood, eklendiği potansiyel adayların yer aldığı WhatsApp grubunu göstererek, "Bana ayda 3.500 dolar alacaklarını ve savaşmak zorunda kalmayacaklarını söylediler." dedi. "Bazıları için tek çıkış yolu bu. Ama ben paralı asker olmak istemiyorum." dedi.
Bunun yerine Dawood, kendisini sınır dışı eden ülkeye geri getirmesi için bir kaçakçıya 2.600 dolar ödedi. Bunu yapan tek kişi o değil: Konuştuğumuz diğer birkaç Suriyeli Türkiye'ye geri dönmeye çalıştı ve başardı, ancak yol tehlikeli. Dawood, "Yolda, sınır muhafızları tarafından vahşice dövülen birçok insan gördüm," dedi. "12 kez geçmeyi denedik ve başaramadık. Ancak 13. seferde başardık ve bir kaçakçı beni ta İstanbul'a kadar götürdü. Tanrıya şükür, çünkü Nijer'e giden adamların çoğu artık öldü."
Sınır dışı edildikten sonra Türkiye'ye dönen Suriyelilerin orada çok az veya hiç gelecek beklentileri yok. Türk kimlik kartlarını yenileyemiyorlar, eğer varsa ve herhangi bir zamanda tekrar yakalanıp sınır dışı edilebilirler. Birçok Suriyelinin yanı sıra — ve Türkiye'deki diğer mülteciler ve göçmenler — geçerli belgeleri olanlar arasında bile, Avrupa'ya ulaşma hedefi en önemli hale gelmiş gibi görünüyor.
Gerçekten de BM Mülteci Ajansı istatistiklerine göre, Türkiye'den Yunanistan'a düzensiz girişler 2023'te bir önceki yıla göre üç kat artarak yaklaşık 50.000'e ulaştı ve bu, Ankara'nın "düzensiz göçmenlerin" sınır dışı edilmesini hızlandırmaya karar vermesiyle yapılan cumhurbaşkanlığı seçimleriyle aynı zamana denk geldi. Birkaç diplomat, sınır dışı edilme korkusunun şu anda insanları Avrupa'ya iten faktörlerden biri olduğunu söyledi. Bir diplomat, AB'nin Türkiye'nin sınır dışı merkezlerine yatırım yapma politikası hakkında "Bu tamamen bir başarısızlık" dedi. "Sadece insan hakları açısından değil, aynı zamanda göç yönetimi açısından da."
Bu arada Brüksel'de AB yetkilileri, bloğun Şubat ayında Türkiye'ye tahsis ettiği 2 milyar avroluk yeni yardım paketinin tam olarak nasıl harcanacağını tartışıyor. Hollanda Dışişleri Bakanlığı, merkezler için potansiyel yeni fonlamanın bu tartışmanın bir parçası olduğunu doğruladı. Bir AB diplomatı, "Göç ve sınır yönetimi için fonlamanın artırılması bekleniyor, çünkü bu komisyon üyemizin bir taahhüdüydü." dedi.
Dawood şimdi İstanbul'un dış mahallelerindeki bir Suriye restoranında saklanarak bir hayat yaşıyor, arkadaşları ona sığınak teklif etti. Bunlardan biri de Suriye Sivil Savunması'nda gönüllü olarak çalışan eski bir meslektaşı. Dawood, "Birlikte çok şey atlattık," dedi. "Kardeş gibiyiz."
Dawood, son birkaç aydır buradan yalnızca bir kez ayrıldığını söyledi. Restoranın arka tarafında uyuyor ve birkaç eşyasını -birkaç düzgünce katlanmış gömlek, bir battaniye, bir şişe parfüm- tuvaletlerin yanındaki gardıropta saklıyor. Her gün aklını korumak için 60 mekik ve 60 şınav çekiyor. Geri kalan zamanını mutfakta çalışarak, önceki kaçakçıya olan borçlarını ödeyerek ve tıpkı bir yıl önce yaptığı gibi onu Avrupa'ya götürecek başka bir kaçakçı için para biriktirerek geçiriyor.
"Tek istediğim tekrar bir insan gibi muamele görmek," dedi Dawood. Avrupa'daki akrabaları ona para göndermeyi teklif etti, ancak eski kurtarma görevlisi bu sefer kendini kurtarmayı tercih ettiğini söyledi. Neden diye sorulduğunda, şakayla bir pazısını esneterek, "Çünkü ben bir erkeğim." dedi.
Lighthouse soruşturmasının tamamı için buraya tıklayın.
Bu soruşturmaya katılan muhabirler arasında Andrés Mourenza (El Pais), Melvyn Ingleby (NRC), Ylenia Gostoli (L'Espresso), Mesut Tatuz (Al Jumhuriya), Mohannad Al-Najjar, Şebnem Arsu, Muriel Kalisch ve Steffen Lüdke (Der Spiegel) yer aldı. , Zia Weise (POLITICO), Nicolas Bourcier (Le Monde), Mohammad Bassiki (Sorumluluk Gazeteciliği için Suriye Araştırmacı Gazeteciliği Derneği), Jalil Rawnaq (Etilaat Roz), bağımsız gazeteciler Mahmoud Naffakh, Giacomo Zandonini ve J. Jalali ve May Bulman, Fahim Lighthouse Reports'tan Abed, Bashar Deeb, Elena DeBre ve Charlotte Alfred.
https://newlinesmag.com/reportage/inside-turkeys-eu-funded-deportation-machine/
KapatGöçmen Mülteci Dayanışma Ağı, Suriye göçü 13. yılına girerken Suriyelilerin kitlesel olarak sınırdışı edildiklerini, vatandaşlık ...
13 Ekim - Göçmen Mülteci Dayanışma Ağı: “İstisnai vatandaşlık iptallerini durdurun” (Enternasyonal Dayanışma) Devamı13 Ekim - Göçmen Mülteci Dayanışma Ağı: “İstisnai vatandaşlık iptallerini durdurun” (Enternasyonal Dayanışma)
Göçmen Mülteci Dayanışma Ağı, Suriye göçü 13. yılına girerken Suriyelilerin kitlesel olarak sınırdışı edildiklerini, vatandaşlık hakkı olanların bu haklarının askıya alındığını açıkladı.
Bu uygulamalarla, temel insan haklarının yanı sıra göç ve iltica hukukunun da yerle bir edildiğini belirten Göçmen Mülteci Dayanışma Ağı; iktidarı, geçici koruma ve vatandaşlık iptallerine dair bilgileri kamuoyu ile paylaşmaya ve bu hukuka aykırı uygulamalara derhal son vermeye çağırdı.
Göçmen Mülteci Dayanışma Ağı, “İstisnai vatandaşlık iptallerini durdurun” başlığıyla hazırladığı deklarasyona ilişkin İstanbul Beyoğlu’ndaki İnsan Hakları Derneği (İHD) Şubesi’nde açıklama yaptı. Basın açıklamasına Enternasyonal Dayanışma aktivisti Yıldız Önen, gazeteci Ercüment Akdeniz, İHD İstanbul Şube Başkanı Gülseren Yoleri’nin yanı sıra çok sayıda hak savunucusu katıldı.
Basın açıklamasında açılış konuşmasını Gülseren Yoleri yaptı. Avukat Ömer Taş ve Ali Diler sorunun hukuki boyutundan bahsettiler. Açıklama metnini Yıldız Önen okudu.
Göçmen Mülteci Dayanışma Ağı’nın basın açıklamasında okunan metin şöyle:
Basına ve Kamuoyuna
İSTİSNAİ VATANDAŞLIK İPTALLERİNİ DURDURUN!
Türkiye’de Geçici Koruma kapsamındaki Suriyeliler, son dönemde gerek “seyreltme” operasyonları gerekse geri gönderme merkezlerindeki yıldırma politikasıyla süratle ve kitlesel olarak sınır dışı edilmektedir. Bu uygulamalarla, temel insan haklarının yanı sıra göç ve iltica hukuku yerle bir edilmektedir. Suriye göçünün 13’ncü yılında, daha önce vatandaşlık başvurusu kabul edilmiş olan Suriyelilerin vatandaşlık belgeleri de askıya alınmaktadır. Resmi olarak açıklanmadığı için tam sayı bilinmemekle birlikte, çeşitli kaynaklardan yapılan bildirimlere göre yaklaşık 4 bin kişinin vatandaşlığı askıya alınmış yahut iptal edilmiştir.
Bilindiği üzere, Suriye savaşı ve Suriye göçünün ardından Türkiye’ye sığınmış bulunan Suriyeliler, aslında “sığınma hakkı ellerinden alınmış mülteciler”dir. Türkiye’nin 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi (Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Birleşmiş Milletler Sözleşmesi)’ne koyduğu coğrafi çekince nedeniyle Suriyeliler Türkiye’de “mülteci statüsü” elde edemedikleri gibi, kendilerine Geçici Koruma Statüsü tanındığı için, istisnai durumlar dışında uluslararası koruma/ Türkiye dışında bir ülkeye sığınma hakları da ellerinden alınmıştır.
Hal böyle olunca, “geçici koruma” uygulaması kalıcı hale gelmiş, Suriyeliler 12 yıldır “geçicilik” sürecine sıkıştırılmışlardır. Milyonlarca insanı etkileyen bu durum insani ve vicdani olmadığı gibi, sığınma hakkını düzenleyen Uluslararası insan hakları sözleşmelerine de açıkça aykırıdır. Bu nedenle Suriye ve diğer ülkelerden Türkiye’ye sığınan ve uzun süre Türkiye’de yaşamak zorunda kalan insanların temel haklarının korunması için, Türkiye ya sözleşmeye koyduğu coğrafi çekinceyi kaldırarak mülteci statüsü vermeli ya da vatandaşlık statüsü sağlamalıdır.
1951 tarihli Mültecilerin Hukuki Durumuna İlişkin Sözleşmenin 34. Maddesinde “vatandaşlık hakkı” şu şekilde ifade edilmektedir: “Taraf devletler, mültecileri özümlemeyi ve vatandaşlığa almayı her türlü imkân dâhilinde kolaylaştıracaklardır. Vatandaşlığa alma işlemlerini çabuklaştırmaya ve bu işlemlerin masraf ve resimlerini her türlü imkân dâhilinde azaltmaya özen ve çaba göstereceklerdir.”
Aynı sözleşmede ayrıca; sığınmacı ya da mülteciyi vatandaşlığa hazırlama gerekleri sıralanmaktadır. Dil ve meslek edindirme, barınma ve eğitim bunlardan bazılarıdır. Türkiye’deki az sayıda Suriyeliye tanınan istisnai vatandaşlık sürecinde bu gerekler göz ardı edilmekle kalmamış, vatandaşlık verilenlere sağlanması gereken güvencelerden de yoksun bırakılmışlardır. Bu durum, hukuki dayanağı olmayan kararlarla vatandaşlığın askıya alınması veya iptaline imkân yaratmış, vatandaşlığı askıya alınan ya da iptal edilen mültecileri her türlü hukuki statüden yoksun, korunmasız bir duruma düşürmüştür. Vatandaşlıkları iptal edilerek bir anda korumasız bırakılan mülteciler; ikamet, çalışma, eğitim, seyahat ve aile birliği gibi temel haklarından yoksun kalmıştır.
2019 yılı sonunda yaptığı bir açıklamada Cumhurbaşkanı Erdoğan; “110 bin Suriyeliye vatandaşlık verdik. Diğerleri için de vatandaşlık sürecini daha da artırma konumundayız. Niye? Çünkü bu insanlar ülkemde kaçak köçek yaşamasın. Her hangi bir kurumda, kuruluşta rahatlıkla işini bulsun, çalışsın…” diyerek, vatandaşlık verilmesinin önemine işaret ederken, bugün, tanınmış olan istisnai vatandaşlıklar, keyfi gerekçelerle iptal yoluna gidilmektedir.
Soruna demografik siyaset penceresinden bakan iktidar, işine geldiğinde savaş politikalarını ve göçü teşvik etmekte, işine gelmediğinde sınırdışı etme politikalarına hız vermektedir. Haksızlığa itiraz eden, mağduriyetini dile getiren, hükümetlerin ya da devletlerin göç politikasını eleştiren, temel haklara erişim için mücadele eden sivil örgütlerle işbirliği yapan, etkinliklere katılan herhangi bir mülteci sınır dışı etme uygulamasıyla baş başa kalmakta, varsa geçici koruma statüsü ve vatandaşlığı hiçbir açıklama yapılmadan iptal edilmektedir.
Hükümeti, geçici koruma ve vatandaşlık iptallerine dair bilgileri kamuoyu ile paylaşmaya ve bu hukuka aykırı uygulamalara derhal son vermeye çağırıyoruz. (Hukukçu arkadaşlarımızın mevzuata, sürece ve hak ihlallerine dair hazırladığı metin aşağıdadır.)
GÖÇMEN MÜLTECİ DAYANIŞMA AĞI
Kapat
İstanbul’un yoksul kategorisinde sayılan mahallelerinden birindeyiz: kas hastalığı nedeniyle bakıma muhtaç hale gelmiş, emekli bir belediye işçisi ...
12 Ekim - Türkmenistanlı bakıcı Tazegül: Şu dünyada göçmen olmak korkunç bir şey – Röportaj: Ercüment Akdeniz (İlke TV) Devamı12 Ekim - Türkmenistanlı bakıcı Tazegül: Şu dünyada göçmen olmak korkunç bir şey – Röportaj: Ercüment Akdeniz (İlke TV)
İstanbul’un yoksul kategorisinde sayılan mahallelerinden birindeyiz: kas hastalığı nedeniyle bakıma muhtaç hale gelmiş, emekli bir belediye işçisi kadının evinde. Yürümek bir yana, kendi başına ayakta durması bile mümkün olmayan bir hastalık bu.
Kızları ve damadı ona çok düşkünler. Fakat evin yetişkinleri gündüz çalışmak zorundalar. Sadece bir kızı çalışmıyor. O da bazı kronik hastalıklara sahip ve annesine yeterli bakımı yapacak durumda değil. Bakıma muhtaç hastanın ve çalışan çocukların maaşlarından yıllarca SGK primi kesilmiş. Sosyal devlet ilkesi neo liberal politikalarla tırpanlandığı için, aileler uzun süren hasta bakımı için başka çözümler aramak zorundalar. Tam da bu aşamada göçmen işçi kadınlar aranır hale geliyor. Türkmenistanlı Tazegül bunlardan biri.
Alenin ve Tazegül’ün rızasıyla, onları bir gün boyunca evlerinde gözledim. Masaj, yemek, tuvalete çıkarma ve diğer işler görülürken arada sorular sordum. Ve ortaya göçmen bir kadın işçinin portresi çıktı. İsterseniz Tazegül’ün dünyasına şimdi birlikte bakalım…
Kendinizden biraz bahseder misiniz? Çalışmaya nasıl karar verdiniz, neden Türkiye’yi tercih ettiniz?
Adım Tazegül, 35 yaşındayım. Türkmenistanlıyım. Evliyim, üç çocuğum var. Beş aydır Türkiye’deyim, 4 aydır da çalışıyorum. Bu benim ilk işim. Hasta bakımı yapıyorum. Bu işte tecrübeliyim. Türkmenistan’dayken yaşlı ve hasta olan anneme baktım, ölene kadar. Annemi bir yıl önce kaybettik. Annem tavuk çiftliğinde çalışıyordu. Aylık 150 dolar kazanıyordu. Bize yardım ediyordu. Babam polis emeklisidir. O da aylık 150 dolar alıyor. Burada, yanında çalıştığım aile beni şirket üzerinden buldu. Ben de işi internet üzerinden buldum.
Kadın işçi transferinde aracı şirketler
Tazegül’den şirketin adını istiyorum. Şirketi hemen internetten araştırıyorum. Türkiye çapında yaklaşık olarak 350 bin bakıcı portföyü var. Bu şirketin sitesinde ise 10 bin bakıcının tanıtım ilanları mevcut. Özbekistan’dan Gürcistan’a, Türkmenistan’dan Filipinler’e kadar oldukça geniş bir işçi kiralama pazarı oluşturulmuş. En pahalı işçiler Filipinli kadınlar, çünkü İngilizce biliyorlar ve çocuk bakımında tercih ediliyorlar. Sosyal medya hesabı üzerinden tanıtılan işçi kadınların resimlerini, videolarını görebiliyorsunuz. Bakıcı kadınlar bir dakikada kendini tanıtıyorlar, talep etmeniz durumunda şirketle iletişime geçiyorsunuz. Adı geçen şirket 81 ile bakıcı temin edebildiklerini reklam ediyor.
Bakıcıların İŞKUR güvencesinde çalıştıkları belirtiliyor. Ama Tazegül örneğinde olduğu gibi aslında işçi kadınların çoğu kayıt dışı kiralanıyor. Çalışacak insanların SGK kaydı kiralayan kişinin keyfine kalmış. Gelir durumu düşük ya da az para vermek isteyen aileler bakıcı kadınları sigortasız çalıştırmayı tercih ediyor. Kayıt dışı çalışmanın bir nedeni de göçmen kadınların durumuyla ilgili. Çünkü Türkmenistan örneğinde olduğu gibi çoğu kadın geçici turistik vizelerle çalışmaya geliyor. Vize süresi bitiminde yakalanana kadar kaçak çalışmak zorundalar. Geride kalan çocuklara para göndermenin başka bir yolu yok onlar için. Güvencesizlik hali, işgücünü kiralayan aracılar için adeta bir fırsata dönüşüyor. İnternet siteleri ve sosyal medya üzerinden işçi kiralayan şirketler ise yeterli denetime tabi değil.
Biz, sorularımıza devam edelim…
Çalışma şartlarınız, çalışma koşullarınız nedir?
Şirket beni kiralık verdiği aileden önce 500 TL aldı. Buna “eleman bulma” parası diyorlar. Aile memnun kalır ve karar verirse 5 bin TL daha veriyor. Benden önce bu evde iki Türkmenistanlı işçi denemişler, sonunda aile bende karar kıldı. Ben işe başladıktan sonra şirket 3 defa aileyi aradı, “memnun musunuz” diye sordu. Kural böyledir. Şirkette Rusça konuşan elemanlar da var. Biz göçmenlerin dilinden anlıyorlar, Antalya gibi yerlere de işçi pazarlayabiliyorlar.
Bakım yaptığım teyzenin kas erimesi var. Bu evde 24 saat ona bakmalıyım. Ona “annem” diyorum, annemi hatırlatıyor. Türkmenistan’da güreş eğitimi gördüm. Bu nedenle onu koltuktan kaldırıp gezdirebiliyorum. Duş alması, ilaç takibi, yemek yapılması, temizliği, nabız ölçümü, gece takibi benim yaptığım işler. Gece hastayla aynı odada yatıyorum, en küçük kıpırtıda kalkıyorum. Nefesini kontrol ediyorum.
‘Yakalamasınlar diye güneş gözlüğü takıyorum’
İzin günün var mı?
Var, haftada bir gün. Yemek, kira, yol giderim olmuyor. Çünkü bu evde birlikte yaşıyoruz, izin günü dışında dışarı çıkmıyorum. Yakalanma korkumuz var, hem de para biriktirme şansım oluyor. Başka türlü para birikmez.
İzin günü ne yapıyorsun?
Gezmeye gidiyorum, denize de gittim. Ben üç aylık turistik vize ile geldim, sürem bitti, şimdi kaçak durumdayım. Yakalanırsam Türkmenistan’a deport ederler. O zaman 7 yıl boyunca Türkmenistan dışına çıkamam, pasaporta damga yerim. Bu yüzden dışarı çıkarken güneş gözlüğü takıyorum. Minibüste bile çıkartmıyorum çünkü gözlerim çekik. Yani korka korka geziyoruz.
Gelirin ne kadar?
İşe başladığımda maaşım 500 dolara eşitti. Ama Türk lirası değer kaybetti. Enflasyon durumu feci. Bugün aynı parayı alıyorum ama maaşım 350 dolara geriledi. Ev halkı biraz iyileştirme düşünüyor ama süreç herkesi zorluyor. Burada iki defa hastalandım, doktora gidemiyorum. İlaçları aile yazdırıp getiriyor bana.
Ailene parayı nasıl gönderiyorsun?
Önce maaşımı dövize çeviriyorum. Sonra Türkmenistan’a göndermek için Aksaray’da bir kuyumcuya gidiyorum. Buradaki kuyumcu 100 dolara karşılık 1,5 dolar kesiyor. Türkmenistan’da anlaşmalı kuyumcu o parayı alıp aileme teslim ediyor. Karşı tarafta ayrıca kesinti olmuyor. Geçen 330 dolar gönderdim, 5 dolar kestiler. Kaçak çalıştığımız için banka hesabı açamıyoruz. Kargo göndermek istersen kilo başına 1,5 dolar alıyorlar. Kamyonlar, tırlar götürüyor, onlarla anlaşıyoruz.
‘Banyosu içinde olan bir ev olsun diye’
Ailen ne durumda, geçim durumu nasıl?
Türkiye’ye gelebilmek için ablamdan borç para aldım. O da İstanbul’da yaşıyor. Eşinden ayrı, onun da üç çocuğu var. Ablam 6 yıl boyunca burada çocuk bakıcılığı yaptı. Aldığım ilk 3 maaşla borçlarımı kapattım. İkisi kız, biri erkek 15, 14 ve 6 yaşlarında üç çocuğum var.
Çocukları bırakıp gelmek zorunda kaldım. Çünkü onların geleceği benim ellerimde. Onlar okusun istiyorum. Büyük kızım doktor olmak istiyor. Oğlan da dedesi gibi polis olmak istiyor. Büyük kızım ve en küçükleri okulda sabahçı. Çünkü büyük kızım ona bakıyor. Ortanca olan öğlenci. Yemekleri büyük kızım yapıyor. Yemek yapmayı öğrettim onlara. Büyük kızım derslerinde çok başarılı, okul birincisidir. Türkmenistan’da çocuklar aynı anda dört dil öğreniyorlar. Biri de Rusça. Üniversiteyi Rusya’da okumasını istiyorum. Belki burs alır, ben de çalışmaya devam ederim.
Eşim 40 yaşında, demircilik yapıyor, ayda 100 dolar kazanıyor. Ama içki bağımlısı olduğu için eve para getirmiyor. Çocuklara faydası yok. Bir defa bana şiddet uygulamaya çalıştı, bağırdım, durdu. Boşanmak istedim. Ama devlet her defasında ona 6 aylık süre veriyor. Bitince özür diliyor, eve geri dönüyor. En büyük korkum burada yakalanmak ve bu arada onun bu durumu kullanarak çocukları benden alması. Çocuklar da babasız olmak istemiyor.
Ben ayda 350 dolar alıyorum, 50’sini çocuklara gönderiyorum. Kalan 300’ü ev almak için biriktiriyorum. Türkmenistan’daki evimiz bir oda ve mutfaktan ibaret. Evimiz oldukça kötü durumda. Eski sosyal konutlardan kalma bir ev bu. Farklı odalarda yaşayan 15 insan ortak tuvaleti kullanıyor. Şimdi ben buradayım, çocuklar orda. Korkuyorum. Evimizin anahtarı bile yok. Küçüğün oturağı var, kovaya yapıyor, sabah atıyorlar. Anahtarlı kapı yapmak 100 dolar, yapamadık. En büyük hayalim çocuklarımla birlikte kalacağım bir ev yapmak. Kocamı da boşayacağım. Tuvaleti banyosu içinde olan bir evim olacak. Çocuklarım dedelerine gidip yıkanmak zorunda kalmayacak.
Düzenli çalışırsam ve ayda 500 dolar gönderirsem ev 5 yılda biter. Sovyet zamanından beri doğalgaz, su, elektrik çok ucuz. Ama kiralar pahalı, evler de pahalı. Türkmenistan’da ciddi konut sorunu var, iş yok, gelirler çok düşük.
‘Bizi kahredenler de aynısını yaşasın’
Devlet Başkanınız Kurbangül Berdimuhammedov başkent Aşkabat’ın merkezine, köpeğinin dev heykelini diktirdi. Sanırım Alabay cinsi bir köpek bu. Heykelin boyunun 6 metre olduğu söyleniyor. Altın varakla kaplıymış heykel. Ama siz göçmen kadın işçiler de bu durumdasınız. Ne söylemek istersiniz?
Halk sefalet yaşıyor, bizler gurbetteyiz. Çocukları bile ararken yasaklıyız. Bizim ülkemizde Whatsapp yasak, Imo denen bir haberleşme sistemi var. O da takip ediliyor. Her şeyi konuşamıyoruz. Telefonda şikâyet yok, çünkü başın belaya girer. Bu yüzden çocukları sürekli uyarıyorum. Çünkü devlet izliyor. Mesela pandemi zamanı çok insan öldü, bizler de gördük ama kimse konuşamadı.
Çocuklarımızdan utanmıyorlar. Çocuklarımızı kahrediyorlar. Bizi kahredenler de aynısını yaşasın. Ben burada, kızım sılada. Her gün ağlıyor, onun bana ihtiyacı var.
Telefonda ne konuşuyorsunuz, çocuklara ilk neleri soruyorsunuz?
Bugün ne yedin, küçüğe ne yedirdin? Bugün yumurta yedirmeyi unutmuş, çok üzüldüm.
Derslerine yardım ediyor musun?
Dışarı çıkmayın, çok sıcak!
Akşam baban kaçta geldi, içti mi?
İşte bunları söylüyorum. Dede ile nine ayrı evdeler, çocuklarım korumasız. Kızım çok güzel, onun için korkuyorum. Yakalanmadan çalışırsam 5 yıl çocuklarımdan ayrı kalacağım. Ben onlar için bunu göze aldım. Çocuklar anasız, anneler çocuklarından ayrı. Şu dünyada göçmen olmak korkunç bir şey!
https://ilketv.com.tr/turkmenistanli-bakici-tazegul-su-dunyada-gocmen-olmak-korkunc-bir-sey/
Kapat
Türkiye’de geçici koruma statüsünde yaşayan Suriyelilerin sayısı 2021’den bu yana düzenli olarak ...
11 Ekim - Türkiye’deki kayıtlı Suriyelilerin sayısı neden azalıyor? (BBC Türkçe) Devamı11 Ekim - Türkiye’deki kayıtlı Suriyelilerin sayısı neden azalıyor? (BBC Türkçe)
Türkiye’de geçici koruma statüsünde yaşayan Suriyelilerin sayısı 2021’den bu yana düzenli olarak azalıyor.
İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Başkanlığı'nın verilerine göre 2021’de 3 milyon 737 bin 369’a kadar çıkan sayı 3 Ekim 2024 itibarıyla 3 milyon 89 bin 904’e gerilemiş durumda.
Yeni doğumlar da hesaba katıldığında bu, sayılarda ciddi bir düşüşe işaret ediyor.
İçişleri Bakanlığı’nın adreslerini güncellemeyen Suriyelilere verdiği ek sürenin 1 Kasım'da dolmasının ardından, bu güncellemeyi yapmayanların geçici koruma statüsü kaydından silinecek olması nedeniyle bu sayının önümüzdeki aylarda daha da azalması olası görülüyor.
Ortadaki düşüşün en önemli nedenleri arasında Suriye’ye geri dönüşler ve Avrupa’ya yasa dış göç gösteriliyor.
Suriyelilerin sayısındaki düşüşü, açık kaynaklardaki verileri ve açıklamaları inceleyip; uzmanlar, yetkililer ve sivil toplum örgütleriyle görüşerek araştırdık.
Suriyelilerin sayısı nereden nereye geldi?
Türkiye'deki Suriyelilerin tamamına yakınının sunulan imkanlar nedeniyle geçici koruma statüsüyle yaşadığı düşünülüyor.
Göç İdaresi’nin verilerine göre bu statüdeki Suriyelilerin sayısı, 2011 ile 2021 arasındaki 10 yıllık dönemde, 2019’daki küçük bir düşüş dönemi dışında, sürekli arttı.
2021’de sayı en üst seviye olan 3 milyon 737 bin 369’a ulaştı. Ancak 2021’den sonra sayı sürekli düştü.
Göç İdaresi’nin sitesindeki en güncel veri 3 Ekim tarihine ait. Bu tarihte açıklanan sayı, 3 milyon 89 bin 904’e gerilemiş durumda.
Uzmanların sahadan aktardıkları da bu düşüş eğilimiyle paralellikler gösteriyor.
BBC Türkçe’nin görüştüğü, "Türkiye’deki Suriyeliler" kitabının yazarı, Harran Üniversitesi sosyoloji bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Mahmut Kaya, “Saha gözlemlerim çeşitli nedenlere bağlı olarak sayının düştüğü yönünde” diyor.
Görüştüğümüz göç araştırmacısı Hakan Ünay da son yıllarda bunu sahada gözlemlediğini söylüyor.
‘Değişen göç politikasının sonucu’
Konuştuğumuz uzmanlar, sayının azalışını anlamak için Türkiye’nin son yıllardaki göç politikasındaki değişime bakmak gerektiği kanısında.
Prof. Dr. Mahmut Kaya, son yıllarda bazı siyasi ve ekonomik sorunlar ile afetlerin göç politikalarını etkilediğini belirtiyor ve ekliyor:
“Yerel ve genel seçimlerde mülteciler üzerinden oluşturulan politik gerilim geri dönüş tartışmalarını beraberinde getirdi. Bu da hükümetin gönüllü geri dönüş söylemlerini etkiledi ve güvenli bölgelere göç akışları gerçekleşti.”
Göç araştırmacısı Hakan Ünay ise değişen göç politikasının Avrupa Birliği’nin (AB) değişen politikasından bağımsız olmadığı kanısında:
“Türkiye’nin ‘açık kapı’, ‘ensar-muhacir’ politikasından tam tersi bir yere döndüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunu, AB’nin politika değişimden bağımsız düşünemeyiz. AB göç politikasının asıl finansman kaynağı ve AB’nin daha önce Türkiye’deki göçmenlerin uyumu üzerine verdiği proje hibeleri göçmenlerin geri döndürülmesine evrildi.”
BBC Türkçe’ye konuşan Galatasaray Üniversitesi öğretim üyesi ve Göç Araştırmaları Derneği'den Doç. Dr. Didem Danış, sayılardaki azalmayı, “Türkiye’deki bir kısım Suriyelinin kalıcı olarak yerleşeceğini kabullenen hükümetin bu sayıyı 'hazmedilebilir' bir orana çekmek için yaptığı bir politikanın yansıması” olarak yorumluyor.
Danış; ekonomik sorunlardan, Zafer Partisi’nin gücünü artırması ve eski CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun geçen yılki seçim kampanyasına kadar farklı nedenlerin, göç politikasındaki değişimi etkilediği kanısında.
Suriyelilerin belirli yerlere yoğunlaşmasını engellemeye yönelik seyreltme uygulamasının ve Göç İdaresi’nin son dönemde yaygınlaşan mobil denetim araçlarının da bu değişimi yansıttığı kanısında, Danış.
Sonuç itibarıyla uzmanlara göre bu politika değişiminin sonucu olarak Suriyelilerin sayısı azalıyor.
Peki nasıl azalıyor?
Sayılardaki düşüşün en büyük sebebi geri dönüşler mi?
Konuştuğumuz birçok uzman ve bir hükümet yetkilisine göre sayılardaki düşüşün en büyük nedeni Suriye’ye geri dönüşler.
Suriye’ye gönüllü olarak geri dönenlerle ilgili sayı dönem dönem yetkililer tarafından açıklanıyor.
İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya bu konudaki en güncel veriyi 26 Eylül tarihinde katıldığı A Haber yayınında açıkladı.
Yerlikaya, “Gönüllü, güvenli ve onurlu geri dönüş” olarak tarif ettiği süreçle ilgili “2016-2024 yıllar arasında toplam 715 bini aşkın Suriyeli karşı tarafa gitmiş. 1 Haziran 2023 yani bu kabine döneminde 160 bin 236'sı gitmiş” dedi.
BBC Türkçe’nin görüştüğü bir hükümet yetkilisi bu açıklamayı hatırlatarak Suriyelilerin sayısındaki düşüşün en büyük nedeninin geri dönüşler olduğunu söylüyor.
Görüştüğümüz, Türkiye’deki Suriye asıllı sivil toplum kuruluşları tarafından kurulan Uluslararası STK Federasyonu’nun (ULFED) Genel Müdürü, Muhammed Akta, “Özellikle depremden sonra bölgeye çok yoğun dönüşlere şahit olduk” diyor.
Akta, gönüllü olarak geri dönenler dışında bir de geri gönderilenler olduğunu ekliyor:
“Geçici koruma kapsamındakiler kurallara uymamaları veya suça karışmaları durumunda Suriye'ye geri gönderilirler. Kamu düzenini bozanlarla alakalı geçici koruması iptali ve sınır dışı kararı veriliyor. Fakat bu kamu düzenini bozma değerlendirmesi çok fazla suistimal ediliyor. Komşusundan şikayet alanların da bu kapsamda değerlendirildiği çokça vakaya şahit oluyoruz.”
Prof. Dr. Kaya, bazı toplumsal ve siyasi gelişmelerin de geri dönüşleri etkilediği kanısında:
“Son yıllardaki sosyopolitik ortam itici bir güç olarak Suriyelilerin geri dönüşünü de tetikliyor Kayseri’deki mültecilere yönelik saldırılar, artan ırkçı ve ayrımcı söylem korku ve tedirginliğe neden oluyor. Bu ve benzeri faktörler göç etme planlarını da etkiliyor.”
‘Geri dönüşler gönüllü değil’ iddiası
Bugüne kadar çeşitli ulusal ve uluslararası insan hakları örgütleri geri dönüşlerdeki süreci eleştirdiler.
Göç araştırmacısı Hakan Ünay, saha gözlemlerine dayanarak, “Geri dönüşlerin çoğu gönüllü değil” iddiasında bulunuyor ve ekliyor:
“Kişiler, ülkelerine gönüllü bir şekilde geri dönmek istediklerine dair bir belge imzalıyor. Ama fiiliyatta başlarında polis, sınır görevlisi bekliyor. Maalesef geri gönderme çoğunlukla zorla geri göndererek yapılıyor.
“Gerçekten gönüllü geri dönmek isteyenler de var. Bunun pandemi, depremler, ekonomik kriz gibi gerekçeleri olabilir. Ayrıca Türkiye sınır ötesi operasyonlarıyla orada bir güvenli bölge oluşturup bir sosyal hayat inşa etmeye çalışıyor. Bunun da etkisi olmuştur.”
İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği (Mazlumder), geçen günlerde yayımladığı “Göç İdaresi Uygulamalarında Yaşanan Sorunlar” adlı raporda geri dönüşlerle ilgili hak ihlali iddialarına yer verdi.
Raporda, göçmenlerin geri dönüşündeki evrakların zorla imzalatılması veya personel tarafından imzalanmış evrakların göçmenler tarafından imzalanmış gibi işleme koyulması gibi iddialardan bahsediliyor.
BBC Türkçe’nin sorularını yanıtlayan Mazlumder Mülteci Hakları Komisyonu üyesi avukat Rumeysa Kılıç Uğurlu, bu iddiaları şöyle açıklıyor:
“Genel olarak, ismi gönüllü geri dönüş formu olan belgelerin, tamamen rıza dışı bir şekilde imzalattırılması sorunu ile karşılaşıyoruz. Kimi zaman; başka bir belgeymiş gibi irade yanıltılarak, kimi zaman geri gönderme merkezlerinde uzun süre kötü koşullarda tutulanlara buradan çıkmalarının tek yolu olarak gösterilerek, kimi zaman da kötü muamele ile bu belgelerin imzalattırıldığı yönünde iddialar ile karşılaşıyoruz.”
“Uygulamada Suriyeliler sınır dışı edilemeyen kişiler olarak değerlendirildiğinden bu form imzalatılarak tabi olunan uluslararası sözleşmeler ve mevzuata aykırı bir şekilde aslında üstü örtülü bir menşe ülkesine sınır dışı işlemi yapılıyor” yorumunu yapıyor Uğurlu.
Uğurlu, “Bize yansıyan yönüyle söyleyecek olursak; gönüllü geri dönüş formları hakkında ciddi bir şaibe var diyebiliriz. Çünkü; Suriye hala riskli bir bölge ve özellikle Türkiye’de bir hayat kurmuş kişiler bakımından gitmek çok da akıl karı değil” diyor.
Bu tür iddiaların Suriyelilerin geri dönüşünde etkili olup olmadığını sorduğumuz Uğurlu şu cevabı veriyor:
“Maalesef çok etkili. Suriyeliler halen çatışma bölgesi olan Suriye’ye, haklı olarak kendi özgür iradeleri ile gitmek istemiyor. Ancak Türkiye’deki ekonomik sorunlarla beraber yaşanan hak İhlallerinin etkisiyle Suriye’de İdlib’e yerleşmek amacı ile ayrılanlar bulunmaktadır.”
Yetkililer 'zorla geri gönderme' iddialarına ne diyor?
BBC Türkçe bu iddiaları hükümet yetkilisine sordu.
Yetkili iddiaları reddetti:
“Tüm gönüllü geri dönüşlerde dilekçe alınıyor. Bu sadece bizim tek başımızda yürüttüğümüz bir süreç de değil. Valilikler koordine ediyor, içinde STK’lar var, uluslararası kuruluşlar var.
“Suriye şu anda geri göndermeme ilkesinin uygulandığı bir ülke. Bu, hukuka aykırı. Buradaki gönüllü geri dönüş. Suriye’nin kuzeyinde harekatlar yapıldı, orada bir iyileştirme, hayatın normalleştirmesi çalışması yapılıyor. Oradaki çalışmalara paralel olarak bizim gönüllü geri dönüşlerimizin tamamı mevzuata uygun bir şekilde yürütülüyor.”
Konuştuğumuz yetkili, bu konuda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a da referans veriyor:
“Ortada Cumhurbaşkanının da iradesi var. O da gönüllü geri dönüş diyor. Dolayısıyla bizim daha farklı bir şey yapmamız mümkün değil. Son seçim döneminde birkaç parti Suriyeliler üzerinden bir siyaset üretti. Cumhurbaşkanımız ona rağmen o dönem dahi 'güvenli, onurlu, geri dönüş' dedi.”
Avrupa’ya geçenlerin sayısı ne kadar?
Geçici koruma statüsünde olup yasadışı yollarla Avrupa’ya geçiş yapan Suriyelilerin de olduğu anlaşılıyor.
ULFED Genel Müdürü Muhammed Akta, “Düzensiz bir şekilde Avrupa'ya gidenlerin en büyük faktör olduğunu düşünüyorum” diyor.
Konuştuğumuz hükümet yetkilisine göre Suriyelilerin sayısının düşmesinin ilk nedeni geri dönüşler ikinci neden ise Avrupa’ya düzensiz göç.
Yetkili hem Türk hem de Yunan tarafında sınır güvenlik önlemleri alındığını ancak yine de Avrupa’ya geçişler olduğunu belirtiyor.
Bunun sayısı henüz net olarak açıklanmamış olmamakla birlikte, adres güncellemeleri süreci sonrası daha fazla netleşmesi olası görünüyor.
İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, 9 Ağustos’ta yaptığı açıklamada adres tahkikatı yaptıklarını, 731 bin Suriyelinin adreslerini güncellemediğini belirtti ve bunun için onlara 90 günlük süre verdi.
Bu süre dolduğunda ise iki aylık ek süre verdi.
Bu ek süre de 1 Kasım tarihinde dolacak.
İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya bu konudaki en güncel veriyi 26 Eylül’de katıldığı A Haber yayınındaki açıklamasında 731 bin 146 Suriyelinin adreslerinin güncel olmadığını tespit ettiklerini, bunlardan 242 bin 853’ünün yaptıkları çağrı ardından adreslerini güncellediklerini, 196 bin 812’sinin ise adreslerini güncellemek için randevu aldıklarını söyledi.
Geriye kalan 291 bin 481 Suriyelinin ise henüz adreslerini güncellemediklerini belirtti.
Yerlikaya, bazı açıklamalarında AB sınır gücü örgütü Frontex'in verilerine dikkat çekerek adres güncellemesi yapmayan Suriyelilerden bazılarının kaçak yollarla Avrupa’ya geçen göçmenler arasında olabileceğini aktardı.
Bakan Yerlikaya, henüz adresini güncellememiş 291 bin 481 Suriyeliden bir bölümünün Avrupa’ya gitmiş olabileceğini belirtti.
Konuştuğumuz hükümet yetkilisi bu konuda şunu diyor:
“Bakan Bey şuna işaret ediyor. Bir kişi hizmet almıyorsa, kaydını güncellemediyse o kişinin artık Türkiye’de olduğuna dair bir emare yok. O yüzden Avrupa'ya geçmiş olabileceklerini değerlendiriliyor.”
Öte yandan Doç. Dr. Didem Danış, sahadaki görüşmelerine dayanarak, bazı Suriyelilerin kayıttan düştüğü halde Türkiye’de yaşamaya devam ettiğinden bahsediyor.
Danış’a göre bunu en net gözlemlediği yer deprem bölgesi. Bunu, Hatay örneği üzerinden anlatıyor:
“Depremden sonra Hatay’da bulundum. Geçici koruma statüsündeki Suriyelilerin büyük kısmının evi yıkılmış. Statülerini sürdürmek için adres güncellemesi yapmaları lazım. Ama kentte çok ciddi bir barınma sorunu var ve emlak fiyatları uçmuş durumda. Konteyner kentlere de alınmayabiliyorlar.
"Bakın Hatay’da 11 Haziran 2021’de, geçici koruma statüsünde 429 bin 21 Suriyeli varmış. 19 Mayıs 2024’te bu sayı 259 bin 449’a inmiş. Bence bunun çok önemli bir sebebi kayıt olmanın giderek zorlaşması, kişilerin aslında Türkiye’de yaşamaya devam ederken geçici koruma statülerini kaybetmeleri.”
Vatandaşlık verilenler de düşüşte etkili mi?
Suriyelilerin bir kısmına Türk vatandaşlığı da verildi.
Bunun da kayıtlı Suriyeli sayısının düşmesinde bir etkisinin olduğu iddia ediliyor.
Bununla birlikte hem konuştuğumuz uzmanlar hem de hükümet yetkilisi, vatandaşlık verilenlerin Suriyeli sayısının düşüşündeki etkisinin az olduğunu söylüyor.
Vatandaşlık verilen Suriyelilerle ilgili son resmi veri, 21 Ağustos’ta Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü tarafından açıklandı.
Açıklamada, Türkiye'de geçici koruma kapsamında bulunup Türk vatandaşlığını kazanan Suriye uyruklu kişi sayısının 238 bin 768 olduğu belirtildi.
Yeni kabine döneminde ise 183 Suriye uyruklu kişinin Türk vatandaşlığını kazandığı aktarıldı.
Ali Yerlikaya’nın bakanlığı döneminde Suriyelilere vatandaşlık verilmesinin neredeyse durduğu iddia ediliyor.
Böyle bir politika değişikliği olup olmadığını sorduğumuz hükümet yetkilisi, “Vatandaşlık verilen sayısı 183 kişi. Tam olarak durdu denilemiyor. Ama sayı bu olduğu için yavaşlama söz konusu gibi görünüyor” diyor.
‘Suriyelilerin sayısı daha da azalacak’
İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’ya göre, 2022 Haziran ayından beri yeni hiçbir Suriyelinin kaydı yapılmıyor.
Veriler 2021’den bu yana da Suriyelilerin sayısının azaldığını gösteriyor.
Bakan Yerlikaya, henüz adresini güncellememiş 291 bin 481 Suriyeli için ek sürenin 1 Kasım'da dolacağını ve o dönemde de adresini yenilememiş olan Suriyelilerin kayıttan düşeceğini belirtiyor.
BBC Türkçe’ye konuşan hükümet yetkilisi 1 Kasım'dan sonra elde edilecek verilerle, mevcut sayının düşebileceğini söylüyor.
Doç. Dr. Didem Danış bir yandan geri dönüşler yaşandığını ama bir yandan da Suriye’den Türkiye’ye kaçak geçişlerin yapıldığına dikkat çekiyor:
“Önemli sayıda insan Suriye’ye gönderildi ama onların hepsi hâlâ Suriye’de mi? Bu büyük bir soru işareti. Bugün iki - üç bin dolar gibi fiyatlarla yeniden Suriye’den Türkiye’ye kaçak geçişler yaşanıyor. Örneğin geçtiğimiz aylarda birlik komutanı bir tuğgeneralin makam aracıyla insan kaçakçılığı yaptığı haberini okuduk.”
Göç araştırmacısı Hakan Ünay ise önümüzdeki yıllarda göç politikasının temel odağının geri gönderme olacağını, o yüzden Suriyelilerin sayısının azalmaya devam edeceğini tahmin ettiğini söylüyor.
Bununla birlikte, “Suriyelilerin tamamımın gideceğini beklemek bir hayalden ibaret olur çünkü çoğunluğu artık burada bir hayat kurdu” diye ekliyor.
https://www.bbc.com/turkce/articles/cn9dqn9eldpo
KapatAvrupa Birliği (AB) Komisyonu, AB tarafından finanse edilen merkezlerde sığınmacıların kötü muameleye uğradıkları ve zorla sınır dışı ...
11 Ekim - AB, Türkiye'den 'sığınmacıların istismarı ve zorla sınır dışı edilmesi' iddialarını araştırmasını istedi (BBC Türkçe) Devamı11 Ekim - AB, Türkiye'den 'sığınmacıların istismarı ve zorla sınır dışı edilmesi' iddialarını araştırmasını istedi (BBC Türkçe)
Avrupa Birliği (AB) Komisyonu, AB tarafından finanse edilen merkezlerde sığınmacıların kötü muameleye uğradıkları ve zorla sınır dışı edildikleri yönündeki iddiaları araştırmasını istedi.
Ankara ise iddiaların doğru olmadığını, sınır dışı işlemlerinin uluslararası kurallara uygun bir biçimde gerçekleştirildiğini belirtiyor.
Hollanda merkezli gazetecilik kolektifi Light House öncülüğünde Almanya, Fransa, İngiltere ve İspanya'dan 21 gazeteci tarafından yapılan araştırmada, Türk makamlarının, AB tarafından finanse edilen merkezlerde, sığınmacıları zorla sınır dışı ettiği öne sürüldü.
Hollanda’nın etkin gazetelerinden NRC’de yayımlanan araştırmaya göre, toplam 20 bin kişilik 32 sınır dışı merkezinde, özellikle Suriyeli sığınmacılara büyük baskı uygulanıyor.
Haberde, Türk makamlarının AB Komisyonu'nu tarafından sağlanan araçlarla toplu olarak gözaltına alınan sığınmacıların, yine AB tarafından finanse edilen merkezlerde "gönüllü geri dönüşe zorlandığı" öne sürüldü.
Gazetecilik kolektifinin araştırmasına göre, AB'nin sığınmacılara ilişkin soruşturma ve parmak izi sistemlerinin genişletilmesi gibi hizmetleri genişletmek için sağladığı kaynaklar artık göçmenleri takip etmek, toplamak ya da sınır dışı merkezlerini dikenli tel ve daha yüksek duvarlarla donatmak için kullanılıyor.
Haberde, sınır dışı merkezindeki sığınmacılara çoğu zaman hukuki yardım sağlanmadığı, aşırı kalabalık, sağlıksız merkezlere tıkıştırıldıkları, "istismara ve hatta işkenceye" maruz kaldıkları ileri sürüldü.
NRC gazetesi, araştırma kapsamında Suriye'deki Beyaz Baretliler örgütünün eski bir üyesinin iddialarına yer verdi.
Suriye vatandaşı olan kaynak, kendisine zorla "gönüllü olarak ülkesine dönmek istediğini" içeren bir belge imzaltıldığını öne sürdü.
Gazetecilerin araştırmasına göre, AB, bu merkezlerde yaşananların farkında ancak finansmanı durdurmayacağını bildiriyor.
AB yetkilileri, Brüksel tarafından sağlanan desteğin, sınır dışı merkezlerindeki koşulların daha iyi olmasına katkıda bulunduğunu belirtiyor.
Türkiye'deki sınır dışı merkezlerindeki durumdan "tamamen Türkiye'nin sorumlu olduğunu bildiren AB yetkilileri, Komisyonun durumu yakından takip ettiğini söylüyor.
Geri gönderme konusunda uluslararası ilkelere her zaman saygı gösterilmesi gerektiğini belirten AB yetkilileri, Avrupa'nın finansal destek verdiği projelerin insan haklarına uygun olması koşuluna işaret ediyor.
'İddialar titizlikle araştırılıyor'
NRC’ye konuşan Türk makamları ise Suriyelilerin zorla geri gönderildiği iddialarının gerçeği yansıtmadığını söylüyor.
Göç İdaresi yetkililerine göre, AB tarafından sağlanan mobil araçlarda her zaman bir çevirmen ile bir göç uzmanı bulunuyor.
Merkezlerdeki durumun hem Türk makamları hem AB hem de Birleşmiş Milletler tarafından yakından izlendiğini belirten Türk yetkililer, istismar iddialarının da titizlikle araştırıldığını belirtiyor.
Hollanda medyasına göre, AB yönetimi daha önce de Tunus'taki sığınma merkezleri nedeniyle benzer suçlamalarla karşı karşıya geldi.
AB Komisyonu, bu yıl kabul edilen yeni göç anlaşması ile sığınmacıların Avrupa sınırları dışında tutulmasını amaçlıyor.
Perşembe günü Lüksemburg'da yapılan Avrupa Göç Bakanları toplantısında, Avrupa sınırına yakın ülkelerde yeni sığınma merkezleri kurulması ve iltica başvurusu reddedilen kişilerin ülkelerine dönene kadar buralarda barındırılması önerisi gündeme getirildi.
BM rakamlarına göre Türkiye, diğer uyruklara ek olarak 3 milyonu aşkın Suriyeli mülteciyle dünya çapında en fazla mülteciye ev sahipliği yapan ülkelerden biri.
AB, Avrupa'ya göçmen akışını durdurmak için 2016'da Ankara ile yaptığı anlaşma uyarınca Türkiye'ye insani yardım ve kalkınma yardımı olarak 6 milyar euro ödedi.
https://www.bbc.com/turkce/articles/cx2k191qxlpo
KapatÇok sayıda göçmene verilen istisnai vatandaşlıklar, son birkaç yıldır geçerli hukuki bir sebep olmadan iptal edilmektedir. Bu konu ...
8 Ekim - Basın toplantısına çağrı: “İstisnai Vatandaşlık İptallerini Durdurun!” Devamı8 Ekim - Basın toplantısına çağrı: “İstisnai Vatandaşlık İptallerini Durdurun!”
Çok sayıda göçmene verilen istisnai vatandaşlıklar, son birkaç yıldır geçerli hukuki bir sebep olmadan iptal edilmektedir. Bu konu hakkında avukat arkadaşlarımızın sunum yapacağı, Göçmen Mülteci Dayanışma Ağı’nın vatandaşlık iptallerinin durdurulması talebini kamuoyu ile paylaşacağı basın açıklamasına katılımınızı dileriz.
Tarih: 13 Ekim, Pazar Saat: 13.00
Yer: İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi Toplantı Salonu
Kapat
Göç İdaresi Başkanlığı skandal niteliğinde kararlara imza atmayı sürdürüyor!
Türkiye’nin göç ...
7 Ekim - Suçsuz insanları sınır dışı ederek ne amaçlıyorsunuz? Devamı7 Ekim - Suçsuz insanları sınır dışı ederek ne amaçlıyorsunuz?
Göç İdaresi Başkanlığı skandal niteliğinde kararlara imza atmayı sürdürüyor!
Türkiye’nin göç yönetiminde son yıllarda izah edilmesi güç adımlara imza atılıyor. Türkiye mültecilere ev sahipliği yaparken insanlık adına oldukça önemli bir misyon yüklendi. Birçok ülkeye örnek olacak bu politika son dönemde ise sorumsuz bürokratların uygulamalarıyla ciddi anlamda yara aldı.
Türkiye’nin başta ekonomi olmak üzere birçok açıdan destekçisi olan Arap coğrafyası da mülteci meselesindeki olumsuz gelişmelerden etkilendi. Türkiye’nin içinden geçtiği ekonomik darboğaz da düşünüldüğünde mülteci düşmanlığını körükleyen insanlık dışı uygulamaların niçin devreye sokulduğunu izah etmek mümkün değil. Göç İdaresi Başkanlığı ise skandal niteliğinde kararlara imza atmaya devam ediyor!
2014’ten beri sorunsuz bir şekilde Türkiye’de yaşayan Fatih Eid’in İstanbul Valiliği onaylı Geçici Koruma Kimlik Belgesi mevcut. Arap Dili ve Edebiyatı mezunu olan Eid, Arapça öğretmenliği ile geçimini sağlıyor. 03.10.2024 tarihinde sabah altı sularında emniyet güçleri Fatih Eid’i asılsız bir ihbarla gözaltına alıyor. İhbardaki isnat edilen suçla Eid’in alakası olmadığını anlayan görevli savcı suç unsuru bulunmadığına kanaat getirerek konunun mahkemeye intikal etmesine gerek görmüyor. İşte tam da bu aşamada kendisini vazifelendiren bir takım yetkililer Fatih Eid’i sınır dışı edilmek üzere Arnavutköy İl Göç İdaresine ardından ise Binkılıç Geri Gönderme Merkezi’ne gönderiyor.
Fatih Eid hangi suçtan dolayı başına bunların geldiğini bilmezken yaşadığı mağduriyetin acilen çözülmesi gerekiyor. Eid’in sınır dışı edilmesi durumunda suçsuz bir insan daha sebepsiz yere büyük bir adaletsizliğe maruz kalmış olacak!
https://www.haksozhaber.net/sucsuz-insanlari-sinir-disi-ederek-ne-amacliyorsunuz-181566h.htm
Kapat
Doğu Türkistanlı göçmen Ahmet Can, Türkiye’de soydaş olarak kabul edilse de, ırk temelli ayrımcılık ve hükümetin göç ...
5 Ekim - Doğu Türkistanlı Ahmet Can: ‘Irk temelli yakınlaşma bizi rahatsız ediyor’ Röportaj: Ercüment Akdeniz (İlke TV) Devamı5 Ekim - Doğu Türkistanlı Ahmet Can: ‘Irk temelli yakınlaşma bizi rahatsız ediyor’ Röportaj: Ercüment Akdeniz (İlke TV)
Doğu Türkistanlı göçmen Ahmet Can, Türkiye’de soydaş olarak kabul edilse de, ırk temelli ayrımcılık ve hükümetin göç politikalarından rahatsız olduğunu ifade ediyor.
Türkiye’de göçmenler ya da mülteciler deyince akla daha çok Suriyeliler gelir. Oysa savaş, zulüm ya da yoksulluk nedeniyle çok çeşitli ülkelerden insanların yolu Türkiye’den geçiyor. Bu topluluklardan biri de Doğu Türkistanlı göçmenler. Soydaş kültürü, hem resmi hem sivil alanda onlara “pozitif bir ayrımcılık” alanı açsa da; Hükümetin Doğu Türkistanlılara ve göçe dair politikalarına eleştirileri var.
Mahlas adını Ahmet Can olarak seçen Doğu Türkistanlı gençle söyleşiyoruz. Kendisi 24 yaşında ve üniversite öğrencisi. Hem çalışıp hem okuyor. Türkiye’ye 7 yıl önce göç etmek zorunda kalmış. Sonraki yıllarda vatandaşlık hakkını kazanmış. Kendini ırkçılık karşısında tarif eden Ahmet Can, “Arapları gönderip sizi daha çok almak lazım” diyenlerden rahatsız olduğunu söylüyor.
Ezilmiş bir halkın göçmeni olarak Suriyelilere ve Kürtlere bakışı da oldukça çarpıcı: “Meseleye ırk temelinde bakmamak lazım. ‘Arapları gönderip sizi daha çok almak lazım’ gibi ırk temelli anlatımlar bizi rahatsız ediyor. Bakıyorum, bazı konularda Kürtlerin hakları bizden bile geri. Çin parasında Uygurca yazı var. Eğer Türkiye’de böyle bir şey olsa kıyamet kopar”. Devamında şu örneği veriyor: “Okulda her pazartesi Çin marşını kendi dilimizde okuyorduk. Şimdi ben böyle bir yasa sunsam, Diyarbakır’da herkes İstiklal Marşını Kürtçe okusun desem, yolda bir tane aşırı sağcı beni çevirip vurabilir…”
İsterseniz, Doğu Türkistanlı göçmenleri tanımak ve liberteryan bir genç olarak Ahmetcan’ı dinlemek için söyleşimize başlayalım:
Kendinizi nasıl tanımıyorsunuz, Uygur mu, Uygur Türk mü?
Her ikisi de kullanılıyor. Ama genel olarak kendimizi Doğu Türkistanlı olarak tanımlıyoruz. Çin’de bulunduğumuz yer Doğu Türkistan yani Sincan olarak geçiyor.
Türkiye’de şu anda ne kadar Doğu Türkistanlı nüfus var? Neden gelmek durumunda kaldınız?
Çok göç veriyoruz memleketten. Sanırım Türkiye’de 30 bin kadar kişiyiz. Gelenlerin bir bölümü de buradan Avrupa’ya gitti. Diasporamızdaki en yüksek nüfus Kazakistan’da, ikinci sırada Türkiye var. 1980 ile 2000 yılları arasında göç Kazakistan’a yönelmişti. Orada yerel bir Uygur nüfusu da var zaten. Türkiye kültürel olarak Uygurlara Avrupa’dan daha yakın geliyor. Çünkü Doğu Türkistanlılar Müslüman bir toplum. Çin 2016’da adı konulmamış bir tehcir politikası uyguladı. Çin’deki Uygur vatandaşlarına zorla pasaport dağıtıldı. Öncesinde pasaport almak çok zor, hatta imkânsız bir şeydi. Sadece çok zenginler iyi bir rüşvet karşılığında pasaport alabiliyordu. Politika değişikliğinin sebebi yeni ipek yolunun başlamasıydı. “Ebedi barış” adı altında bir uygulamaya gidildi. Milliyetçilikten terörizmden arındırılmış bir bölge kurma amacıyla asimilasyon başladı. Bu proje kapsamında herkese pasaport verildi. İnsanlar baskı rejiminin başladığını hissettiler. Başörtüsü ve sakal yasakları geldi. Ramazanda oruç yasağı da geldi. Baskıdan rahatsız olan insanlar göç etmeye başladı. Pasaportlar da göç edelim, yerimizden edilelim diye verilmişti.
Kamp politikası da bu planın içindeydi. Kamplar asimilasyon ve “dönüşüm” için kuruldu. Uyum sağlamayanlar pasaport kolaylığıyla gönderildi. Bu yolla 60 ile 100 bin arasında insan göç etti. 2016’nın Ramazan ayında Çin devleti herkesin elindeki pasaportu geri aldı. Sakıncalıların gittiği düşünülmüştü. Üç milyon insanı kamplarda tutmak maliyetli olduğu için insanları kamplarda çalıştırdılar. Örneğin pamuk tarlalarına götürüp çalıştırdılar, doğru düzgün para vermediler tabi.
Doğu Türkistan’da partinin başındaki kişi Çin devletinin atadığı kişiydi. Yönetim yurt dışına çıkanların bir daha Doğu Türkistan’a alınmamasını emretti. Gelen olursa içeri tıkılacaktı. Bağımsızlık ve demokrasi fikirlerine yer yoktu. Biz Uygurlar olarak parti de kuramıyoruz, çünkü yasak.
Türkiye’deki statünüz nedir, sizi nasıl kabul ettiler?
Bizler sığınma değil ikamet başvurusu yaptık. Soydaşlık hukukuna göre insanlar Türkiye’de ikametgâh alabiliyor. Beş seneyi doldurunca kısa bir mülakat yapılıyor, sonra sınav ve ardından vatandaşlık veriliyor. Tabii sabıka kaydı olmamak şartıyla. Gelenlerin üçte biri vatandaş olmuştur sanırım. Fakat son dönem göç politikaları sertleşti. Vatandaşlık süreci duraklamaya başladı. Başvurular yine alınıyor ama bekletiliyor insanlar.
Ailelerimizle iletişim kurmak, para göndermek yasak!
Talepleriniz neler, bunları dile getirebiliyor musunuz?
Türkiye’de rahatça eylem yapabiliyoruz. Sadece bir defa bir polis memurunun ağır müdahalesi oldu. Çin konsolosluğu önündeydi eylem. Onun dışında sorun olmadı. Eylemlerimiz elçilik önünde izinli oluyor. Sanat sergisi gibi etkinlikler de düzenliyoruz.
Taleplerimize gelince: Diasporadaki insanların Doğu Türkistan’daki aileleriyle iletişim kurmaları mümkün değil. Aradığımız zaman aileler ajan ya da işbirlikçi muamelesi görüyor. Ailelerimizi tehlikeye atmak istemiyoruz. Misal, telefonda “İyi değilim” diyenler 5 ile 10 yıl arasında hapis cezası alabiliyor. BM’nin de bu konuda hak ihlalleri raporları var.
Bizler diasporayı güçlendirmek istiyoruz. Siyasal taleplerimizi anlatmak istiyoruz. Ekonomi de önemli, hayatı güvence almak için bu gerekli. Toprağından kopup gelenlerin başını koyacak bir yer alması Türkiye şartlarında çok zor. Bu yüzden Avrupa’ya göçler oluyor. Örneğin Kanada 10 bin Uygurluyu almayı kabul etti.
Ailelerimize para göndermiyoruz. Çin sisteminde para göndermek “terörizmi fonlamak” olarak algılanıyor, para ve haber akışı yasak. Çocuklara bile para gönderemiyorsunuz. Herkes çalışıp para kazanarak geleceğe yatırım yapıyor. Eşler çocuklar da buraya gelemiyor.
Eğer geri dönüş yolu açılırsa ve Çin’de yaşayacaksak, kampların kapatılmasını istiyoruz. Anadilde eğitimin geri gelmesini istiyoruz. Bizim aydınlarımızın serbest bırakılmasını istiyoruz. Yurtdışı ile iletişim serbest olmalı. İnsanlar rahat gidip gelebilmeli. Doğu Türkistan’da inanç haklarımız tanınmalı. Türkiye “geri göndermeme” ilkesine uymalı. Otonomi hakkımız, Çin’de, 1948’de imzalandığı gibi uygulanmalı. Dışardan atamalara son verilmeli. Taleplerimiz böyle. Ama maalesef Türkiye’de hükümet Doğu Türkistan sorununa mesafeli duruyor. Çünkü bu sorunları dile getirdiğinde akla Kürt sorunu gelecek. Adama demezler mi “Sen bunları Kürtlere niye vermiyorsunuz kardeşim” diye. Bunlar zor şeyler.
‘Irkçılık Çinlilere de yapılsa kötüdür bizim için’
Soydaş göçmenler ile Suriyeliler gibi soydaş olmayan göçmenler arasında nasıl bir ilişki var? Temaslarınız oluyor mu? İzlenimleriniz neler?
Buradaki bazı vatandaşlar “Hükümet size iyi davranmalı ama Suriyelilere iyi davranıyor” diyor. Bunu doğru bulmuyoruz. Meseleye ırk temelinde bakılmamalı. “Arapları gönderip sizi daha çok almak lazım” gibi ırk temelli anlatımlar bizi rahatsız ediyor. Çünkü göçmenler benimle aynı şeyi yaşayan insanlar. Suriyeliler bir savaştan geldiler, ekstra ırkçılıkla karşılaştıkları zaman bu insanların psikolojisinin ne denli kötü olduğunu anlayabiliyorum. Bir insanın ailesinden, toprağından ayrı kalması kolay bir şey değil. Bana ırkım üzerinden bir yakınlık duyulması beni rahatsız eder. Uygurlar arasında kendisini Türklere yakın hisseden ya da bu konfordan yararlanmak isteyen insanlar var. Ama Uygurlar genel olarak ırkçılığa mesafelidir. Çünkü İslami hassasiyetleri daha ön planda. Çin’de yaşanan baskı da daha çok dinsel bir baskıydı. Dedelerimizden ırkçılığa karşı olmayı öğrendik. Irkçılık Çinlilere yapılsa da kötü bizim için. Suriyelilere karşı da ırkçılık söz konusu olmaz. Irkçılık ahlaki çürümedir.
Kişisel olarak ve dünya görüşü bakımından kendinizi nerede tarif ediyorsunuz?
Ben liberteryanım yani özgürlükçüyüm. Devletler sisteminin, insanların ihtiyacı olmayan bir kötülük olduğunu düşünüyorum. Şu anki ÇKP’yi komünist olarak görmüyorum. ÇKP’nin ılımlı yönetim zamanları da oldu. O zamanlar Doğu Türkistan’a federal yapı da savunulmuştu. Ama sonra değişti durum.
Burada Türk olmayan yabancı arkadaşlarım da var. Gördüğüm kadarıyla Suriyeli küçük çocuklar akran zorbalığına uğruyor. Ebeveynlerdeki ırkçı yaklaşım ve Arap düşmanlığı çocukları etkiliyor. Çocuklarda travma oluşuyor. Uygurlu çocuklar bunu yaşamıyor çünkü pozitif ayrımcılık var onlara. Ne yazık ki durum böyle.
Çalışma koşullarınız nasıl? Hakkınızı arayabiliyor musunuz?
Uygurlar genellikle ticaretle uğraşıyor. Her şeyi deniyorlar, lokanta, turizm işkolunda çalışıyorlar. Çince ve Türkçe bilme avantajları var. Afrika’da madenlerde çalışanlarımız da var. Çin yemekleri yapabiliyoruz. İkametle yaşayan Uygurlar, vatandaş Uygurlara göre daha kötü durumda. Çünkü aynı parayı alamıyorlar, sigorta sorun. Bu sorunları aşmak için bir araya geliyoruz. Burada hem iş bulunuyor hem de hak gaspı varsa avukat tutuluyor. Biz buna sendika diyoruz ama aslında sendika değil dernek gibi bir yapı.
Uygur göçmen toplumunda sosyal kültürel hayat nasıl?
Misal, eğlence yapamıyoruz. Doğu Türkistan’da “heydgah” dediğimiz bayram yerleri vardı. Orda bayram çıkışında Uygurlar “sama” dansı yapar, sonra evlere dağılırdı. Türkiye’de bunu yapmayı düşündük ama hoş karşılanmayacağından çekindik ve vazgeçtik. Düğünlerimiz düğün salonlarında oluyor. Cenazeleri memlekete gönderemiyoruz, burada gömüyoruz mecburen. Cenazelerimizin Çin’e gitmesine izin verilmiyor. Memlekette biri ölünce Tiktok’tan görebiliyoruz. Onlar için burada namaz kılıyoruz.
‘Paranın üzerinde Kürtçe yazsa’
Vatandaş olarak oy kullandınız mı hiç, hangi partiye oy verdiniz?
Son iki seçimde YSP ve DEM Parti’ye oy verdim. Kürt arkadaşlarımın bizim gibi baskı gördüğünü düşünüyorum. Ben Türkiye’ye geldikten sonra ve Kürtlerin durumunu görünce bazı haklar konusunda bizden bile geri olduğunu fark ettim.
Mesela Çin parasında Uygurca yazı var. Eğer Türkiye’de böyle bir şey olsa kıyamet kopar. Ya da Doğu Türkistan’da Çin marşı okuyoruz. Her ne kadar benimsemesek de marşı Uygurca okuyabiliyoruz. Okulda her pazartesi Çin marşını kendi dilimizde okuyoruz. Şimdi ben böyle bir yasa sunsam, Diyarbakır’da herkes İstiklal Marşını Kürtçe okusun desem, yolda bir tane aşırı sağcı beni çevirip vurabilir. Ben doğu Türkistan’da kendi anadilimde eğitim gördüm. Okulda Çince dâhil üç dil seçebiliyorsun. Maalesef 2014’te tek dil seçeneği olarak Uygurca kaldırıldı. Ama çift dil eğitimi hala mevcut. Üniversite’de de Uygurca seçmeli ders var. Türkiye’de Kürtlerin anadilde eğitim konusu aktif bir tartışma konusu bile olamıyorsa bu durum üzücü.
Örneğin Doğu Türkistan hala bir otonom bölgedir. Gerçi devlet adamları merkezden ve Çinlilerden atanıyor ama yine de otonomi tanınıyor. Anayasa’da haklarımız çok, pratik olarak Çin istediği gibi kullanıyor. Bu haliyle bile otonomi Türkiye’de gündeme gelemiyor. Gelse bölücülük olarak karşılanır. İnsanların kafasında “bölücülük” fikrinin normalleşmesi beni üzüyor.
Diğer muhalefet partileri için ne söylersiniz?
Bir dönem DEVA partisini destekledim ama adayını beğenmedim. Selahattin Demirtaş bırakılsın diye DEM’e oy verdim. CHP’ye mesafeliyim çünkü benzer taleplerimize uzak.
Gelecek Partisi ve DEVA, Doğu Türkistanlılarla ilgili hükümeti eleştiren açıklamalar yaptı. BM’nin Doğu Türkistan’la ilgili hak ihlali raporu çıkmıştı. Hükümet bu raporlara mesafeliydi. Geri göndermeler de oldu Doğu Türkistan’a ama tepkiler üzerine şimdilik durdu. Zafer Partisi de Türkçülük üzerinden Doğu Türkistan sorununu gündeme getirdi. Ama mesafeli onlara duruyoruz. Çünkü bizler mazlumuz. Mazlumlar arasında ırkçılık üzerinden bir karşılaştırma ya da ayrım yapılamaz. Filistin konusunda tüm Uygurlular hassastır. Arapları dışlayıp karşısına Doğu Türkistanlıları koymak doğru değil.
https://ilketv.com.tr/dogu-turkistanli-ahmet-can-irk-temelli-yakinlasma-bizi-rahatsiz-ediyor/
KapatSMDK'ya bağlı yardım koordinasyon biriminin yayınladığı kış ihtiyaçları raporuna göre;
Suriye'nin kuzeybatı bölgesinde ...
2 Ekim - SMDK'ya bağlı yardım koordinasyon biriminin yayınladığı kış ihtiyaçları raporu Devamı2 Ekim - SMDK'ya bağlı yardım koordinasyon biriminin yayınladığı kış ihtiyaçları raporu
SMDK'ya bağlı yardım koordinasyon biriminin yayınladığı kış ihtiyaçları raporuna göre;
Suriye'nin kuzeybatı bölgesinde bulunan kamplarındaki demografi: Kamplarda yaşayan toplam nüfus 2 milyon 14 bin 363 kişiye ulaşmış durumda. Toplam nüfusun %55'ini 0-18 yaş arası çocuklar oluşturuyor.
Kamplardaki Barınma Durumu: %53'ü yarı kalıcı odalarda barınmaktadır. %39'u geçici çadırlarda kalmaktadır. %7'si ise prefabrik barakalarda barınmaktadır. Konutların yarısı ek yalıtıma ihtiyaç duymaktadır.
Kış Mevsiminde Kamplardaki Endişeler ve Zorluklar: Kampların yarısı, yağmur yağdığında yolların kapanması nedeniyle temel hizmetlere erişimde zorluk yaşamaktadır. Kampların %75'i kış aylarında güvenlik sorunlarıyla karşı karşıya kalmaktadır. Kampların %99'u besleyici gıdaya erişimde sıkıntı yaşamaktadır.
Kış İhtiyaçları: Kampların %82'si battaniyeye ihtiyaç duymakta, sobalar ve yakıt yetersizdir. Halk, ısınmak için güvenli olmayan alternatifler kullanmaktadır.
Tavsiyeler: Soba, yakıt, battaniye ve kışlık giysi sağlanmasının yanı sıra barınaklardaki yalıtımın iyileştirilmesi gerekmektedir. Sel baskınlarını önlemek için altyapının geliştirilmesi önem arz etmektedir.
https://x.com/mohammadakta/status/1841378060181839992
Kapat
Göç Araştırmaları Vakfı tarafından düzenlenen Türkiye’de Göç ve Göçmen Bağlamında Değişen Öteki Algısı II ...
30 Eylül - Türkiye’de Göç ve Göçmen Bağlamında Değişen Öteki Algısı II Çalıştayı sonuç raporu yayınlandı Devamı30 Eylül - Türkiye’de Göç ve Göçmen Bağlamında Değişen Öteki Algısı II Çalıştayı sonuç raporu yayınlandı
Göç Araştırmaları Vakfı tarafından düzenlenen Türkiye’de Göç ve Göçmen Bağlamında Değişen Öteki Algısı II Çalıştayı sonuç raporu yayınlandı.
Çalıştay, Türkiye’deki göçmenlerin karşılaştığı temel sorunları ele almak ve bu sorunlara yönelik etkili çözümler geliştirmek amacıyla gerçekleştirildi. Türkiye’nin göçmen politikalarını daha sürdürülebilir ve kapsayıcı bir yapıya kavuşturma yolunda önemli bir adım olan bu organizasyon, göçmenlerin yaşadığı zorlukları ve bu zorlukların toplumsal uyum üzerindeki etkilerini derinlemesine inceleme fırsatı sundu.
Kapat
Türkiye'de gözaltında tutulan Eritreliler, Eritre’ye geri gönderilmeleri halinde ciddi insan hakları ihlalleriyle karşılaşma riskiyle karşı ...
28 Eylül - Af Örgütü: Eritreliler zorla geri gönderilme riski altında Devamı28 Eylül - Af Örgütü: Eritreliler zorla geri gönderilme riski altında
Türkiye'de gözaltında tutulan Eritreliler, Eritre’ye geri gönderilmeleri halinde ciddi insan hakları ihlalleriyle karşılaşma riskiyle karşı karşıya kalacak.
Yüzlerce Eritreli, işkence, keyfi gözaltı ve diğer ciddi insan hakları ihlalleriyle karşı karşıya kalabilecekleri Eritre'ye zorla geri gönderilme tehlikesiyle karşı karşıya. Son raporlar, yeterli iletişim veya hukuki desteğe erişim olmadan yaklaşık 300 Eritrelinin kısa süre önce Eritre'ye sınır dışı edildiğini gösteriyor.
Uluslararası Af Örgütü'ne göre, Türkiye'de gözaltında tutulan Eritreliler, Eritre’ye geri gönderilmeleri halinde ciddi insan hakları ihlalleriyle karşılaşma riskiyle karşı karşıya kalacak.
Örgüt, Eritre’ye geri dönen kişilerin izinsiz ülke dışına çıkma gerekçesiyle gözaltına alınıp işkence gördüğünü belgelemiş durumda.
Eritre'de gözaltı ve kötü muamele riski
Birleşmiş Milletler Mülteci Yüksek Komiserliği (UNCHR) de zorla geri gönderilen Eritrelilerin, suçlama olmaksızın tutuklanabileceğini, kötü muamele ve işkenceye maruz kalabileceğini vurguladı.
UNCHR, Eritre'de gözaltı koşullarının son derece kalabalık, hijyenik olmayan ve tıbbi bakım imkanlarından yoksun olduğunu belirtiyor. Eritre’den yasa dışı yollarla çıkmış kişilerin, ülkelerine geri döndüklerinde incelemeye ve sert cezalara maruz kalabileceği kaydediliyor.
Türkiye'nin Mülteci Sözleşmesi'ne yaklaşımı
Türkiye, 1951 Mülteci Sözleşmesi ve 1967 Protokolü'ne taraf olsa da, coğrafi kısıtlamalar nedeniyle yalnızca Avrupa Konseyi üyesi ülkelerden gelen kişilere mülteci statüsü tanıyor. Avrupa dışından gelen sığınmacılar ise "şartlı mülteci" statüsüne başvurabiliyor ve bu statü, tam mülteci statüsüne kıyasla daha sınırlı haklar içeriyor.
Uluslararası Af Örgütü, geçtiğimiz haftalarda Türkiye’den sınır dışı edilen yaklaşık 180 Eritrelinin, Eritre'nin başkenti Asmara yakınlarındaki Adi Abeto Cezaevi'nde gözaltında tutulduğunu açıkladı. Türkiye'deki göçmen gözaltı merkezlerinde tutulan Eritreliler, yetkililerin kendilerini de sınır dışı etmeye hazırlandığını ailelerine bildirdi.
Uluslararası Af Örgütü ve diğer insan hakları kuruluşları, Türkiye'nin Eritrelileri geri gönderme işlemlerini derhal durdurması çağrısında bulunuyor.
Yetkililerden, Eritrelilerin güvenli bir şekilde Türkiye’de uluslararası koruma başvurusunda bulunmalarına izin verilmesi ve gözaltı koşullarının uluslararası standartlara uygun hale getirilmesi talep ediliyor.
Türkiye’nin, Eritrelileri ciddi insan hakları ihlalleri riskiyle karşılaşacakları Eritre’ye geri göndermesi halinde, 1951 Mülteci Sözleşmesi ve BM İşkenceye Karşı Sözleşme'deki yükümlülüklerini ihlal etmiş olacağı belirtiliyor.
https://bianet.org/haber/af-orgutu-eritreliler-zorla-geri-gonderilme-riski-altinda-299651
Kapatİstanbul Akgün Otelde; İHH İnsani Yardım Vakfı, Uluslararası Mülteci Hakları Derneği, Yeryüzü Çocukları Derneği, Yeryüzü ...
27 Eylül - STK'lardan Abdullatif Davvara cinayetine tepki: “Cezalar caydırıcı hale getirilmeli” Devamı27 Eylül - STK'lardan Abdullatif Davvara cinayetine tepki: “Cezalar caydırıcı hale getirilmeli”
İstanbul Akgün Otelde; İHH İnsani Yardım Vakfı, Uluslararası Mülteci Hakları Derneği, Yeryüzü Çocukları Derneği, Yeryüzü Avukatlar Derneği ve Mülteci Dernekler Federasyonu tarafından “Çocuk katliamlarına, ayrımcılık ve şiddete dur de” başlıklı basın toplantısı yapıldı.
İstanbul Gaziosmanpaşa’da 21 Eylül 2024 tarihinde 15 yaşındaki tekstil işçisi Abdullatif Davvara parkta oturduğu sırada, kimliği belirsiz 2 kişi tarafından uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybetti.
Yaşanan cinayet sonrasında; Uluslararası Mülteci Hakları Derneği, Yeryüzü Çocukları Derneği, Yeryüzü Avukatlar Derneği, Mülteci Dernekler Federasyonu ve İHH İnsani Yardım Vakfı öncülüğünde çeşitli sivil toplum kuruluşları bir basın toplantısı düzenleyerek, çocuk cinayetlerine dikkat çekti.
Basın toplantısında, 6 Şubat 2023 depremlerinde annesini ve kardeşini kaybeden Abdullatif’in canice bir cinayete kurban gittiği vurgulandı. Toplantıda, toplumda giderek artan çocuklara yönelik şiddet olaylarının sosyal huzur ve güvenliği tehdit ettiği ifade edildi.
Artan çocuk cinayeti haberlerine bir yenisinin daha eklenmiş olmasından büyük bir üzüntü ve hicap duyuyoruz
Toplantıda basın açıklamasını okuyan Yeryüzü Çocukları Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Av. Betül Zağlı Topal, "Son günlerde artan çocuk cinayeti haberlerine bir yenisinin daha eklenmiş olmasından büyük bir üzüntü ve hicap duyuyoruz. Çocuğa yönelik şiddetin toplumumuzdaki artış hızı toplumsal huzur ve güven ortamı için ciddi bir tehlike teşkil etmektedir. Çocuklarımızı cinayetlere kurban verdiğimiz sokaklarımızda çocuklar için hayat gitgide güvensiz hale gelmektedir. Narin'i Diyarbakır'da, Sıla'yı Tekirdağ'da kaybettik. 21.09.2024 tarihinde de İstanbul Gaziosmanpaşa'da 15 yaşındaki tekstil işçisi Suriyeli Abdullatif, arkadaşlarıyla bir çocuk parkında otururken silahlı saldırıya uğramıştır. Saldırganlar parkta oturan çocuklara 12 kurşun sıkarak ateş açmışlardır. Bu saldırıda Abdullatif'e 4 kurşun isabet etmiştir. Henüz hayatının baharında, sadece 15 yaşındaki Abdullatif bu hayattan acımasızca koparılmıştır. Bir yıl önce, 6 Şubat 2023 depreminde, annesi ve kardeşinin vefatının acı tazelinde Abdullatif de onların aralarına katılarak hayata veda etmiştir." dedi.
Abdullatif Davvara'nın katledilmesinin ardından İstanbul İl Emniyet Müdürlüğü'nden yapılan açıklama ile olaya karışan 5 kişinin gözaltına alındığını hatırlatan Topal, dernek ve ailenin avukatları olarak tüm suçluların, azmettirenlerin hak ettiği cezayı alması için olayın takipçisi olacaklarını ifade etti.
"Cezalar yeterli ve caydırıcı hale getirilmeli"
Toplumda gittikçe artan şiddet ortamı ve toplumsal öfke nedeniyle çocukların katledildiğini aktaran Topal, "Çocukların korunması ve haklarının güvenceye alınması adına suçların caydırıcılığının artırılması, sokakların güvenliğin sağlanması zaruridir. Yaşanan çocuk cinayetlerinde ve istismar olaylarında bu gibi vahşi eylemler işleyenlerin genellikle ilk suç eylem olmadığı bilinmektedir. Suçla mücadelede, faillerin mükerrer eylemler çocuklarımız için tehdit oluşturmadan harekete geçilmeler. Cezaların yetersizliği, herhangi bir ıslah ediciliğin olmadığı ve hatta verilen cezaların infaz edilmediği açıkça ortadadır. Cezalar yeterli ve caydırıcı hale getirilmeli, cezaların infazı için infaz kanununda gereken düzenlemeler yapılmalıdır. Aksi halde katledilen nice çocuk haberin almamız kaçınılmaz hale gelecektir." diye konuştu.
"Davanın takipçisi olacağız"
Topal, "Milliyet, din, dil, ırk fark etmeksizin tüm çocukları korumak ve gözetmek toplumun asla sorumluluğudur. Narin, Sıla, Gina, Ahmed, Abdullatif ve şiddete, istismara kurban gitmiş tüm çocuklarımız adına adaletin sağlanmasını, sokakların güvenilir hale getirilmeseni talep ediyoruz. Ahlak yozlaşmanın, kötülüğün, ötekileştirmenin çocuklarımıza yönelmesini toplumun çöküşünün çığlığı olarak görüyoruz. Sosyal medyada ve çeşitli kitle iletişim mecralarında toplumsal ayrımcılığa yönelik ifadeler kullananların da çocuklara karşı işlenen suçların fitilini ateşlediklerini biliyoruz. Adalet sağlayacak mercilerden beklentimiz, toplum içinde öfke ve ayrımcılık tohumları ekenlere de caydırıcı yaptırımların uygulanmasıdır. Yeryüzünün tüm çocuklarının haklarına kavuşması için çalışan, gayret gösteren Yeryüzü Çocukları Derneği olarak Abdullatif'e davasının da takipçisi olacağımızı bir kez daha bildiriyoruz. Bizler tüm çocuklar adli bir dünya sistemde yaşayana kadar mücadele etmeye devam edeceğiz. Toplumsal şiddete, ayrımcı söylemlere, istismar ve cinayete kurban edecek bir çocuğumuz daha yoktur." şeklinde konuştu.
"Halkı kin ve düşmanlığa sevk edenlerin cezalandırılmaması göçmenlere karşı işlenen suçların cezasız kalacağı algısını oluşturdu"
Katledilen Abdullatif Davvara'nın Suriyeli olması nedeniyle sürece müdahil olduklarını belirten Uluslararası Mülteci Hakları Derneği Başkanı Av. Abdullah Resul Demir, "Ne acıdır ki bu menfur hadise ilk değildir ve korkarız ki son da olmayacaktır. Ülkemizde meydana gelen ve tarafı göç eden yabancılar olan her türlü olay derneğin çalışma konuları arasında bulunmaktadır. Bu kapsamda Gaziosmanpaşa'da yaşanan bu olay da derneğimizce takip edilmekte olup yargılamanın hukuka uygun şekilde yürütülmesi amacıyla dosyanın takipçisi olacağımızı sizlere bildirmekteyiz. Ancak biz bu basın toplantısıyla bu olay özelinde birkaç hususunda daha altını çizmek istiyoruz. Ülkemizde giderek yükselen nefret söylemleri neticesinde göç eden yabancıların mağduriyetine sebebiyet veren çok sayıda olaya şahit olduk. Uzun yıllardır nefret söyleminin arttığını ve bu söylemlerin suç unsuru oluşturduğunu çeşitli vasıtalar ile gündeme getirmeye gayret ettik. Derneğimizin avukatları tarafından yıllar içerisinde açıkça halkı kin ve düşmanlığa sevk eden siyasiler, gazeteciler, bireyler hakkında sayısız suç duyurusunda bulunulmuş olunmasına rağmen neredeyse hiç birinden 'TCK'nın 216'ncı maddesinde halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama' kapsamında kovuşturma yapılmamıştır. Kamu barışına karşı suçlar arasında yer alan 216'ncı madde kapsamına giren ve bugüne kadar defalarca açıkça işlenen bu eylemler bugün toplumda yabancılara karşı işlenen suçların cezasız kalacağı algısını oluşturmuştur. Toplumun dezavantajlı gruplarına yönelen bu şiddetin derhal ve kesin bir şekilde durdurulması gerekmektedir. Yargının ve İdarecilerin yaşanan bunca olay karşısında sessiz kalmış olması kötülerin seslerini daha gür çıkarmasını sağlamıştır." dedi.
İnfaz hukukunun en önemli amacının suçluların topluma kazandırılması ve ıslahı olduğunu ancak suçluların topluma kazandırılmasına yönelik düzenlemelerin hiçbir şekilde cezaların caydırıcılığını ortadan kaldırmaması gerektiğini vurgulayan Yeryüzü Avukatları Derneği Başkanı Av. Enes Kafadar, Türkiye'de 5 yıldan az hapis cezasına çarptırılan suçlulara hapis cezasının infaz edilmediğini, benzer düzenlemelerle cezaların caydırıcılığın ortadan kaldırıldığını söyledi.
"Konuşulan sorunlar buz dağının görünen yüzü"
Son 10 yıldır ayrımcılığa maruz kalan insanlarla muhatap olduklarını belirten İHH Mütevelli Heyeti Üyesi Av. Uğur Yıldırım, "Bugün konuştuğumuz sorunlar Türkiye'de bulunan göçmenlerin, sığınmacıların yaşadığı sorunlar aslında buz dağının sadece görünen yüzü. Bunun altında çok daha fazla şiddete, ayrımcılığa maruz kalan, korkuları olan, kendiişlerinde sorunları olan insanlarla son 10 yıldır daha fazla muhatap oluyoruz. Türkiye'deki infaz sisteminden, adalet sisteminden kaynaklanan, kanuni bir karşılığı olmayan veya kanuni karşılığı olmasına rağmen düzgün yürütülmeyen soruşturmalar ve diğer koşullar sebebiyle maalesef yaptıkları yanına kar kalan bir sistemde suça meyilli kişilerin göçmenleri hedef aldığını görüyoruz. Çünkü onlar toplumun zaten en zayıf kesimi. Diğerleri zalimliklerini göçmenlere, çocuklara yönelik gerçekleştirmeyi bir adet haline getirmiş durumdalar." diye konuştu.
Kapat
İstanbul Gaziosmanpaşa'da 21 Eylül’de parkta oynarken 12 el ateş edilerek vurulan 15 yaşındaki Suriyeli Abdullatif Davvara’nın ölümüne ...
25 Eylül - Öldürülen Suriyeli çocuğun ailesinden adalet çağrısı (bianet) Devamı25 Eylül - Öldürülen Suriyeli çocuğun ailesinden adalet çağrısı (bianet)
İstanbul Gaziosmanpaşa'da 21 Eylül’de parkta oynarken 12 el ateş edilerek vurulan 15 yaşındaki Suriyeli Abdullatif Davvara’nın ölümüne dair bianet’e konuşan Göçmen ve Mülteci Dayanışma Ağı ile Özgürlükçü Hukukçular Derneği avukatlarından Ömer Taş, çocuğun ailesinin adalet mücadelesi başlatacağını söyledi.
Göçmen Mülteci Dayanışma Ağı ve Özgürlükçü Hukukçular Derneği avukatlarından Ömer Taş, olayın ardından Davvara’nın ailesini ziyaret etti ve bilgi aldı.
Taş, bianet’e yaptığı açıklamada, olayın ırkçı saiklerle işlenmiş olabileceği üzerinde durduklarını belirtti ancak soruşturmanın devam ettiğini ve net bir bilgiye ulaşmadan kesin bir yargıya varmanın doğru olmayacağını ekledi.
Taş, saldırı sırasında Davvara ve arkadaşlarının Arapça konuştuklarını ve bu sırada motosikletli iki kişinin parkta bulunan gençlere ateş açtığını belirtti. "Olay sırasında Abdullatif ve diğer gençler kaykay ve kaydırakların arkasına saklanmaya çalıştı. Ancak Abdullatif başarılı olamadı ve 12 kurşundan 4’ü vücuduna isabet etti. Hastaneye kaldırıldı ancak maalesef kurtarılamadı" dedi.
Davvara ailesi, Göçmen Mülteci Dayanışma Ağı desteğiyle adalet mücadelesine devam edeceklerini belirtti.
Avukat Ömer Taş, sürecin takipçisi olacaklarını vurguladı. "Aile, çocuklarının suçsuz olduğunu, hiçbir şekilde karıştığı olumsuz bir durum olmadığını ifade etti. Adalet arayışlarından vazgeçmeyecekler" dedi.
Soruşturma devam ediyor
İstanbul Emniyeti, olayla ilgili 5 kişinin gözaltına alındığını ve 2 ruhsatsız silah ile bir motosikletin emniyette tutulduğunu açıkladı. Olayla ilişkisi olduğu düşünülen bu kişiler hakkında soruşturma devam ediyor.
Soruşturmanın ilerleyen aşamalarında, saldırının nedenine ve olası ırkçı bir saikle işlenip işlenmediğine dair daha fazla bilgi elde edilmesi bekleniyor.
Davvara ailesi, oğullarına hak ettiği adaletin sağlanması için yetkililere çağrıda bulunurken, bu vahim olayın aydınlatılması adına hukuk mücadelesini sürdüreceklerini vurguladı.
https://bianet.org/haber/oldurulen-suriyeli-cocugun-ailesinden-adalet-cagrisi-300053
Kapat
Son birkaç yıla bakıldığında Avrupa’da arka arkaya pek çok aşırı sağcı hükümet ve liderle karşı karşıya olduğumuz ...
24 Eylül - Her yerde göçmenleri savunacağız! – Yıldız Önen (Enternasyonal Dayanışma) Devamı24 Eylül - Her yerde göçmenleri savunacağız! – Yıldız Önen (Enternasyonal Dayanışma)
Son birkaç yıla bakıldığında Avrupa’da arka arkaya pek çok aşırı sağcı hükümet ve liderle karşı karşıya olduğumuz görünüyor. Guardian’da 17 Eylül’de çıkan bir yazıda Avrupa’daki aşırı sağcı ittifakların yükselişinden ve buna karşı nelerin yapılması gerektiğinden bahsediliyor[1]. Gordon Brown yazıda şunları söylüyor: “Avrupa’ya musallat olan hayalet, Karl Marx’ın bir zamanlar yazdığı gibi komünizm değil, aşırı sağcılıktır… Avrupa’da şu anda aşırı sağcı partilerin desteklediği ya da koalisyonda yer aldığı yedi hükümet var, bir zamanlar kirlenmenin önündeki aşılmaz engeller merkez sağ yatıştırıcılar tarafından bir kenara itilirken, sırada muhtemelen Avusturya var.”
Fransa Cumhurbaşkanı Macron, Marine Le Pen’in aşırı sağcı göçmen karşıtı gündemine teslim oldu. Her ne kadar Temmuz ayında sol cepheyle yaptığı seçim anlaşması sonucu Le Pen’e karşı bir güvenlik duvarı oluşturduysa da seçim sonrası aşırı sağa döndü. Macron, parlamento seçimlerinin birincisi solcu Yeni Halk Cephesi’ne (NFP) hükümeti kurma görevini vermeyi reddedip sağcı bir siyasetçi olan Michel Barnier’i başbakan olarak atadı. Macron, aşırı sağcı Ulusal Birlik (RN) partisinin desteğini alan bir hükümet kurmaya çalışıyor.
Avusturya’da iki eski Nazi üyesi tarafından kurulan Avusturya Özgürlük Partisi’nin (FPÖ) ay sonuna kadar göçmen karşıtı ve Rusya yanlısı bir hükümet kurması bekleniyor. Aşırı sağ eksen; Avusturya, Macaristan ve Slovakya’da ve daha da önemlisi, aşırı sağcı Başbakan Giorgia Meloni’nin adım adım basını ve yargıyı kontrol altına almakla suçlandığı İtalya’da giderek güçleniyor.
Aşırı sağcı Almanya için Alternatif Partisi (AfD), Doğu Almanya’daki bölgesel seçimleri Thüringen’de kazandı, Saksonya’da ikinci oldu. Bu durum, Almanya’nın iç istihbarat teşkilatının AfD’yi üç eyalette “aşırılık yanlısı” bir örgüt olarak listelemesine, bazı üyelerinin Holokost inkârı ve aşırı sağcı siyasi şiddetle bağlantıları konusundaki endişelerini yansıtmasına ve partinin Thüringen lideri Björn Höcke’nin Alman mahkemelerinde iki kez suçlu bulunmasına rağmen gerçekleşti. Maalesef geçen hafta Alman koalisyon hükümeti AfD’nin başarısına, düzensiz göçü engellemek amacıyla sınırların kontrolünü sıkılaştırarak tepki verdi.
Hollanda’da aşırı sağcı Özgürlük Partisi’nin (PVV) öncülüğünde kurulan hükümet, sığınma ve göçün önemli ölçüde sınırlandırılması için, bugüne kadarki en katı uygulamaları hayata geçirmeye hazırlanıyor. Eski istihbarat servisi şefi Dick Schoof’un başkanlığında kurulan dört partili sağcı hükümetin programı, Cuma günü açıklandı. Yeni hükümet programına göre, sığınmacılar konusunda “acil durum” ilan edilecek. Süresiz sığınma izni sona erecek. Suçlu yabancıların sınır dışı edilmesi kolaylaştırılacak. Aile birleşimi büyük ölçüde sınırlanacak.
Avrupa’da yükselen aşırı sağın nasıl büyüdüğünün tartışılması, bu durumdan çıkışın da yolunu gösterecektir.
2008’de başlayan ekonomik kriz ile aşırı sağın yükselmesinin paralel gittiğini söylemek mümkün. Ama Avrupa’da aşırı sağın mültecileri kullanarak yükselmesi, Britanya’daki Brexit sürecinde oldu. Nigel Farage’ın 2016 yılında Brexit referandumu kampanyası sırasında kullandığı, sakallı ve koyu tenli göçmenlerin sürüler hâlinde yürüdüğü posterin sloganı “Kırılma Noktası” idi. Brexit’e, yani Britanya’nın AB’den ayrılmasına “evet” oyu verenlerin arasında en büyük nedenin yabancı işçiler olduğu anketlere yansımıştı. Aynı fotoğraf daha sonra Macaristan’da kullanıldı, ancak başlık “Kırılma noktası” yerine “Dur” olarak değiştirildi. Benzer sloganlar arasında Matteo Salvini’nin İtalyan Ligi partisi tarafından kullanılan “İstilayı durdurun”, Alman aşırı sağ grupları AfD ve Pegida (Batı’nın İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar) tarafından benimsenen “Sınırları kapatın” yer almaktadır. Tüm bu sloganların Türkiye’deki ırkçı siyasetçiler tarafında kullanılması tabii ki tesadüf değil.
Aşırı sağ siyasetçiler ve partileri, mültecileri “Günah Keçisi” ilan ederek popüler olmaya ve seçimlerde başarılı olmaya devam ediyorlar. Bu yükselişte neoliberalizmin etkisini görmek son derece önemli. Meşhur tarihçi Fukuyama’nın dediği gibi olmadı, Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun yıkılışı kapitalizm büyük bir zafer kazandırmadı. Fukuyama 1990’larda “Tarihin Sonu mu?” tezinde, genel anlamda “Batının zaferi” ile sonuçlanan tarihsel bir süreçten, liberalizmin zaferinden söz etmekteydi. Fukuyama, Batı genelinde, Amerika özelinde, liberal demokrasiyle insanlığın ulaşabileceği en son noktaya ulaştığını, bundan sonra insanların yapacakları pek bir şey kalmadığını, liberalizmin çözemediği veya çözemeyeceği hiçbir meseleyi çözebilecek ideoloji olmadığını ve artık tarihin sonunun geldiğini iddia etmekteydi.
İçinde yaşadığımız krizler çağı bunun ne kadar yanlış bir tez olduğunu defalarca kanıtladı. Neoliberalizm ile işçi sınıfının direnişi kırıldı ama bu durum burjuva demokrasisinin çöküşüne de vesile oldu. Her ne kadar Fukuyama hâlâ aynı rüyaları anlatmaya devam etse de gerçekler tam tersini söylüyor. Fukuyama 2024’teki seçim sonuçlarına bakarak “Demokrasinin gerilemesine pek çok ülkede direnilebilir ve direnildi de” diye değerlendirmeler yaparken, yukarıdaki manzarayı görmezlikten geliyor.
Neoliberal merkez partilerin “aşırı sağ güçlenmesin” diye verdikleri tüm tavizler aşırı sağı güçlendirdi, maalesef aynı teraneye devam ediyorlar. Aşırı sağın istismar ettiği tüm “sistem karşıtı” öfke, buradan göçmenleri hedef hâline getiren çok tehlikeli bir yere doğru gidiyor.
Enternasyonal Dayanışma’da yayınlanan bir yazıda söylendiği gibi sosyal demokrat partilerin halkta yarattığı hayal kırıklığı, aşırı sağın yükselişinin sebepleri arasında yer alıyor: “AfD’nin yükselişinin ana nedeni SPD, Yeşiller ve FDP’den oluşan federal hükümetin, sosyal altyapının ihmal edilmesini kabul ederken devasa bir askeri yığınağa milyarlarca yatırım yapan politikasıdır.”[2]
20 Eylül’de seçime giderken sayıları birkaç bini bulan AfD’li faşist güruh, ellerinde taşıdıkları pankartlarda, Brandenburg ve Berlin’de iktidarda olan Sosyal Demokratlara atfen “Bıktık usandık” ya da “Kızıl fareler defolun” yazılı pankartlar taşıdı. Bu pankartlar, ırkçılığın göçmenlerle sınırlı olmadığını, büyüdükleri takdirde işçi sınıfına ve sosyal demokratlara yöneleceğinin en iyi örneği. 1930’lar Almanya’sını yeniden yaşamak istemiyorsak göçmenleri savunmak, işçi sınıfının ve sosyal demokratların kendilerini savunması anlamına geliyor.
Göçmen düşmanlığında yarışan ülkeler kervanına Türkiye’nin katılmasının miladı 2019 yılıdır. Daha önce de tabii ki ırkçılık etkindi ama 2019 yerel seçimlerinde İYİ Parti Fatih Belediye başkan adayı İlay Aksoy’un “Fatih’i Suriyeliler’e teslim etmeyeceğim” pankartı, bu işin startını verdi.
Geçen hafta Zonguldak’ta görülen Afgan işçi Vezir Mohammad Nourtani’yi yakıp, cesedini yok etmeye çalışan maden ocağı sahipleri “Afganlı işçi, kim peşine düşer ki yakalım gitsin” demişlerdi. Bunu sağlayan politik iklim, muhalefetin AKP-MHP ittifakını yenmek için mülteci kozunu kullanma çabası ve iktidarın da bunu büyük bir ustalıkla alıp uygulaması ile gelişti. Serbestiyet’te yazdığım gibi “Muhalefet vaat etmişti, iktidara ‘nasip’ oldu.”[3]
AKP-MHP iktidarı son 5-6 senedir Avrupa’daki aşırı sağı aratmayacak uygulamalar ile göçmenlere karşı büyük bir saldırıyı sürdürüyor. Ali Yerlikaya’nın sık sık “illegalize ettikleri” göçmenler hakkında yakalama ve sınırdışı etme rakamları vermesi, komple teorisyenlerinin “İstilayı durdurun” havasına büyük destek sağlıyor.
Türkiye’de ekonomik, politik krizleri yaratan, istikrarı bozan 4 milyon göçmenmiş gibi bir hava yaratılıyor. 1980’lerin, 2000’lerin ekonomik krizleri hemen unutuluyor. Kapitalizmde ekonomik krizi üreten, bir avuç elitin milyonlarca işçinin sömürüsü üzerinden kazanma hırsı unutuluyor. Milyarlarca dolar kazanırken sıfır vergi vermeleri, üzerine Kovid vs bahane edilerek devletten kredi almaları unutuluyor. Bunun yerine savaştan, şiddetten, baskıdan ve diktatörlükten kaçıp başka bir ülkeye sığınan göçmenler suçlanıyor.
Bugün sigorta hakkı, sosyal yardım hakkı olmadan “kaçak” çalışan milyonlarca göçmen işçi ile Türkiyeli işçilerin, Avrupalı işçilerin kaderi bir ve tektir. Afgan işçi Nourtani yüzbinlerce maden ocağı işçisinden biridir. Onları insanlık dışı işlerde çalıştıran işverenler de bir ve tektir. Bu işverenlere destek verenler de…
Enternasyonal Dayanışmadaki yazıda yazıldığı gibi: “Suriyelilerin ucuz iş gücü olarak çalıştırılması, başta AKP-MHP iktidarı olmak üzere Türkiye kapitalizminin işçi düşmanı yüzünü sergilemektedir. Ancak muhalefet de, başta CHP olmak üzere Türkiye’de çalışan mültecilerin kayıtlı olarak çalışabilmeleri için gerekli yasal izinlerin verilmesi konusunda iktidarı sıkıştıran herhangi bir girişimde bulunmamaktadırlar. Mülteciler ve göçmenler yasal çalışma iznine sahip olsalar, yasal ikamet iznine sahip olsalar, ucuz iş gücü söylemleri sona erer.”[4]
“Ya sosyalizm ya barbarlık” çağrısının bugünkü karşılığı, sınıf mücadelesinin en kritik unsuru olarak, uluslararası düzeyde her yerde göçmenleri savunmaktır. Bu mücadele kazanırsa aşırı sağ gerileyecek. Göçmenler yalnız bırakılırsa işçi sınıfı ve tüm ezilenler kaybedecek.
https://enternasyonaldayanisma.org/2024/09/24/her-yerde-gocmenleri-savunacagiz-yildiz-onen/
Kapat
21 Eylül’de İstanbul-Gaziosmanpaşa’da bir oyun parkında arkadaşlarıyla oyun oynarken maskeli iki kişi tarafından saldırıya uğrayan 15 yaşındaki ...
24 Eylül - İstanbul’da maskeli ırkçı grup dehşeti: 15 yaşındaki Suriyeli çocuk 12 el ateş edilerek öldürüldü – Sema Kızılarslan (Karar) Devamı24 Eylül - İstanbul’da maskeli ırkçı grup dehşeti: 15 yaşındaki Suriyeli çocuk 12 el ateş edilerek öldürüldü – Sema Kızılarslan (Karar)
21 Eylül’de İstanbul-Gaziosmanpaşa’da bir oyun parkında arkadaşlarıyla oyun oynarken maskeli iki kişi tarafından saldırıya uğrayan 15 yaşındaki Abdullatif Davvara, hayatını kaybetti. KARAR’a konuşan kaynaklar, Abdullatif’in öldürüldüğü parkta sık sık Suriyeli çocukların ırkçı saldırılara maruz kaldıklarını anlattı. Abdullatif’in amcası Mustafa Davvara, “Yeğenim için adalet istiyorum” dedi.
Abdullatif, Suriye'den Türkiye'ye ailesiyle birlikte savaş nedeniyle göç eden binlerce çocuktan biriydi. Parkta arkadaşlarıyla oyun oynadığı sırada hedef alınan çocuğa 12 el ateş edildi. Abdüllatif, kaldırıldığı hastanede hayatını kaybetti. Olayın ardından saldırganlar kayıplara karıştı.
MASKELİ VE SİYAH GİYİMLİ SALDIRGANLAR 12 EL ATEŞ ETTİ
Abdullatif’in saldırıya uğradığı sırada yanında olan arkadaşlarının ifadelerine ve güvenlik kameralarına yansıyan görüntülerde iki saldırganın da siyah giyindiği ve maske taktığı tespit edildi.
Annesi ve kardeşleri 6 Şubat depremlerinde hayatını kaybettiği için amcasıyla birlikte Gaziosmanpaşa’da yaşayan 15 yaşındaki Abdullatif, bir tekstil fabrikasında çalışıyordu.
BU PARKTA OYNAYAN SURİYELİ ÇOCUKLAR SIKLIKLA HEDEFTE
Olay günü amcasından izin aldıktan sonra arkadaşlarıyla oyun parkına giden
Abdullatif’in kimseyle kavgalı olmadığı belirtildi.
KARAR’a konuşan kaynaklar, Abdullatif’in 12 el ateş açılarak öldürüldüğü parkta iki aydır sıkça ırkçı saldırılar olduğunu ve özellikle Suriyeli çocukların parktan kovulduğunu ileri sürdü.
HASTANE MÜDAHALESİ YETERSİZ KALDI, GEÇ SEVK EDİLDİ
Abdullatif’in amcası Mustafa Davvara, yeğeninin hayatını kaybettiği olayın ardından büyük bir üzüntü içinde olduklarını ifade ederek, "Yeğenim masumdu. Kimseye bir zararı yoktu. Sadece arkadaşlarıyla oyun oynuyordu. Onu bu şekilde kaybetmek bizim için çok acı. Adaletin yerini bulmasını istiyoruz" dedi.
Abdullatif’in amcası Mustafa Davvara, Gaziosmanpaşa’da yaşayan bir esnaf olduğunu ve kimseyle bir sorunu olmadığını anlattı:
“Benden arkadaşlarıyla oyun oynamak için izin aldı. Berberden gelmişti. Ben de 15 dakika müsaade ettim. Kamera kayıtlarını izledik. Abdullatif’e saldıranlar simsiyah giyinmiş ve maske takmıştı. Ben bu bölgede esnaflık yapan biriyim. Kimseyle hiçbir kavgam, tartışmam yok. Yeğenim vurulduktan sonra kadın doğum hastanesine kaldırıldı ve orada gerekli müdahaleler yapılamadı. Sonrasında Başakşehir’de bir hastaneye sevk edildi ama artık çok geçti.”
Amca Davvara, yeğeninin hayatını kaybettiği olayın ardından büyük bir üzüntü içinde olduklarını ifade ederek, "Yeğenim masumdu. Kimseye bir zararı yoktu. Sadece arkadaşlarıyla oyun oynuyordu. Onu bu şekilde kaybetmek bizim için çok acı. Adaletin yerini bulmasını istiyoruz" dedi.
15 yaşındaki Suriyeli Abdullatif'in cenazesi Kilis'te defnedildi.
Kapat
İstanbul’da yaşayan Üsküdar Üniversitesi öğrencisi Naya Alsaffan, evlilik teklifini defalarca reddettiği erkek tarafından silahlı saldırıya ...
20 Eylül - Suriyeli öğrenci Naya saldırıya uğradı (Enternasyonal Dayanışma) Devamı20 Eylül - Suriyeli öğrenci Naya saldırıya uğradı (Enternasyonal Dayanışma)
İstanbul’da yaşayan Üsküdar Üniversitesi öğrencisi Naya Alsaffan, evlilik teklifini defalarca reddettiği erkek tarafından silahlı saldırıya uğradı.
Suriyeli üniversite öğrencisi Naya Alsaffan, evlenme teklifini reddettiği Türkiyeli Mustafa Öztaşçı tarafından silahlı saldırıya uğradı.
Defalarca şikâyette bulunmasına rağmen polis tarafından şikâyetleri ciddiye alınmayan Naya, 17 Eylül’de evine dönerken iki kurşunla vuruldu. Saffan yoğun bakıma alındı.
Evlenme teklifini reddettiği Mustafa Öztaşçı tarafından silahlı saldırıya uğrayan Naya Alsaffan için #NayaİçinAdalet etiketiyle sosyal medyada paylaşımlar yapılıyor.
Kadınlara ve göçmenlere yönelik suçların cezasız kalmaması için tüm kamuoyunu #NayaİçinAdalet hastagi ile dayanışmaya davet ediyoruz.
https://enternasyonaldayanisma.org/2024/09/20/suriyeli-ogrenci-naya-saldiriya-ugradi/
KapatAfganlar, Türkiye’deki çoban ihtiyacının karşılanmaması ve hayvancılık sektöründe Afgan çobanların varlığı üzerinden ...
19 Eylül - Türkiye'deki Afganlarla ilgili neler biliniyor? Afgan çoban tartışması neden gündemde? (BBC Türkçe) Devamı19 Eylül - Türkiye'deki Afganlarla ilgili neler biliniyor? Afgan çoban tartışması neden gündemde? (BBC Türkçe)
Afganlar, Türkiye’deki çoban ihtiyacının karşılanmaması ve hayvancılık sektöründe Afgan çobanların varlığı üzerinden gündeme geliyor.
Ticaret Bakanı Ömer Bolat’ın “Bugün 25 bin Afgan çoban gitse tarım, hayvancılık kalmaz” sözleri konunun yeniden tartışılmasına neden oldu.
Türkiye Damızlık Koyun Keçi Yetiştiricileri Merkez Birliği (TÜDKİYEB) Başkanı Nihat Çelik de Afganistan ve Türki cumhuriyetleri ile yabancı çoban istihdamı için görüşmeler yapıldığını da iddia etti.
Peki, Türkiye’deki Afganlarla ilgili neler biliniyor?
Türkiye'deki Afgan göçmenlerle ilgili merak edilenleri çeşitli kurum ile kuruluşların verilerini kullanarak, buralardaki kaynaklarla konuşarak, teyitli olarak ve güncel bilgiler üzerinden bir araya getirdik.
Afganların Türkiye'ye göçü yeni mi?
Afganistan'dan ülke dışına göç hareketi yeni değil.
1970'lerin sonundan itibaren bu göç hareketi, çatışmalar ile siyasi ve ekonomik sorunlar gibi nedenlerle sürüyor.
Suriye krizi başlamadan önce Afganistan, dünyaya en fazla mülteci ve sığınmacı veren ülke konumundaydı.
Çeşitli sorunlarla ülkesinden ayrılan Afganların büyük bölümü bugün İran ve Pakistan'da bulunuyor.
Türkiye de yıllardır, Afganların hem yaşamak için hem de transit ülke olarak geldikleri ülkelerden biri.
2000'li yıllara bakıldığında, Afganistanlıların yasa dışı yollarla ülkeye girişinin 2018'de sıçrama gösterdiği, 2019'da bunun da daha arttığı, 2020'de düştüğü, 2021 ve 2022’de tekrar artıp sonra yeniden düştüğü görülüyor.
Afganlar neden Türkiye'ye geliyor?
Sivil toplum ve akademi alanında yapılan saha araştırmaları ile medyada yer alan haberler, Afganların ülkelerinden ayrılma nedenleri arasında şiddet ve ekonomik nedenlerin ön sıralarda olduğuna işaret ediyor.
Avustralya merkezli, göçmenlerle ilgili bir araştırma kuruluşu olan Mixed Migration Center'ın 2020 yılında yayımladığı "Bilinmeyen Yön: Türkiye'de İlerleyen Afganlar" adlı raporunda, 2018 sonrasında Türkiye'ye gelen bir grup Afgan ile yapılan ankette, bu kişilerin ülkeden ayrılma nedenleriyle ilgili çoktan seçmeli sorulara yüzde 66,3 oranında "şiddet" cevabını verdikleri görülüyor.
Bunu, yüzde 63,6 ile "ekonomik nedenler", yüzde 34,3 ile "haklar ve özgürlükler" ve yüzde 28,2 ile "kişisel veya ailevi sebepler" yanıtları izliyor.
Türkiye’ye gelen Afganların bir bölümünün ülkede yaşamak, diğer bir bölümüyse Batı ülkelerine geçmek için geldiği anlaşılıyor.
Türkiye'ye nasıl geliyorlar?
Yasal yollarla da gelenler olmakla birlikte Türkiye'ye gelen Afganların büyük bir bölümünün, yasa dışı yollarla sınırı geçip ülkeye giriş yaptığı düşünülüyor.
Bunun için önce Pakistan'a, sonra İran'a, oradan da Türkiye'ye uzanan ya da direkt önce İran'a geçilen, oradan da Türkiye'ye uzanan rotalar takip ediliyor.
Aralarında İran'da bir süre yaşamış olup Türkiye'ye geçmeye karar vermiş olanlar da var.
Anlatımlarına göre Afganistanlılar, yer yer yürümek zorunda da kaldıkları bu yolculuk için göçmen kaçakçılarına ödeme yapıyor.
Türkiye sınırında geçişlerin en fazla, İran'la yaklaşık 300 kilometrelik sınırı olan Van'dan yapıldığı anlaşılıyor.
Bunun yanında Ağrı, Hakkari, Iğdır ve Kars'tan da geçişler yaşanıyor.
Türkiye'deki Afganların statüsü ne? Toplam kaç kişi var?
Türkiye'de farklı statülerde Afganlar bulunuyor.
Ülkeye yasa dışı yollarla giriş yapan ve hiçbir kaydı olmayan bir kesim olduğu anlaşılıyor.
Ülkeye girdikten sonra kayıt altına alınanların bir kısmı uluslararası koruma statüsü için başvurmuş olanlar.
Geçici koruma statüsü sadece Suriyelilere veriliyor. Bu, Afganlar ya da diğer yabancılar için geçerli değil.
Bir başka grup ise ikamet izni ile Türkiye'de yaşayan Afganlar.
Bu grup, gelir düzeyi nispeten daha yüksek kişilerden oluşuyor.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, o dönem Afganistan’dan 1,5 milyon düzensiz göçmen geldiği iddialarına karşı 20 Ağustos 2021’de yaptığı açıklamada, "Türkiye'de şu anda emniyet kayıtlarımızda ve kayıt dışı 300 bin Afganistanlı göçmen söz konusudur" demişti.
Türkiye'deki düzensiz Afgan göçmenlerle ilgili durum ne?
Yasadışı giriş, giriş koşullarının ihlali, vizenin geçerlilik tarihinin sona ermesi, izinsiz çalışma veya yasadışı çıkış nedenleriyle, bulundukları ülkedeki hukuki statüden yoksun olan kişilere düzensiz göçmen deniyor.
Türkiye'de 2024 yılında yakalanan düzensiz göçmenler arasında en büyük grubu Afganlar oluşturuyor.
Göç İdaresi'nin en son 12 Eylül 2024’te güncellediği verilerine göre yıl içinde, 12 Eylül tarihine kadarki sürede yakalanan toplam düzensiz göçmenlerin sayısı 155 bin 271.
Bu kişilerin arasındaki Afgan uyrukluların sayısı ise 42 bin 674.
Afganları; Suriye, Filistin, Türkmenistan, Fas, Özbekistan, Irak, İran ve Yemen uyruklular takip ediyor.
2005-2024 yılları arasındaki dönemde yakalanan düzensiz Afgan göçmenlerin sayısının 2018 yılında 268 bin ile büyük bir sıçrama gösterdiği ve 2019'da daha da artarak 454 bin 662 olduğu görülüyor.
Birleşmiş Milletler Afganistan Yardım Misyonu'na (UNAMA) göre 2018 yılı, 2001 sonrası süreçte Afganistan'da, sivil ölümlerin en fazla gerçekleştiği yıl oldu.
2018'de çatışmalar, intihar saldırıları, bombalı saldırılar ve hava operasyonları sonucu 10 binden fazla sivil hayatını kaybetti.
2019'da yayımlanan Dünya Küresel Barış Endeksi'nde Afganistan, Suriye'yi de geçerek listenin en alt sırasında yer aldı yani dünyanın en az güvenli ülkesi oldu.
2015 ile 2024 yılları arasında bakıldığında 2020 yılında, genel olarak yakalanan düzensiz göçmenlerin sayısının düştüğü görülüyor.
2020'de 50 bin 161 düzensiz Afgan göçmen yakalandı.
Bunun Covid-19 salgınına bağlı gelişmelerle ilgili olduğu düşünülüyor.
Normal şartlarda yakalanan düzensiz göçmenler, geri gönderme merkezlerine götürülüyor ve uluslararası koruma başvurusu gibi bir sürecin başlamaması durumunda sınır dışı ediliyor.
Uluslararası koruma nedir? Kaç Afgan buna başvurdu?
Savaş veya zulüm sebebiyle ülkesinden kaçmak zorunda kalan ve geri dönemeyecek durumda olan kişilerin Türkiye'de sığınma başvurusu yapma hakkı bulunuyor.
Türkiye kanunlarına göre bu başvurunun adı, uluslararası koruma başvurusu.
Türkiye'ye gelen bir yabancının bunun için Valilikler bünyesindeki İl Göç Müdürlüğü'ne başvurması gerekiyor.
Eğer kişi yasa dışı yollarla ülkeye girip, yakalanıp Geri Gönderme Merkezi'ne gönderildiyse, burada idari gözetim altındayken de başvuruda bulunabiliyor.
Başvuru sonrası kişiye Uluslararası Koruma Başvuru Sahibi Kimlik Belgesi veriliyor ve bu kişiye başvuruyla ilgili karar çıkıncaya kadar Türkiye'de kalma izni ile bazı temel hak ve hizmetlerden yararlanma imkanı sağlanıyor.
Bu kişi kendisine gösterilen şehirde yasal olarak kalmaya başlıyor. Buralar, uydu şehir olarak da anılıyor.
Başvurunun kabul edilmesi durumunda başvurucuya uluslararası koruma statüsü veriliyor.
Afganların uluslararası koruma başvurularının sonucunda, eğer olumlu karar verilirse onlara, durumlarına göre şartlı mülteci veya ikinci koruma statüsü veriliyor.
Bu şekilde oluşan uluslararası koruma statüsü sonucu kişilere uzun vadeli ülkede kalma ya da vatandaşlık alma imkanı verilmiş olmuyor.
Bununla birlikte bu kişilere ancak, ülkelerindeki durum düzelmediği veya uzun vadeli yerleşmek için onları kabul eden başka bir ülke bulunmadığı müddetçe Türkiye'de kalmaları ve bazı hak ve hizmetlerden yararlanmaları imkanı veriliyor.
Başvurusu kabul edilmeyenler bu karara çeşitli yöntemlerle itiraz edebiliyor.
İtiraz süreci sonunda da başvuruları olumsuz bulunanlar sınır dışı ediliyor.
Göç İdaresi’nin son güncel verilerine göre Türkiye’de 2023 yılında en fazla uluslararası koruma başvurusu yapanlar Afgan uyruklular oldu.
2023’te 13 bin 68 Afganistanlı, Türkiye'de uluslararası koruma başvuru yaptı.
Afganları 2776 başvuruyla Iraklılar, 1416 başvuruyla İranlılar takip etti.
İkamet izni ile Türkiye'de yaşayan Afganların sayısı ne kadar?
Göç İdaresi'nin son olarak 12 Eylül 2024 tarihinde güncellediği verilerine göre, Türkiye'de ikamet izni ile yaşayan 1 milyon 84 bin 425 yabancı bulunuyor.
İkamet izni ile Türkiye'de bulunan yabancıların önemli bir bölümü İstanbul'da yaşıyor.
Bu izinle İstanbul'da yaşayanların sayısı 528 bin 102.
İlk beş kente bakıldığında İstanbul'u 124 bin 872 ile Antalya, 69 bin 899 ile Ankara, 49 bin 40 ile Bursa ve 43 bin 847 ile Mersin takip ediyor.
Bu izinle Türkiye'de yaşayan yabancıların uyruklarına bakıldığında Afganistanlılar dokuzuncu sırada bulunuyor.
Ülkede ikamet izni sahibi 38 bin 808 Afganistanlı yaşıyor.
İkamet izni ile Türkiye’de bulunan yabancı uyrukluların ülkelerinin sıralaması şöyle; Türkmenistan, Rusya Federasyonu, Irak, İran, Suriye, Azerbaycan, Özbekistan, Kazakistan, Afganistan, Ukrayna.
Kaç Afganistanlıya çalışma izni verildi?
Afganların Türkiye'de çalışabilmeleri için tıpkı diğer tüm yabancılar gibi çalışma iznine sahip olmaları gerekiyor.
Genel olarak çalışma izni başvurusu, işverenler tarafından Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı'na yapılıyor.
İzin sonrası işverenin yabancıya ödeyeceği ücret en az asgari ücret tutarı kadar olmak zorunda.
Eğer kişi kendi nam ve hesabına çalışacak ise de kendi adına Bakanlığa başvuru yapabiliyor.
Mevsimlik tarım ve hayvancılık işlerinde çalışacak olan uluslararası koruma başvuru sahibi ve şartlı mülteci yabancılar, çalışma izni almalarına gerek olmaksızın, resmi makamlardan çalışma izni muafiyet formu alarak çalışabiliyor.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı'nın sitesinde Yabancı Çalışma İzinleri İstatistikleri adlı yıllık raporlar bulunuyor.
Bu raporların sonuncusu 2023’te yayımlanmış.
Rapora göre 2022'de 4 bin 957, 2023’te ise 6 bin 204 Afganistan vatandaşına çalışma izni verilmiş.
Afgan çoban tartışması neden gündemde?
Türkiye’deki Afganların yaptıkları işler arasında çobanlığın (resmi adıyla sürü yöneticiliği) yaygın olduğu anlaşılıyor.
Göç Araştırmaları Derneği’nin 2021 yılında yayımladığı “İstanbul’un Hayaletleri: Güvencesizliğin Kıyısında Afganlar” adlı saha araştırmasına dayanan raporda, “Afgan göçmenler arasında belgesiz ve kayıtsız olanların çoğunluğu oluşturduğu, ve İstanbul’daki en ağır çalışma koşullarına maruz kaldıklarını” aktarıyor.
Bunların arasında çöp-kağıt toplamadan inşaat işçiliğine kadar geniş bir yelpazede bedensel emeğe dayalı işlerin olduğu, bunlardan birinin de çobanlık olduğu belirtiliyor.
Günümüzde Facebook sosyal medya mecralarında Afgan çoban arayanların kullandığı gruplar bulunuyor.
Eski Dışişleri bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, 28 Mayıs 2023 seçimleri öncesinde verdiği bir röportajda Suriyelilerin geri gönderilmesini anlatırken şu sözleri sarf etmişti:
"Sahadayız dolaşıyoruz. Seçim öncesi popülizm yapmak doğru değildir. Tamamını yüzde 100 göndereceğiz dersek doğru olmaz. Şu anda Türkiye'de tarım sektörü, sanayide, hallerde istihdama ihtiyaç var. Benim babamın koyunları var mesela çoban bulamıyorum diye söyleniyor.”
Ticaret Bakanı Bolat ise 7 Temmuz 2024'te Sabah gazetesinde yayımlanan söyleşisinde tarım ve hayvancılıktaki eleman ihtiyacıyla ilgili şunları söyledi:
“Ürün o kadar çok ki, çiftçi toplayacak adam bulamıyor. Ciddi bir elemansızlık problemi var. Bu açık yabancı işçilerle de kapatılamıyor. Örneğin bugün 25 bin Afgan çoban gitse tarım, hayvancılık kalmaz. Limon 1 ile 3 TL arasında satılıyor diye ağaçta çürüdü.”
Türkiye Damızlık Koyun Keçi Yetiştiricileri Merkez Birliği (TÜDKİYEB) Başkanı Nihat Çelik de 14 Eylül’de yaptığı açıklamada, Türkiye’de bazı işletmelerde Afgan çobanların çalıştığını söyledi.
Hâli hazırda yaklaşık 50 bin çobanın çalıştığını belirtti ve sektörde sürdürülebilirliğin sağlanması açısından 150 bin çobanın daha çalışmasının şart olduğunu savundu.
Çelik, “Bizim önceliğimiz Afgan çobanlar değil, kendi vatandaşlarımızın bu işi yapmasıdır. Birinci planımız yerli çobanlarımızı bu işe yönlendirmemiz, ikinci planımız sınırlandırılmayla Afgan çobanlar istihdam edilebilir” dedi.
Bununla birlikte “insanları çobanlığa yönlendirmenin de pek mümkün olmadığını” söyledi.
Çelik, hükümetin Afganistan ve Türk cumhuriyetleri ile yabancı çoban istihdamı için görüşmeler yaptığını da iddia etti. Bu iddia ile ilgili henüz hükümet tarafından bir açıklama yapılmadı.
https://www.bbc.com/turkce/articles/c79nzjy0gdxo
KapatZonguldak’ta cesedi yakılmış hâlde bulunan Afganistanlı Vezir Mohammad Nourtani’nin ölümüne ilişkin açılan davanın duruşması ...
19 Eylül - Öldürülen mülteci işçi Muhammed Nourtani’nin davası 20 Aralık’a ertelendi (Enternasyonal Dayanışma) Devamı19 Eylül - Öldürülen mülteci işçi Muhammed Nourtani’nin davası 20 Aralık’a ertelendi (Enternasyonal Dayanışma)
Zonguldak’ta cesedi yakılmış hâlde bulunan Afganistanlı Vezir Mohammad Nourtani’nin ölümüne ilişkin açılan davanın duruşması öncesi adliye önünde açıklama yapıldı. Duruşmada tutuklu sanıkların tutukluluğunun devamı kararı verilirken dava 20 Aralık tarihine ertelendi.
Haklarında müebbet hapis cezası istenen, Nourtani’nin çalıştığı kaçak maden ocağının sahipleri Hakan Körnüş (46), Enver Gideroğlu (34) ve Körnüş’ün kuzeni Ahmet Aydın (52) tutuklu yargılanırken, kaçak maden ocağında çalışan Sercan Kayabaş (28), Eray Demiro (22) ve kömür ticareti yapan Alaattin Çayırlı (46) ise tutuksuz yargılanıyor.
Duruşma sonrası açıklama yapmak isteyen Göçmen Mülteci Dayanışma Ağı üyelerine sanık aileleri saldırdı. Siyasi partiler ve göçmen kuruluşlarının üyelerinin üstüne yürüyen sanık aileleri, “Biz ona ekmek verdik”, “Göçmenler dışarı” dedi.
Nourtani için adalet istiyoruz
Enternasyonal Dayanışma grubu üyelerinin de içinde yer aldığı Göçmen Mülteci Dayanışma Ağı, duruşma öncesi yaptığı basın açıklamasında Nourtani için adalet istedi. Zonguldak Adliyesi önünde “Vezir Nourtani için Adalet” pankartı açılırken, “Vezir’in hesabı sorulacak”, “Hepimiz göçmeniz, göçmenlere özgürlük”, “Yaşasın halkların eşitliği” sloganları atıldı.
Basın açıklamasında konuşan DEM Parti milletvekili Özgül Saki, “Bu bölgede kaçak madenlerde mültecilerin çalıştırılmasına AKP iktidarı fiilen göz yumuyor. Vezir Nourtani ailesiyle birlikte Taliban baskısından kaçarak buraya gelen, onurlu bir yaşam sürdürmek isteyen binlerce mülteciden biriydi. Ancak ona sunulan; maden ocaklarında ucuza, güvencesiz çalıştırıldığı bir sömürü sistemi. Mülteci göçmen düşmanlığı artıyor. Çalışma izni patronların insafına bırakılmış, koşullara tepki gösteren geri gönderme merkezlerine kapatılıyor. Bu dava mültecilerin katmerli sömürüsüne karşı bir mücadeledir, tüm sanıkların tutuklu yargılanmasını istiyoruz. Tek bir işçinin bile hakkını almadan mücadeleyi bırakmayacağız” dedi.
EMEP Genel Başkanı Seyit Aslan, “En ağır cezanın çıkması gerekiyor. Buradan çıkacak sonuç bundan sonra göçmenlere dönük ırkçı, faşist saldırılara, onları katletme, onlara dönük her türlü hak gasplarına karşı örnek bir dava olacaktır” dedi.
Göçmen Mülteci Dayanışma Ağı adına konuşan Yağmur Yurtsever ise göçmen ve mültecilerin güvencesiz bir şekilde yaşadığı ve çalıştırıldığına dikkat çekti. Dava sürecinde Nourtani’nin ailesinin sınır dışı edilmekle tehdit edildiğini hatırlattı. “Nourtani davasında adalet için herkesi bu davaya sahip çıkmaya çağırıyoruz” diye konuştu.
Nourtani’nin avukatı Şeker: Bu dosya insanlığa karşı suç olarak değerlendirilmelidir
Birinci Ağır Ceza Mahkemesinde görülen duruşmada tutuksuz sanıklar Alaattin Çayırlı ve Eray Demiro hazır bulunurken, tutuksuz sanık Sercan Kayabaş bir kez daha davaya gelmedi. Tutuklu sanıklar Hakan Körnöş, Enver Gideroğlu ve Ahmet Aydın ise SEGBİS sistemiyle duruşmaya katıldı.
Duruşmada Nourtani’nin eşi Kamer Gül, “Sanıkların cezalandırılmasını ve hapisten çıkmamalarını istiyorum” dedi.
Avukatı Kerim Bahadır Şeker ise, ölümün ne şekilde meydana geldiğini hatırlatarak, sanıkların “zaten ölmüştü” ifadelerine karşın Koç Üniversitesinin bilimsel raporunu mahkemeye sundu. “Bu otopsi raporunda, Nourtani’nin; sanıkların söylediğinin aksine kalp krizi geçirmediği, ayrıca yakılmadan önce canlı olabileceği belirtiliyor. Bu dosya insanlığa karşı işlenen suç olarak değerlendirilmeli. Canavarca hisle tasarlayarak kasten cinayetin işlendiği ortada. Sanıkların bu suçlardan cezalandırılmalarını talep ediyoruz” dedi.
Duruşma ertelendi
Mahkeme, tutuklulukların devamına, Adli Tıp Kurumundan yeni rapor talep edilmesine, Sercan Kayabaş’ın bir sonraki duruşmada hazır edilmesine karar verdi, duruşmayı 20 Aralık saat 14’e erteledi.
Sanık yakınları, Göçmen Mülteci Dayanışma Ağı’nın basın açıklamasına saldırdı
Dava sonrası davayı takip eden siyasi partiler ve göçmen kuruluşlarının yaptığı basın açıklamasına sanık aileleri saldırdı. Sanık yakınları açıklama yapanların üzerine yürürken yaktıkları Afgan işçi için “Biz ekmek verdik onlara” dedi. Dava avukatı Kerim Bahadır Şeker “ekmek verdiğiniz için mi yaktınız?” diyerek duruma tepki gösterdi. Ailelerden bazıları “Göçmenler dışarı” diye bağırdı.
Saldırının ardından açıklamalarına devam eden grup adına söz alan DEM Parti milletvekili Özgül Saki, “Biraz önce yaşadığımız şey tam da ırkçılığın mülteci düşmanlığının nasıl yayıldığının göstergesi. Yakılarak öldürüldüğü tespit edilmiş, bütün sanıkları dinlemişiz, birbirlerine çakmak verdiklerini, benzin aldıklarını bile itiraf etmişler. ‘Afgandır yakalım zaten kimliği yok’ dedikleri halde böyle bir tepkiye maruz kalıyoruz. Bu topraklarda savaştan ekonomik krizden kaçmak zorunda kalanlarla dayanışmak isteyenlerin 20 Aralık’ta burada olması gerekiyor. Bunun ciddiyetini tüm siyasi partiler, sendikalar, meslek örgütleri biliyorlar, bunu fiili olarak da burada göstermek zorundayız” dedi.
Ne olmuştu?
Olay, 10 Kasım 2023’te Kırat Mahallesi Koca Osman Sokak’ta meydana geldi. Yoldan geçenler, yandaki ormanda yanmış cesedi fark edip, ihbarda bulundu. Gelen ekipler tarafından, benzin dökülüp yakıldığı belirlenen ceset, otopsi için Atatürk Devlet Hastanesi’nin morguna götürüldü. Cesedin kaçak olarak işletilen maden ocağında çalışan 3 çocuk babası Afganistan uyruklu Vezir Mohammad Nourtani’ye ait olduğu belirlendi. Otopside Nourtani’nin 9 Kasım’da öldüğü tespit edilirken, ailesinin 10 Kasım sabahı kayıp başvurusunda bulunduğu öğrenildi. Afgan madencinin cenazesi, 11 Kasım’da toprağa verildi.
Kapat– Hastalanan Afgan işçiyi hastaneye götürmek yerine öldürüp yaktılar
– Gülseren Yoleri’nin Sunduğu İnsan ...
19 Eylül - Öldürülen Afgan işçi Vezir Mohammad Nourtani davasında adalet sağlanabilecek mi? (Can TV) Devamı19 Eylül - Öldürülen Afgan işçi Vezir Mohammad Nourtani davasında adalet sağlanabilecek mi? (Can TV)
– Hastalanan Afgan işçiyi hastaneye götürmek yerine öldürüp yaktılar
– Gülseren Yoleri’nin Sunduğu İnsan Hakları Programının Konuğu Göçmen Mülteci Dayanışma Ağı Üyesi Yıldız Önen
KapatZonguldak'ta cansız bedeni yakılmış halde, yoldan geçenlerce fark edilen Afgan maden işçisi Vezir Mohammad Nourtani'nin ölümüne ...
19 Eylül - Mütalaa raporu: "Ölüm sonrası yakıldığı kesin değil" Nourtani "diri diri yakılmış olabilir" (DW Türkçe) Devamı19 Eylül - Mütalaa raporu: "Ölüm sonrası yakıldığı kesin değil" Nourtani "diri diri yakılmış olabilir" (DW Türkçe)
Zonguldak'ta cansız bedeni yakılmış halde, yoldan geçenlerce fark edilen Afgan maden işçisi Vezir Mohammad Nourtani'nin ölümüne ilişkin dava Çarşamba günü yapıldı.
https://x.com/dw_turkce/status/1836076397267447880?s=46&t=i9cCn79PiGQx19cVsyULhw
KapatEnternasyonal Dayanışma üyesi, Göçmen Mülteci Dayanışma Ağı aktivisti Yıldız Önen, DW Türkçe ve Can TV’de patronu ...
19 Eylül - Yıldız Önen ile Vezir Muhammed Nourtani davası üzerine söyleşi (Enternasyonal Dayanışma) Devamı19 Eylül - Yıldız Önen ile Vezir Muhammed Nourtani davası üzerine söyleşi (Enternasyonal Dayanışma)
Enternasyonal Dayanışma üyesi, Göçmen Mülteci Dayanışma Ağı aktivisti Yıldız Önen, DW Türkçe ve Can TV’de patronu tarafından öldürülüp yakılan göçmen işçi Vezir Muhammed Nourtani’nin davasıyla ilgili son gelişmeleri paylaştı.
Yıldız Önen, davayı takip etmek için her duruşmada Zonguldak’a giden ekiplerin içerisinde yer alıyor.
DW Türkçe, son duruşmanın hemen öncesinde yaptığı haberde Önen’in görüşlerine yer verdi.
Aynı zamanda Can TV’de Gülseren Yoleri’nin Sunduğu İnsan Hakları programının bu haftaki konuğu da Göçmen Mülteci Dayanışma Ağı üyesi Yıldız Önen oldu.
Programda “Öldürülen Afgan işçi Vezir Mohammad Nourtani davasında adalet sağlanabilecek mi?” sorusuna yanıt arandı.
KapatAntep’te saldırıya uğrayan ve GGM’ye gönderilen Hasan Kubabi’nin yaşadıkları Meclis gündemine taşındı. EMEP Milletvekili Sevda Karaca, ...
18 Eylül - Göçmenlerin korunması için tedbir alınıyor mu? (Enternasyonal Dayanışma) Devamı18 Eylül - Göçmenlerin korunması için tedbir alınıyor mu? (Enternasyonal Dayanışma)
Antep’te saldırıya uğrayan ve GGM’ye gönderilen Hasan Kubabi’nin yaşadıkları Meclis gündemine taşındı. EMEP Milletvekili Sevda Karaca, İçişleri Bakanı’nın yanıtlaması istemiyle soru önergesi verdi.
14 Eylül Cumartesi günü Gaziantep’in Kolejtepe mahallesinde Ahmet T., ikamet ettiği apartmanın giriş katında bakkal dükkanı işleten Suriyeli Hasan Kubabi ve oğullarına “gürültü yaptıkları” iddiasıyla saldırdı, dükkanı bastı, dükkanın camlarını kırdı, Hasan Kubabi’yi darp etti.
Gürültüler nedeniyle Suriyeli esnaf için endişelenen komşuları polisi aradı.
Ahmet T., polisin arandığını duymasının ardından Kubabi’ye, aile bireylerine ve komşuya bıçak salladı, Hasan Kubabi’nin oğlu Adil’in karnına bıçak dayadı. Olay yerine polislerin gelmesinin ardından da Ahmet T. bir süre daha saldırılarına devam etti.
Olayın ardından Hasan Kubabi ve oğlu GGM’ye gönderildi
Olayın ardından karakola şikâyetçi olmaya gidildiğinde, polis Suriyeli mağdurların ifadesinin alınması sırasında alaycı davrandı, tutanağa ifadeleri yanlış geçirmeye çalıştı, avukat eşliğinde alınan ifadede avukatın müdahalesi ile tutanakta defalarca düzeltme yapıldı.
İfadeler alındıktan sonra Hasan Kubabi ve oğlu Muhammed Kubabi’ye işlemlerin Yabancılar Şube’de devam etmesi gerektiği söylendi, kişiler önce Yeşilvadi Polis Merkezi’ne daha sonra Oğuzeli’nde bulunan GGM’ye gönderildi.
Mağdur bile olsa sınır dışı ediliyor
Bu sevk işlemine dayanak olarak polisler tarafından, Bakanlığın “hizmete özel genelgesine” dayanarak, mağdur olup olmamasına bakılmaksızın herhangi bir Suriyelinin bir olayda isminin geçmesinin GGM’ye gönderilmesi için yeterli olduğu ve sonrasında sınır dışı edileceği, mağdur Suriyelilere söylendi.
Konuyu meclis gündemine taşıyan EMEP Milletvekili Sevda Karaca, Hasan Kubabi ve oğlu Muhammed Kubabi’nin halihazırda mağduru oldukları bir olay sebebiyle GGM’de rehin tutulduğunu vurgulayarak Bakan Yerlikaya’ya şunları sordu:
- Bir süredir saldırı tehdidi altında bulunan, Gaziantep’te yaşayan Suriyeli göçmen ve mültecilerin korunması için Bakanlığınız ne tür tedbirler almaktadır?
- Kubabi ailesine ve komşularına silahla saldırarak darp eden, tehdit ve hakaret eden saldırgan Ahmet T. ve saldırıya karışan aile bireyleri için ne tür adli işlemler uygulanmıştır? Kubabi ailesinin canına kast eden bu kişiler serbest midir?
- Mağdur oldukları tartışmasız olan Hasan Kubabi ve oğlu Muhammed Kubabi hangi gerekçeyle GGM’ye gönderilmiştir? Bu kişilerin sınır dışı edilecekleri doğru mudur?
- Avukatlara bahsedilen ancak verilmeyen/gösterilmeyen “hizmete özel genelge”nin mahiyeti nedir? Kamuoyuyla paylaşır mısınız?
- Genelge kanunların üzerinde midir? İçeriği her ne olursa olsun, mağdur edilen kişileri sınır dışı etmeyi emreden bu hukuk dışı genelgenin iptali için ne yapacaksınız?
https://enternasyonaldayanisma.org/2024/09/18/gocmenlerin-korunmasi-icin-tedbir-aliniyor-mu/
Kapat
Sığınmacı girişini büyük ölçüde kısıtlamayı planlayan Hollanda hükümeti, Avrupa Birliği (AB) göç kurallarının ...
18 Eylül - Hollanda, sığınmacı girişini sınırlamak amacıyla AB göç kurallarından muafiyet için başvuruda bulundu Devamı18 Eylül - Hollanda, sığınmacı girişini sınırlamak amacıyla AB göç kurallarından muafiyet için başvuruda bulundu
Sığınmacı girişini büyük ölçüde kısıtlamayı planlayan Hollanda hükümeti, Avrupa Birliği (AB) göç kurallarının askıya alınması için harekete geçti.
Aşırı sağcı Özgürlük Partisi'ne (PVV) mensup Sığınma ve Göç Bakanı Marjolein Faber, Çarşamba günü AB Komisyonu'na resmen başvurarak yeni bir Avrupa anlaşması kapsamında, sığınma kuralları konusunda Hollanda'ya istisna tanınmasını istedi.
AB yönetimi, mevcut sığınma kurallarının Hollanda için bağlayıcı olmaya devam edeceğini bildirdi.
AB, daha önce sadece Danimarka ve İrlanda'ya göç konusunda istisna uygulamıştı.
Hollanda, "sığınmacı krizi" nedeniyle benzer bir hakkın kendisine de tanınmasını istiyor.
Bakan Faber, AB Komisyonu'na yaptığı resmi başvuruda, Hollanda'nın sığınma konusunda kapsam dışı kalmak istediğini belirtti.
Hollandalı bakan, ülkesinin yeniden kendi sığınma politikasını uygulaması gerektiğini vurguladı.
Aşırı sağcı PVV lideri Geert Wilders, sağ kolu olan bakan Faber'in "tarih yazdığını" savunarak "Hollanda, göçten vazgeçmek istediğini AB Komisyonu'na bildirdi" dedi.
Hollanda'nın talebi kabul edilebilir mi?
Ancak Brüksel yönetimi, AB sığınma ve göç kurallarının Hollanda için bağlayıcı olmaya devam edeceğini açıkladı.
Komisyondan yapılan açıklamada, AB anlaşmasında herhangi bir değişiklik yapılana kadar bu durumun devam edeceğinin altı çizildi.
Komisyon sözcüsü, AB sığınma ve göç politikasının yakın gelecekte değiştirilmesini beklemediğini de sözlerine ekledi.
AB üyesi Danimarka ve İrlanda'ya, 1992 yılında imzalanan Maastricht Anlaşması'ında yapılan bir değişiklik uyarınca, sığınma kurallarında istisna tanınmıştı.
Kapsam dışı bırakılan bu iki ülke, sığınma ve göç konularında AB düzenlemelerini askıya alabiliyor.
Danimarka, Maastricht Antlaşması'nın reddedildiği referandum sonucu, İrlanda da İngiltere ile özel ilişki ve iki ülke arasındaki ortak seyahat alanı nedeniyle böyle bir istisna elde etmişti.
Ancak Brüksel'deki kaynaklar, böyle bir istisnanın Hollanda için tanınmasının uzun zaman alacak zorlu bir süreç olacağına işaret ediyor.
Bunun için Maastricht Anlaşması'ında yeni bir değişikliğe gidilmesi, ardından 27 AB üyesi ülke parlamentosunda bunun onaylanması gerekiyor.
AB mevzuatı ne diyor?
Mevcut AB yasalarına göre, üye ülkeler, sığınma ve göç konusunda kendi inisiyatifi ile hareket edemiyor.
Sığınma konusunda istisna talebinin Avrupa hukuku ile çelişen maddeler içermemesi gerekiyor.
Hollanda hükümeti, AB’nin tanıdığı istisna çerçevesinde sığınma başvurularını geçici olarak askıya almak istiyor. Ancak AB yasaları gereği bu mümkün değil. Şu anki düzenlemelere göre, sığınma hakkı temel bir insan hakkı kabul edildiği için, AB mevzuatı Hollanda’nın hayata geçirmek istediği katı sınırlamalara izin vermiyor.
İstisna talebinin, AB'nin genel sığınma politikasına zarar vermemesi gerekiyor. Bu nedenle, Hollanda hükümetinin sığınma hakkı ve aile birleşimi konusundaki planlarının AB politikasına ters düştüğü vurgulanıyor.
Hollanda Sığınma ve Göç Bakanı Faber, AB Komisyonu'na yaptığı başvurunun önemli bir sinyal olduğunu belirterek, Almanya ve İsveç'in de daha sıkı bir sığınma politikasından yana olduğunu vurguladı.
Hollandalı bakan, bu konudaki taleplerin artması durumunda Brüksel yönetiminin kendilerine kulak vermek zorunda kalacağına inanıyor.
Hollanda bundan sonra ne yapacak?
Hollanda Başbakanı Dick Schoof da, sığınma politikalarını kendi uygun gördükleri biçimde şekillendirmek istediklerini söyledi.
Hollanda hükümetine göre, şu anda bir "sığınmacı krizi" yaşanıyor. Ülkenin en büyük sığınmacı kabul merkezi Ter Apel'daki aşırı kalabalık nedeniyle çok sayıda kişi, geceyi civardaki bir spor salonunda geçiriyor.
Aşırı sağ ve sağcı partilerden oluşan koalisyonun, geçen hafta açıklanan hükümet programında, sığınma ve göç konusunda istisna tanınması konusunda kısa sürede AB yönetimine başvuru yapılacağı belirtilmişti.
Hollanda hükümetinin programına göre, bir sonraki adım Başbakan Dick Schoof tarafından bir olağanüstü hal kararnamesi çıkarılarak, sığınma başvurularının askıya alınması ve aile birleşiminin zorlaştırılması olacak.
Hükümet programına göre, aile birleşimi için en az iki yıl bekleme koşulu getirilecek. Evi ve yeterli resmi aylık geliri olanlar aile birleşimi talep edebilecek. 18 yaşından büyük çocuklar aile birleşimi kapsamından çıkarılacak.
Sığınmacılara artık süresiz oturma izni verilmeyecek.
Savaş bölgelerinden gelen sığınmacılar, orada durumun normale dönmesinin ardından ülkelerine geri gönderilecek.
Geçen yıl toplam 48 bin sığınmacının gittiği Hollanda'da bu yıl bu sayının 32 ila 63 bin arasında olması bekleniyor.
Hollanda'da yaklaşık 40 bin sığınmacı da aile birleşimi için sırada bekliyor.
https://www.bbc.com/turkce/articles/cdxrv0vdgpvo
KapatGöçmen Mülteci Dayanışma Ağı, Zonguldak’ta ruhsatsız maden ocağında çalışan ve cenazesi yakılmış halde bulunan Afganistanlı Vezir ...
17 Eylül - Göçmen Mülteci Dayanışma Ağı, katledilen Vezir Mohammad Nourtani’nin duruşmasına katılım çağrısı yaptı. (Enternasyonal Dayanışma) Devamı17 Eylül - Göçmen Mülteci Dayanışma Ağı, katledilen Vezir Mohammad Nourtani’nin duruşmasına katılım çağrısı yaptı. (Enternasyonal Dayanışma)
Göçmen Mülteci Dayanışma Ağı, Zonguldak’ta ruhsatsız maden ocağında çalışan ve cenazesi yakılmış halde bulunan Afganistanlı Vezir Mohammad Nourtani’nin ölümüne ilişkin açılan davanın duruşmasına çağrı yaptı. 18 Eylül’de Zonguldak 1’inci Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülecek duruşmaya ilişkin İnsan Hakları Derneği (İHD) İstanbul Şubesi’nde basın toplantısı düzenlendi. Toplantıda “Patron tarafından öldürülüp yakılan Vezir Mohammad Nourtani için adalet” pankartı asıldı. Toplantıya, Mayısta Yaşam Kooperatifi, Özgürlük İçin Hukukçular Derneği (ÖHD), Enternasyonal Dayanışma, Göç İzleme Derneği (GÖÇİZDER), Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti), Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) yöneticileri ve çok sayıda kişi katıldı.
Toplantıda konuşan Enternasyonal Dayanışma üyesi Yıldız Önen, savcının bu duruşmada mütalaa açıklamasını beklediklerini söyledi. Adli tıp raporunun hazırlandığını ve rapora göre Vezir Mohammad Nourtani’nin “diri diri yakılmış olabileceği” bilgisinin yer aldığını aktaran Önen, adaletin sağlanması için herkesi duruşmaya çağırdı.
Mülteci işçiler ırkçı nefret saldırılarına uğruyor
Basın açıklamasını Göçmen Mülteci Dayanışma Ağı adına Yağmur Yurtsever okudu. Göçmenlerin emperyalistlerin kurguladığı savaşlardan dolayı, her tür kötü ihtimali göze alarak yola çıktıklarını ifade eden Yurtsever, pek çok mültecinin ırkçı nefret saldırılarının hedefi olarak hayatını kaybettiğini vurguladı. Yurtsever, göç yollarında hayatta kalmayı başarıp Türkiye’ye gelen göçmenlerin, güvencesiz ucuz işgücü olarak kullanıldıklarını, her an üzerlerindeki sınır dışı edilme tehdidiyle karşı karşıya olduklarını belirtti. “Bu durumun sonuçlarının en acı örneklerinden biri de 9 Kasım 2023’te Zonguldak’ta ruhsatsız, kaçak işletilen bir maden ocağında kayıtsız ve güvencesiz olarak çalıştırılırken fenalaşan, daha sonra maden ocağı sahipleri tarafından öldürülüp bedeni de yakılarak yok edilmek istenen Afganistanlı mülteci işçi Vezir Mohammad Nourtani’dir” diye konuştu.
Ailenin koruma başvurusuna ret
Sanıkların tutuksuz yargılandığını aktaran Yurtsever, “Sanıklar görülen ilk iki duruşmada Vezir Muhammed Nourtani’yi madende fenalaştıktan sonra hastaneye götürmeyip öldürmeye karar verdiklerini, ‘hastaneye götürürsek başımız belaya girer. Bu adamın kimliği yok, Afgan zaten, yakalım’ diyerek birbirlerini suçlamışlardır. Dava sürerken Vezir Muhammed Nourtani’nin ailesi ise sınır dışı tehdidiyle karşı karşıya kalmıştır. Ailenin Zonguldak İdare Mahkemesi’ne yaptığı uluslararası geçici koruma başvurusu reddedilmiştir” dedi.
Davanın takipçisiyiz
Göçmen işçilerle yerli işçilerin kaderinin ortak olduğunun altını çizen Yurtsever, sözlerini şöyle noktaladı: “Göçmen Mülteci Dayanışma Ağı olarak cinayetten sorumlu tüm faillerin en ağır cezaları alması için, göçmen işçiler için adalet talebiyle davanın takipçisiyiz. Tüm kamuoyunu ölüme mahkûm edilen göçmen işçiler için davanın takipçisi olmaya çağırıyoruz.”
Basın açıklamasının tam metni şöyle:
Vezir Mohammad Nourtani için adalet!
Göçmenler, emperyalistlerin kurguladığı savaşlardan, hakları ve halkları yok sayan faşizan rejimlerin politikalarından, çatışmadan, yoksulluktan kaçıp, büyük ekonomik bedelleri ve her tür kötü ihtimali göze alarak çıktıkları yolda, bazen denizin ortasında, bazen bir kamyon kasası altında, bazen bir madende, bazen ırkçı nefret saldırılarının hedefi olarak hayatını kaybetmektedir.
Bugün geldiğimiz durumda göç yollarında hayatta kalmayı başarıp Türkiye’ye gelen göçmenler ülkede yalnızca güvencesiz ucuz işgücü olarak, her an üzerlerindeki sınır dışı edilme tehdidiyle sömürüye, şiddete, düşmanlığa açık halde, hiçbir talepte bulunmalarına izin verilmeden tutulmaktadır. Bu durumun sonuçlarının en acı örneklerinden biri de Zonguldak’ta ruhsatsız işletilen bir maden ocağında kayıtsız ve güvencesiz çalıştırılırken fenalaşan Afganistanlı mülteci işçi Vezir Mohammad Nourtani’nin 9 Kasım 2023’te kaçak maden ocağı sahipleri tarafından öldürülmesi ve bedeninin yakılarak yok edilmek istenmesidir.
Nourtani’nin öldürülmesinin ardından açılan Zonguldak 1. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen davada Nourtani’nin çalıştığı kaçak maden ocağının sahipleri Hakan Körnöş, Enver Gideroğlu ve Körnöş’ün kuzeni Ahmet Aydın tutuklu yargılanırken, ocak çalışanları Sercan Kayabaş, Eray Demiro ve kömür ticareti yapan Alaattin Çayırlı ise tutuksuz yargılanmaktadır. Sanıklar görülen ilk iki duruşmada Vezir Muhammed Nourtani’yi madende fenalaştıktan sonra hastaneye götürmeyip öldürmeye karar verdiklerini, “hastaneye götürürsek başımız belaya girer” “Bu adamın kimliği yok, Afgan zaten, yakalım” dediklerini birbirlerini suçlayarak anlatmışlardır.. Dava sürerken Vezir Muhammed Nourtani’nin ailesi ise sınır dışı tehdidiyle karşı karşıya kalmıştır. Ailenin Zonguldak İdare Mahkemesi’ne yaptığı uluslararası geçici koruma başvurusu reddedilmiştir.
Hiçbir resmiyeti ve iş güvenliği olmayan kaçak ocaklarda çalışmak zorunda kalan ve patronlar tarafından “harcanabilir işçiler” olarak görülen kimliksiz göçmen olarak yaşayan çoğu Afganistanlı işçi, işçi sağlığı ve iş güvenliğinden yoksun, emek-yoğun ve insanlık dışı koşullarda madenlerde çalıştırılmakta, bunun sonucu olarak da iş cinayetlerinde yaşamlarını yitirmektedirler. Vezir Muhammed Nourtani cinayetinden anlaşılmaktadır ki patronlar için iş kazası geçiren bir göçmenin öldürülerek bedeninin yakılması, hastaneye götürülmesinden daha kolay görülmektedir!
Göçmen işçilerle yerli işçilerin kaderinin ortak olduğunu biliyoruz. Kaçak ocakların bulunduğu bölgelerdeki halk tarafından; ocakta ölen işçilerin hastane önüne bırakılıp kaçılması, elektrik çarptığı süsü vermek için yıkandıktan sonra elektrik direği dibine bırakılması, trafik kazası süsü vermek için ölen işçilerin ısısız dağlarda yol kenarlarına bırakılması, ölen işçilerin kaçak şekilde gömülmesi gibi birçok olay bilinmektedir. Kaçak madenlerde ölen işçilerin ailelerine bir miktar para verilerek ocak sahibi olarak gösterilip patronların sorumluluktan kurtulmasının değişmeyen bir Zonguldak gerçeği olduğu ifade edilmektedir. Bazı kaçak ocak patronlarının işçilere maaş vermediği, hakkını isteyenleri tehdit edip şiddet uyguladığı, Vezir Muhammed Nourtani’yi öldüren Hakan Kornoş örneğinde olduğu gibi üye ya da yöneticisi olduğu iktidar partilerinin gücünü kullanarak yetkililere siyasi baskı uyguladığı gündeme gelmiştir. Vezir Muhammed Nourtan’nin kaçak madenlerde çalıştırılan ve yaşamına kast edilen binlerce göçmenden biri olduğunu, patronların gözünde işçilerinin yaşamının kaçak madenlere kesilen para cezasından daha ucuz olduğunu biliyoruz.
Nourtani’nin katillerinin yargılandığı davanın üçüncü duruşması 18 Eylül 2024 saat 14:00’te Zonguldak 1. Ağır Ceza Mahkemesinde görülecek. Göçmen Mülteci Dayanışma Ağı olarak cinayetten sorumlu tüm faillerin en ağır cezaları alması için, göçmen işçiler için adalet talebiyle davanın takipçisiyiz. Tüm kamuoyunu ölüme mahkum edilen göçmen işçiler için davanın takipçisi olmaya çağırıyoruz.
GÖÇMEN MÜLTECİ DAYANIŞMA AĞI
Kapatİtalya’da İçişleri Bakanlığı döneminde bir göçmen kurtarma gemisini denizin ortasında bırakmakla suçlanan aşırı sağcı LİGA ...
17 Eylül - Göçmenleri denizde bırakan aşırı sağcı Salvini için hapis istemi (Enternasyonal Dayanışma) Devamı17 Eylül - Göçmenleri denizde bırakan aşırı sağcı Salvini için hapis istemi (Enternasyonal Dayanışma)
İtalya’da İçişleri Bakanlığı döneminde bir göçmen kurtarma gemisini denizin ortasında bırakmakla suçlanan aşırı sağcı LİGA lideri Matteo Salvini’nin altı yıl hapsi istendi.
Savcıların gerekçesi, sağcı liderin 2019’da içişleri bakanlığı döneminde 100’den fazla göçmenin İtalya’ya ayak basmasını engelleme kararı.
Salvini, insani yardım örgütü Open Arms’ın işlettiği bir kurtarma gemisinin 19 gün boyunca denizin ortasında mahsur kalmasına yol açarak, gemidekileri özgürlüğünden yoksun bırakmakla suçlanıyor.
Olayda geminin kaptanı güvenli bir liman talep ederken, bazı göçmenler yaşadıkları umutsuzluk nedeniyle güverteden atlamıştı. Gemide kalan 89 kişinin ise mahkeme kararıyla Lampedusa adasına ayak basmalarına izin verilmişti.
İtalyan Senatosu 2020’de Salvini’nin dokunulmazlığının kaldırılmasını oy çokluğuyla kabul etmiş ve bakanın mültecilere karşı izlediği sert siyasetten dolayı yargılanmasının önü açılmıştı.
Salvini sosyal medya hesabından kararından pişmanlık duymadığını ifade ederek “Hepsini yine yapardım” dedi.
İtalya Başbakan aşırı sağcı Meloni, Salvini’ye destek mesajı yayınladı. Milyarder girişimci Elon Musk da Salvini’nin açıklamasını paylaşarak “Bravo!” notunu düştü.
KapatCHP Genel Başkanı Özgür Özel, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ın açıklamalarına tepki ...
17 Eylül - Özgür Özel’e yanıt: Sorun göçmenler değil kapitalizm! (Enternasyonal Dayanışma) Devamı17 Eylül - Özgür Özel’e yanıt: Sorun göçmenler değil kapitalizm! (Enternasyonal Dayanışma)
CHP Genel Başkanı Özgür Özel, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ın açıklamalarına tepki gösterdi.
CHP lideri Özel, AKP’ye Bilal Erdoğan’ın EYT ve Suriyeliler ile ilgili sözleri üzerinden yüklendi.
Balıkesir Susurluk Belediyesi’nde açıklamalarda bulunan Özel’in konuşmasının özellikle Suriyelilerle ilgili bölümleri, sosyal medyada daha önce pek çok defa yanlış olduğu ortaya çıkan bilgilerle dolu.
CHP Genel Başkanının Suriyeliler ile ilgili söylediği gerçek dışı açıklamaları, Enternasyonal Dayanışma olarak sıraladık:
Suç oranları karşılaştırması
Özgür Özel: “Ne diyor? Efendim diyor, Suriyelilerin Türkiye’de suç işlediklerini kabul etmiyorum diyor. Suriyeliler Türklere göre diyor, suç oranında daha düşükler diyor. Onlar bizim vatandaşımıza göre Türkiye ile daha uyumlular diyor. Onları uyumlu görüyor, burada tutmak istiyor. Bilal Bey sen Suriyelileri burada tut. Biz önce sizin iktidarınızı yollayacağız, sonra da Suriyelileri memleketine yollayacağız.”
Mülteci karşıtı söylemlerin başında olan “Suriyeliler suç oranını artırıyor” iddiasını TÜİK verileri yalanlıyor. Suç oranının en yüksek olduğu 10 il içerisinde Suriyelilerin yoğun olduğu iller yok. Suç oranının yüz binde 156 ile en düşük olduğu Adıyaman’da Suriyeli mülteci nüfusunun toplam nüfusa oranı yüzde 3,34 iken, en yüksek olduğu Aydın’da mülteci nüfus oranı yüzde 0,75.
Özel’in Suriyelileri geri yollayacağız sözü, hem uluslararası, hem de ulusal yasalara aykırı. Mülteciler, tehlike altındaki bir ülkeye gönderilemezler. Birleşmiş Milletler daha geçen hafta yayınladığı bir raporda, Suriye’de savaşın devam ettiğini, mülteciler için bu bölgenin tehlikeli olduğunu teyit etti.
Suriyeliler işsizliğin kaynağı
Özgür Özel: “Efendim, ucuz iş gücü imiş. Bu kadar Susurluklu, bu kadar Balıkesirli, bu kadar vatan evladı gencimiz işsizken ucuz iş gücü diye Suriyelileri övmek nasıl bir akıldır. Her gün bir suç bulaşan bunları suç işlemiyorlar diye sütten çıkmış ak kaşık gibi göstermek nasıl bir vicdandır, bunu bir kenara yazalım. İşte AK Parti budur, işte Bilal Erdoğan budur, işte Recep Tayyip Erdoğan budur… Bunlar Suriyelinin dostu, bu milletin karşıtıdır.”
Suriyelilerin ucuz iş gücü olarak çalıştırılması, başta AKP-MHP iktidarı olmak üzere Türkiye kapitalizminin işçi düşmanı yüzünü sergilemektedir. Ancak muhalefet de, başta CHP olmak üzere Türkiye’de çalışan mültecilerin kayıtlı olarak çalışabilmeleri için gerekli yasal izinlerin verilmesi konusunda iktidarı sıkıştıran herhangi bir girişimde bulunmamaktadırlar. Mülteciler ve göçmenler yasal çalışma iznine sahip olsalar, yasal ikamet iznine sahip olsalar, ucuz iş gücü söylemleri sona erer.
İşsizlik Türkiye’nin yapısal bir sorunu. Bu sorun mülteci göçmen işçileri kovmakla çözülmez.
EYT, Suriyeli karşılaştırması
Özgür Özel: “Yaşa takılanları emekli ettik, çok yanlış yaptık. Öyle diyor, yattığı yerden para almak yok hiçbir ülkede diyor. Bak sen! dünya kadar Suriyeli yattığı yerden para alacak buna alkış tutacaksın, CHP’nin gayretleriyle birer maaş bağlandı, o da 10 bin lira bağlandı, bugün 12 bin 500 lira, bunu çok görüp, yan gelip yatıyor diyorlar.”
EYT’lilerin haklarını alması konusunda, CHP dahil çaba gösteren bütün partilerin, sendikaların, kurumların emekleri elbette değerli. Yine Özel’in dediği gibi emeklilerin aldığı 12 bin 500 lira para, açlık sınırının neredeyse yarısı, 4 kişilik ailenin karnını bile doyurmaya yetmez. Ama Suriyelilerin yan gelip yattığını Özel’e kim söylüyor, bunu nereden çıkarıyor. Bir yandan Suriyeliler ucuz iş gücü olarak en pis işleri yapıyorlar denirken, bir yandan yan gelip yatıyorlar denmesi tam bir demagoji. Suriyeliler ve diğer mülteciler, Türkiye toplumunun en yoksul, en dezavantajlı kesimini oluşturuyorlar. Gelir düzeyleri, ortalama bir Türkiye vatandaşının yarısı kadar. Özgür Özel, konuşmasının özellikle bu bölümünde her türlü insaf çizgisinden uzaklaşıyor.
https://enternasyonaldayanisma.org/2024/09/17/ozgur-ozele-yanit-sorun-gocmenler-degil-kapitalizm/
KapatAvrupa’da son yıllarda artan Müslüman göçü ve Avrupa'daki aşırı sağın yükselişi, komplo teorilerini arttı. KARAR’a ...
16 Eylül - Avrupa'da aşırı sağ ile birlikte İslam düşmanlığı artıyor: "Göçmen Karşıtlığı ile Müslüman Düşmanlığı birleşiyor” – Sema Kızılarslan (Karar) Devamı16 Eylül - Avrupa'da aşırı sağ ile birlikte İslam düşmanlığı artıyor: "Göçmen Karşıtlığı ile Müslüman Düşmanlığı birleşiyor” – Sema Kızılarslan (Karar)
Avrupa’da son yıllarda artan Müslüman göçü ve Avrupa'daki aşırı sağın yükselişi, komplo teorilerini arttı. KARAR’a konuşan Araştırmacı Hasan Ayer, aşırı sağ ve İslam karşıtlığının nedenlerini anlattı. Ayer, Avrupa’da bazı komplo teorilerinin çok yaygınlaştığını ve göç karşıtlığı üzerinden Türkiye ile benzerliklerine de dikkat çekti.
"Avrabiya" ve "Büyük İkame Teorisi" gibi komplo teorileri, Avrupa’da giderek daha yaygın hale geliyor. Özünde göçmen karşıtlığı ve İslamofobiye dayanan bu popülist stratejilerin nasıl toplumsal kabul gördüğünü, ODTÜ'de aşırı sağ hareketler ve çok kültürcülük üzerine çalışan Araştırmacı Hasan Ayer ile konuştuk.
Son yıllarda Avrupa’da artan Müslüman göçü, kıtanın siyasi atmosferini ciddi şekilde etkilerken, aşırı sağın yükselişiyle birlikte İslam karşıtlığı ve göçmen düşmanlığı da hızla yaygınlaştı. Bu durum, özellikle aşırı sağ grupların söylemlerinde komplo teorilerinin daha fazla yer bulmasına neden oldu.
En dikkat çekici komplo teorilerinden biri olan "Avrabiya"ya göre, 2000’li yılların sonunda Avrupa Birliği, Müslümanlar tarafından ele geçirilip, Arap Birliği olarak ilan edilecek. Bu teori, Avrupa’daki İslamofobiyi besleyen önemli bir söylem haline gelmiş durumda.
Hasan Ayer, Avrupa'daki aşırı sağ hareketlerin temel motivasyonlarını ve bu grupların İslam karşıtlığını nasıl körüklediğini detaylandırdı. Ayer’e göre, Avrupa’da hızla yayılan bu komplo teorileri, göçmen karşıtlığı üzerinden Türkiye’deki gelişmelerle benzerlikler taşıyor.
Aşırı sağ grupların, göçmenleri kültürel bir tehdit olarak görüp bu söylemi kullanarak Müslüman karşıtı propagandayı nasıl yaygınlaştırdığını anlatan Ayer, bu eğilimlerin kıta genelinde toplumsal kutuplaşmayı nasıl derinleştirdiğini de değerlendirdi.
Türkiye'deki göçmen karşıtı söylemler ile Avrupa’daki aşırı sağın söylemleri arasındaki benzerliklere dikkat çeken Ayer, “Ümit Özdağ'ın göçmen karşıtı söylemlerinde Avrupa’daki aşırı sağ grupların benimsediği "liberal blaming" (liberalleri suçlama) söylemiyle örtüşen ifadeler görüyoruz. Özdağ, özellikle liberaller ve sol demokrat grupları "foncular" gibi aşağılayıcı terimlerle hedef alarak, Avrupa’daki aşırı sağın kullandığı söylemlerle benzer bir çizgi izliyor.” dedi.
AVRUPA’NIN “AVRABİYA: ARAP BİRLİĞİ” OLACAĞI KEHANETİ
-Popülist sağın yükselişiyle komplo teorilerinin ana akıma taşınması arasında nasıl bir ilişki var ve bu teoriler seçim başarılarını nasıl etkiliyor?
Her ne kadar Türkiye’de çok gündemde olmasa da, Avrupa’da 90’lı yıllardan bu yana popülist ve radikal sağ siyasetin yükseldiğini görüyoruz. Bilhassa 1996-2010 arası dönem önemli zira bu dönem arasında birçok Batı Avrupa ülkesinde radikal sağ, koalisyon hükümetlerinin parçası haline geldi.
Öte yandan, sorunuza daha net cevap vermem gerekirse buradaki temel mesele, popülist sağın pek çok siyasi argümana sahip olmasının ve yükselişinin yanı sıra, komplo teorilerinin bu hareketin önemli bir parçasını oluşturması. Komplo teorileri aşırı sağın merkezinde olmasa bile, bu teoriler ile aşırı sağ arasında sıkı bir ilişki mevcut olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ayrıca bu teoriler, kitleleri cezbettiği gibi aşırı sağın seçim başarılarına katkıda bulunuyor. Komplo teorilerinin ana akım siyasette dolaşıma girmesi de bu başarıda etkili.
“Avrabiya” teorisi haricinde Büyük İkame Teorisi gibi diğer birçok aşırı sağ komplo teorisini de dikkate almakta fayda var. Bu teoriler, Avrupa dışı toplumlardan gelen göçü, bir kültürel ve zihinsel istila olarak gören bir anlayışa dayanıyor. Özellikle 80'lerden itibaren aşırı sağın söylemleri çeperlerden ana akıma kaydı ve bu söylemler artık sadece aşırı sağın değil, merkez partilerin de kullandığı argümanlar haline geldi. Bu açıdan merkez siyasetin bu teorileri dolaşıma sokmadaki rollerini de tartışmaya açmak elzem.
Örneğin, Fransız yazar ve teorisyen Renaud Camus tarafından ortaya atılan Büyük İkame Teorisi bu bağlamda dikkate değer. Camus, Fransa’daki göçün ve liberal kurumsallığın, ülkenin kültürel kimliğini tehdit ettiğini savunarak "The Great Replacement" adlı bir kitapçık yayınladı. Bu kitapçıkta, Fransa'nın Kuzey Afrika ve Orta Doğu’dan gelen göçmenler tarafından istila edildiğini ve bu olgunun Fransa'nın ruhunu yok eden bir süreç olduğunu iddia ediyor. Teori sadece Fransa’da değil, ABD ve Avrupa'daki aşırı sağ çevrelerde de yaygın olarak kullanılıyor. Wilders, Le Pen, Salvini ve Orban gibi siyasetçiler de bu teoriyi benimsedi ve yer yer siyasi söylemlerine entegre etti.
MÜSLÜMANLARI YEKPARE BİR BİÇİMDE KARİKATÜRİZE EDEREK DEMOKRATİK DEĞERLERE HİÇBİR ŞEKİLDE ENTEGRE OLAMAYACAKLARI İDDİASI
-Bu tür teorilerin toplumları kutuplaştırması konusunda neler söylenebilir?
Bu teoriler birbirine benzer ve birçok noktada ortaklık taşıyor. Örneğin, Avrabiya teorisi, 21. yüzyılın sonlarına doğru Avrupa'da Arapça konuşan Müslümanların toplumsal yapıyı domine edeceğini ve Hristiyan-Yahudi mirasının bütünüyle tasfiye edileceğini öngörür. Müslümanlara yönelik önyargıları pekiştiren bu söylem, Avrupa'nın yüzyılın sonlarına doğru şeriata mahkum olacağı ve Hristiyanların da zımni statüsüne indirgeneceği bir gelecek tasavvuru sunuyor.
Teori, geçmişin gelecekte yeniden yaşanacağına dair bir kehanet sunması açısından da önemli; Yahudiler ve Hristiyanlar tekrar baskı altında olacak ve “İslami barbarlık”, eşcinselleri ve “zinakarları” hedef alacak. Dahası, liberaller, feministler ve çokkültürcülerin de bu politik doğrucu yaklaşımlarının bedelini ağır bir biçimde ödeyeceğini iddia ediyorlar.
Avrabiya, kültürel bir karşıtlık teorisi yaratıyor ve Müslümanları yekpare bir biçimde karikatürize ederek demokratik değerlere hiçbir şekilde entegre olamayacaklarını iddia ediyor. Bu söylem, Batılı liberal değerlerle Müslümanların kültürel olarak sürekli çatışma içinde olduğu tezine dayanır ve böylece uzlaşması mümkün olmayan kültürel bir çatışma teorisi kurgular.
Müslüman kültürünün değişime kapalı olduğu, demokratik bir düşünce yapısına sahip olamayacağı ise beraberinde iddia ediliyor. Bunun sebebinin ise kültürün kendisinde aranması gerektiğini iddia ederek bu insanların kültürel karakterinin hiçbir şekilde entegrasyonu mümkün kılamayacağı öne sürülüyor. Bu da, çokkültürcülüğün tamamen çöktüğünü işaret eden bir müesses nizam karşıtlığına kapı aralıyor.
"BİZİM ÜLKELERİMİZE GELİYORLAR VE BURADA ÜRÜYORLAR. BU YOLLA İSTİLA SÜRECİNİ HIZLANDIRIYOR”
-Müslümanlar gerçekten barbar bir ordu gibi mi görülüyor? Burada dikkat çekici olan, günümüzde İslam devleti veya Müslümanların geniş bir ordusu olmamasına rağmen bu tür bir korku söyleminin neden yaygınlaştığı. Müslümanların dahil olduğu ve büyük ölçüde kazandıkları bir savaş da yok. Örneğin Filistin’de tam tersi ciddi bir soykırıma maruz kalıyor Müslümanlar.
Avrabiya teorisyenleri de zaten bu durumu kabul ediyor. Onlara göre, Müslümanlar oldukça zeki bir strateji izleyerek Avrupa’yı içeriden istila ediyorlar. Askeri bir savaşta kazanamayacaklarını bilen Müslümanlar, bilinçli olarak üreyerek kültürel ve zihinsel bir istila gerçekleştiriyorlar. Avrabiyacı Müslüman stratejisi, askeri bir istilanın değil, bu tür bir doğum stratejisinin Avrupa’yı fethedeceğini iddia ediliyor. Bu nedenle aşırı sağ, özellikle doğum oranlarına odaklanıyor. Yani, Müslümanların askeri güçle değil, bu kurnaz stratejiyle Avrupa’yı ele geçireceklerine inanılıyor.
"Bizim ülkelerimize geliyorlar ve burada ürüyorlar. Bu yolla istila sürecini hızlandırıyorlar. Toplumun içeriden kolonize edilmesi söz konusu" diyorlar. Burada asıl dikkat çekici noktalardan biri, Avrabiya gibi teorilerin doğum oranlarına yaptığı vurgu. Müslümanların radikal bir biçimde üredikleri ve bu yolla Avrupa'yı ele geçirecekleri iddiası, Batılıların ise daha az ürediği şeklindeki sanrıyla birleşiyor.
Bu durum, Avrupalı kadınlara bir misyon yüklüyor. Aşırı sağ söylemde, beyaz ırkın yeniden üremesi ahlaki bir zorunluluk olarak kadınlara sunuluyor ve dayatılıyor. Bu, yalnızca Avrabiya ve Büyük İkame Teorisi'nde değil, Avrupa ve Amerika’daki diğer radikal sağ gruplarda ve partilerde de benzer şekilde dile getiriliyor. Kadın cinselliği ve doğurganlığı üzerinden bir anlatı kurgulanıyor. Bu açıdan bakıldığında, aşırı sağın güçlü bir üreme stratejisi olduğu ortada. Ancak bu strateji kendisini beyaz üstünlükçüsü bir yerden kurduğu gibi, aynı zamanda kadınlara ilişkin geleneksel rolleri yeniden diriltmeyi de hedefliyor.
“ARAP VE ORTA DOĞU DEVLETLERİ, AVRUPA’DAKİ ELİTLERLE ANLAŞTI” KEHANETİ
Gelinen noktada aşırı sağ için savaş, artık demografik bir savaş olarak görülüyor Sema Hanım. Bu savaşta kendi kültürünü ve ırkını sürdürebilmenin yolu, kadınlara yüklenen misyonla, daha fazla doğum yapmaları gerektiği üzerinden şekilleniyor.
Bir diğer önemli nokta, Bat Yeor’un Avrabiya’yı kamusallaştırmadaki rolüdür. Yeor, Mısır doğumlu bir Yahudi yazar olarak, Arap ve Orta Doğu devletlerinin Avrupa’daki elitlerle anlaştığını ve Avrupa’yı bilinçli olarak bir Avrabiya haline getirmeye çalıştıklarını iddia ediyor.
Bu teorilerin komplocu yapısını anlamak için bu önemli bir nokta. Dikkatinizi çekerim Yeor, Müslümanların Avrupa’da üremek suretiyle kıtanın demografik yapısını değiştirdiğini kabul etse de, aynı zamanda Avrupalı ve Ortadoğulu elitler arasında bir anlaşma olduğunu da öne sürüyor. Bu anlaşmaya göre, Avrupa’nın bilinçli olarak bir Avrabiya haline getirilmesi planlanıyor. İki elit grup arasında bir anlaşma olduğu savunuluyor.
Bu tür iddialar, absürtlükleri nedeniyle yanlış anlaşılması zor teoriler. Aşırı sağ komplocu tasavvur gücünü tam da buradan alıyor.
Zira olmayan bir şeyi yanlışlamak zordur. Bat Ye’or, Avrupa’daki müfredatın değiştiğini ve Avrupa medeniyetine Hristiyan-Yahudi mirasdan daha çok Müslüman grupların katkılarının anlatıldığını belirtiyor. Örneğin, Avrupa’da bilinçli olarak Endülüs'ün ve İslam'ın altın çağının anlatıldığı bir müfredat stratejisine gidildiğini belirtiyor. Avrabiyacılar için bu “yeni durum”, muhalif seslerin bastırıldığı ve liberal elitlerin Müslümanlara ilişkin eleştirileri topyekün reddettiği bir kurumsal siyasete kapı aralamıştır.
Bat Ye’or, Avrupa’daki medya ve üniversitelerin Arap propagandasına maruz kaldığını ve kitapların yeniden yazıldığını da savunuyor. Ayrıca, Avrupa Birliği'nin Müslüman grupların entegrasyonunu ve Batılılar ile Müslümanlar arasında uyum sağlamayı amaçlayan teşviklerinin, farklı düşünceleri baskı altında tutmak için bilinçli olarak yapıldığını düşünüyor. Bu yaklaşım, George Orwell’ın 1984 romanındaki düşünce kontrolü mekanizmasına benzetiliyor.
Hollanda'da Geert Wilders'ın karşısında bulunan Mark Rutte'nin liderliğindeki VVD partisi, seçim döneminde “nasıl bir ülke istiyoruz” başlığı altında bir mektup yayınlamıştı. Bu mektupta, merkez parti figürlerden biri olan Rutte, aşırı sağ söylemi benzer şekilde kullanarak Müslüman gruplara ilişkin oldukça önyargılı sözler sarf etmişti. Bu durumun benzerini, 2023 seçimlerinde Türkiye’de de yaşamıştık.
Zafer Partisi’nin çıkışıyla birlikte, DEVA Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin göçmenlere ilişkin söylemlerinde bir kayış gözlemledik. Bu bağlamda, aşırı sağ komplo teorilerini ve tasavvurlarını tartışırken merkez siyasetin rolünü de düşünmemiz gerekiyor. Merkez siyaset, aşırı sağın yayılmasında ve göçmenlere yönelik yaklaşımların kamusallaşmasında etkili oldu.
-Siz anlatırken Türkiye'deki göçmen karşıtı söylemler ile Avrupa'daki aşırı sağ söylemler arasında belirgin benzerlikler gördüm. Örneğin, Türkiye'de sosyal medyada sıkça rastladığımız "Göçmenleri mancınıkla yollayacağız" gibi ifadeler, Avrupa'daki "İstilacı göçmenler" temalı argümanlarla paralellik taşıyor. Türkiye'deki diğer birçok söylem de Avrupa’daki aşırı sağın kullandığı "kültürel istila" ve "güvenlik tehdidi" gibi metaforlarla da örtüşüyor. Türkiye’yle bir kıyaslama yaparsanız benzeşen ve farklılaşan noktalar nedir?
Türkiye’deki "Araplaşma" ve "istila" argümanları, Avrupa’daki aşırı sağcı grupların öne sürdüğü "kültürel çürüme" ve "etnik temizlik" gibi söylemlerle benzerlik taşıyor. Bu benzerlikler, hem Avrupa’daki hem de Türkiye’deki aşırı sağ söylemlerin ve politikaların göçmenleri dışlama ve ötekileştirme eğilimlerini yansıttığını gösteriyor.
Ayrıca, Türkiye’de göçmen karşıtı partiler, özellikle Zafer Partisi, Avrupa’daki aşırı sağcı partilerle benzer bir dil ve retorik kullanıyor. Küresel olarak, göç krizine verilen tepkiler, hem Avrupa'da hem de Türkiye’de sağcı hareketlerin yükselmesine yol açıyor.
Özdağ’ın eleştirilerinde, Türkiye’deki göçmen karşıtı söylemlerle Avrupa’daki aşırı sağcı söylemler arasında benzerlikler görüyoruz. Örneğin Özdağ, liberaller yahut “yetmez ama evetçiler” olarak nitelendirdiği demokrat grupları ki bu demokrat grupların içinde elbette sol liberaller de var, “foncular” gibi ifadeler kullanarak aşağılıyor. Bu söylemler, Avrupa’daki aşırı sağcı grupların "liberal blaming" (liberalleri suçlama) argümanlarıyla özdeşleşiyor.
Tabii Türkiye’de Avrupa’daki gibi liberal bir elit bulunmuyor. Avrupa’daki tartışmalar genellikle Brüksel’in politikalarını ve kamusal alanı dizayn etme çabalarını hedef alırken, Türkiye’de göçmen karşıtı söylemler daha çok yerel ve ulusal politikalar üzerinden yürütülüyor. Türkiye’deki göçmen karşıtı söylemler, Brüksel ile yapılan anlaşmaları, özellikle geri kabul anlaşmasını AK Parti’nin Türkiye’ye ihanet ettiği bir durum olarak sunuyor.
Örneğin, "istila" metaforu hem Türkiye’de hem de Avrupa’da göçmenleri hedef alarak kullanılan ortak bir kavram. Ancak, Türkiye’nin Avrupa ve Amerika’dan farklı bir konumda olduğu ve farklı bir sosyal ve siyasi bağlamı olduğu unutulmamalı. Yine de, temel eğilimler ve suçlanan kişiler, kurumlar, elitler ve gruplar arasında örtüşmeler bulunuyor.
Yine örneğin, bir Suriyelinin gerçekleştirdiği tekil bir şiddet eylemi, tüm Suriyelilere yönelik olumsuz bir yargı oluşturabiliyor. Bu tür bir bakış açısı, "bizler" ve "onlar" ayrımını radikalize ediyor.
Avrupa’daki aşırı sağ "biz" yerine "onlar"ın tercih edildiğini öne sürüyor. Bu, "bizim yerimize onlar" söylemiyle kendini gösteriyor. Türkiye’de de benzer bir retorik var. Hastaneler, sosyal yardımlar ve diğer sosyal hizmetlerde Suriyelilerin avantaj sağladığı iddiaları, yerel halkın hakkının gasp edildiği şeklindeki söylemle birleşiyor. Özdağ, göçmenlere yönelik söylemlerinde bu temaları sıkça işliyor.
Ancak Türkiye’nin özgül koşulları ve sosyal bağlamı, batıdaki aşırı sağ hareketlerle doğrudan özdeşleştirilemez. Yine de, popülizm ve radikal sağ, kültürler-arası bir etkileşim içeriyor ve küresel aşırı sağ blok benzer temalar üzerinde birleşebiliyor.
Zafer Partisi ve benzeri grupların korkuları, "İslamcı Tehdit" olarak adlandırılabilir. Türkiye'deki bu grupların endişeleri, Suriyelilerin geçmişteki radikal gruplarla ilişkili olabileceği düşüncesiyle şekilleniyor. Bu korku, Suriyelilerin Türkiye’de nasıl bir değişim getireceği konusunda belirsizlik yaratıyor. Özellikle, Suriyelilerin ileride Türkiye’de siyasi haklar talep edip edemeyeceği, ana dil hakları isteyip istemeyeceği gibi sorular, bu korkuların temelini oluşturuyor.
Türkiye’deki bazı komplo teorileri, Suriyelilere vatandaşlık verilmesinin AK Parti'ye oy kazandırma amacı güttüğünü de iddia ediyor. Bu görüşler, Suriyelilerin Türkiye’de demografik bir değişim yaratacağı ve böylece İslamcı bir yapının daha da güçleneceği şeklindeki endişelere dayanıyor.
Bu anlamda Avrupa’da da aşırı sağ komploları Türkiye’yle örtüşüyor.
Edirne Geri Gönderme Merkezi’nde tutulan ve İran’a iade edilmek istenen dört Kürt mülteciden ikisinin sınır dışı edilmesi kararından ...
16 Eylül - İki mültecinin İran’a gönderilmesi kararından vazgeçildi (Enternasyonal Dayanışma) Devamı16 Eylül - İki mültecinin İran’a gönderilmesi kararından vazgeçildi (Enternasyonal Dayanışma)
Edirne Geri Gönderme Merkezi’nde tutulan ve İran’a iade edilmek istenen dört Kürt mülteciden ikisinin sınır dışı edilmesi kararından vazgeçildi. Aileler, diğer iki mülteci hakkında da aynı kararın verilmesini istiyor.
Edirne Geri Gönderme Merkezi’nde (GGM) tutulan ve idam riskine rağmen İran’a iade edilmek istenen dört mülteciden ikisinin sınır dışı edilmesi kararından vazgeçildi.
Dört Kürt mülteci, İran’da Mahsa Jîna Amini’nin 16 Eylül 2022’de öldürülmesi üzerine başlayan protestolara katıldığı için haklarında dava açılmış ve bu nedenle Türkiye’ye gelmişlerdi.
Yaklaşık bir aydır GGM’de tutulan mültecilerden Hüseyin Minbarî ve Şewgar Muhammadî’nin İran’a iade kararından vazgeçildi. Aileler, Minbarî ve Muhammadî’nin yakın zamanda serbest bırakılacağını aktardı.
Aileler, haklarında deport kararı bulunan gazeteciler Reşad Muhammadî ve Fahîme Hüseynî için de baskı oluşturulması gerektiğini vurguladı: “İran’a geldiklerinde ya idam edilecekler ya da uzun süre tutuklu kalacaklar. Onlar için kamuoyu oluşturmak zorundayız. İran’a iade edilmemeliler.”
Kapat
"Kayseri Anadolu Haber" isimli haber sitesi "Kayseri'de MA plakalı araçların sırrı çözüldü – İşte ...
16 Eylül - Zafer Partisi Bursa'da Suriyelilerin Kurduğu Dükkânları Hedef Gösteriyor! Devamı16 Eylül - Zafer Partisi Bursa'da Suriyelilerin Kurduğu Dükkânları Hedef Gösteriyor!
"Kayseri Anadolu Haber" isimli haber sitesi "Kayseri'de MA plakalı araçların sırrı çözüldü – İşte çoğalmasının sebebi" başlıklı bir haber yayınladıktan 2 hafta sonra Kayseri'de patlak veren 1 Temmuz olaylarında Suriyelilere ait 300'den fazla MA plakalı araba kundaklanmıştı.
Şimdi ise Zafer Partisi Bursa'da, Suriyelilere ait birkaç dükkânın fotoğrafıyla "Bursa işgalden yeniden kurtarılacak" yazılı bir pankart asıyor. Peki, ne iktidar ne muhalefet ortağı olmayan Zafer Partisi, Bursa'yı, işgal olarak iddia ettiği bu dükkânlardan nasıl kurtaracak? Parti teşkilatı açık bir şekilde Suriyelileri hedef göstererek şiddet çağrısı yapıyor. Daha önce de belirttiğimiz gibi Zafer Partisi bir milli güvenlik sorunudur.
https://x.com/mohammadakta/status/1835645946765476235
KapatGeçen yıl çalıştırıldığı kaçak maden ocağında fenalaştıktan sonra, önce böbreği alınıp sonra canlı canlı yakılarak katledilen ...
15 Eylül - Öldürülen mülteci işçi Vezir Muhammed Nourtani’nin davası 18 Eylül’de Zonguldak’ta Devamı15 Eylül - Öldürülen mülteci işçi Vezir Muhammed Nourtani’nin davası 18 Eylül’de Zonguldak’ta
Geçen yıl çalıştırıldığı kaçak maden ocağında fenalaştıktan sonra, önce böbreği alınıp sonra canlı canlı yakılarak katledilen 55 yaşındaki mülteci işçi Vezir Muhammed Nourtani için görülen davada, kararın açıklanacağını beklediğimiz duruşma 18 Eylül Çarşamba günü, Zonguldak Adliyesi'nde saat 14:00 te görülecek. Bütün aktivistlerin ve kurumların davaya katılması önemli.
8 Temmuz'da görülen ikinci duruşmaya ve olaya dair haberler şöyle:
https://www.evrensel.net/haber/522775/nourtani-davasinin-ikinci-durusmasi-goruldu
Kapat
Bir göç idaresi hadisesi daha...
Çok çalıştı, kazandı. Tekirdağ'da Namık Kemal Fakültesi'nde Acil Afet ve Yardım ...
15 Eylül - 10lar Medya: Suriyeli Abdülillah okuluna devam edebilmek için yardım bekliyor Devamı15 Eylül - 10lar Medya: Suriyeli Abdülillah okuluna devam edebilmek için yardım bekliyor
Bir göç idaresi hadisesi daha...
Çok çalıştı, kazandı. Tekirdağ'da Namık Kemal Fakültesi'nde Acil Afet ve Yardım Yönetmeliği bölümünde okuyordu.
Kayıtlı olduğu ve ailesinin yaşadığı Hatay'da tüm mahalleler yabancılara kapalı olduğu için adresini yenileyemedi.
Göç İdaresi'ne birçok kez çözüm aramak için gitti, öğrenci olduğu için "yardımcı olacaklarını" söylediler ancak "bir kadın görevli", onu karakola ve kampa yönlendirdi, sınır dışı ettirdi!
Abdülilah 6. sınıftan beri okuduğu Türkiye'ye ikinci vatanım diyerek sesleniyor ve okuluna devam edebilmek için yardım bekliyor!
https://x.com/10larMedya/status/1835273409237799149
KapatÖHD "Türkiye'de Mültecilere Yönelik Irkçılık ve Hak İhlalleri” raporunu yayımladı. ÖHD’li Rezan Gezer, adil yargılama ...
14 Eylül - ÖHD’li Gezer: Mülteciler adil yargılanma hakkı istiyor (Evrensel) Devamı14 Eylül - ÖHD’li Gezer: Mülteciler adil yargılanma hakkı istiyor (Evrensel)
ÖHD "Türkiye'de Mültecilere Yönelik Irkçılık ve Hak İhlalleri” raporunu yayımladı. ÖHD’li Rezan Gezer, adil yargılama hakkının mültecilerin talepleri içinde ön plana çıktığını ifade etti.
Özgürlük İçin Hukukçular Derneği (ÖHD) İstanbul Şubesi Göç ve Mülteci Komisyonu, mültecilere dönük ırkçı saldırılara dair 30 Ağustos’ta "Türkiye'de Mültecilere Yönelik Irkçılık ve Hak İhlalleri” raporunu yayımladı. Sosyal medya taraması, bilimsel makaleler ve uluslararası bulguların incelemesiyle hazırlanan raporda, 1 Ocak 2020 ile 31 Aralık 2022 tarihleri arasında yaşanan ırkçı saldırılara ve nefret söylemlerine yer verildi. İhlaller, yaşam hakkı, mültecilerin maruz kaldığı şiddet, nefret söylemleri ve nefret suçu işleyen kamu personelleri, siyasilerin-siyasi partilerin mültecilere yönelik nefret suçu içeren ifadeleri, mülteci LGBTİ+’lara dönük şiddet, cinsel saldırı, toplumsal linç, ayrımcı uygulamalar ve barınma hakkı başlıkları altında sıralandı.
Mültecilere dönük 675 hak ihlalinin yer aldığı raporun sonuç ve değerlendirme bölümünde ise cezasızlığa dikkat çekildi. Derneğin Göç ve Mülteci Komisyonu üyesi Rezan Gezer, rapora ilişkin konuştu.
Haberin devamı aşağıdaki linkte:
https://www.evrensel.net/haber/528205/ohdli-gezer-multeciler-adil-yargilanma-hakki-istiyor
Kapatİtalya Başbakan Yardımcısı Matteo Salvini hakkında beş yıl önce bir göçmen gemisine limanları açmayı reddettiği için açılan ...
14 Eylül - İtalya’da göçmenleri denizde ‘mahsur bırakan’ Başbakan Yardımcısı Salvini’ye 6 yıl hapis istemi (BBC) Devamı14 Eylül - İtalya’da göçmenleri denizde ‘mahsur bırakan’ Başbakan Yardımcısı Salvini’ye 6 yıl hapis istemi (BBC)
İtalya Başbakan Yardımcısı Matteo Salvini hakkında beş yıl önce bir göçmen gemisine limanları açmayı reddettiği için açılan davada savcılık 6 yıl hapis talep etti.
Salvini o dönem iktidarda olan başka bir koalisyon hükümetinin İçişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olarak görev yapıyordu ve İtalya limanlarını göçmenleri taşıyan yardım gemilerine kapama politikası yürütüyordu.
Ağustos 2019'da Akdeniz'de yaklaşık 160 kişiyi kurtaran yardım gemisi Open Arms, Salvini’nin bu politikasıyla denizde mahsur kalmış, ancak 19 gün sonra mahkeme kararıyla İtalya'nın Lampedusa adasına yanaşabilmişti.
https://www.bbc.com/turkce/articles/ckgn1krd6ndo
KapatGaziantep'te 11 Ocak'ta ırkçıların işkence ederek öldü diye yol kenarına attığı Ahmed hala hastanede gözetim altında. Ailesi Ahmed ile ...
13 Eylül - Irkçıların işkence ettiği Ahmed’e Göç İdaresi geri gönderileceğine dair tebligat gönderdi Devamı13 Eylül - Irkçıların işkence ettiği Ahmed’e Göç İdaresi geri gönderileceğine dair tebligat gönderdi
Gaziantep'te 11 Ocak'ta ırkçıların işkence ederek öldü diye yol kenarına attığı Ahmed hala hastanede gözetim altında. Ailesi Ahmed ile ilgilenirken göç idaresi, adres güncellemesi yapılmadığı için Suriye'ye geri gönderileceğine dair tebligat gönderdi.
https://x.com/Ferhatpolatt1/status/1834613919983251822?t=5Q2KnzsEygc7TJWY76lw6w&s=19
KapatIrkçı Telegram hesaplarında bir Suriyeli ortaokul öğrencisinin gizlice çekilen fotoğrafı paylaşıldı, eğitim bilgileriyle birlikte hedef ...
12 Eylül - Telegram gruplarında hedef gösterildi: Suriyeli ortaokul öğrencisine ırkçı saldırı çağrısı – Sema Kızılarslan (Karar) Devamı12 Eylül - Telegram gruplarında hedef gösterildi: Suriyeli ortaokul öğrencisine ırkçı saldırı çağrısı – Sema Kızılarslan (Karar)
Irkçı Telegram hesaplarında bir Suriyeli ortaokul öğrencisinin gizlice çekilen fotoğrafı paylaşıldı, eğitim bilgileriyle birlikte hedef gösterildi. Gaziantep’te okuyan Suriyeli çocuğun durumu ile ilgili emniyet ekipleri harekete geçti.
Kayseri'de bir kişinin 7 yaşındaki çocuğu istismar ettiği iddiası ile başlayan Suriyelilere karşı saldırı dalgası sonrası bir takım Telegram sayfaları gençleri örgütleyerek ırkçı saldırıların devamı için organizasyonlar ve toplantılar düzenlemeye başlamıştı.
En son Eskişehir’deki Tepebaşı Cami’ne girip beş kişiyi yaralayan 18 Yaşındaki Arda K.’nin saldırısı sonrası da KARAR, bu telegram gruplarını gündeme getirmişti. Saldırı sonrası saldırıyı destekleyen kişilerin olduğu gruplarda skandal tartışmalar yaşanmış, Arda K.’nin neden Suriyelileri hedef almadığına ilişkin şiddet içerikli mesajlar paylaşılmıştı.
ORTAOKUL ÖĞRENCİSİNİN GİZLİCE FOTOĞRAFI ÇEKİLMİŞ
Yine KARAR’ın eriştiği benzer ırkçı Telegram gruplarından birinde Gaziantep’te yaşayan Suriyeli bir ortaokul öğrencisi hedef gösterildi. Okul ve adres bilgileri paylaşılarak saldırı çağrısı yapıldı. Telegram gruplarında olan kişilerin yazdıkları mesajlardan öğrenci oldukları anlaşılıyor. Gruplarda ayrıca hangi şehirde yaşadığını belirten öğrencilere “saha eğitimi” vereceklerine ilişkin bir duyuru da paylaşıldı.
Gaziantep’te yaşayan ortaokul öğrencisinin durumu ile ilgili KARAR, hem okul yönetimi hem de bölgedeki emniyet güçleri ile görüştü. Olayın takipçisi olduklarını söyleyen güvenlik birimleri, gerekli önlemlerin alındığını belirtti.
Telegram gruplarında hedef gösterildi: Suriyeli ortaokul öğrencisine ırkçı saldırı çağrısı – Sema Kızılarslan (Karar)
Irkçı Telegram hesaplarında bir Suriyeli ortaokul öğrencisinin gizlice çekilen fotoğrafı paylaşıldı, eğitim bilgileriyle birlikte hedef gösterildi. Gaziantep’te okuyan Suriyeli çocuğun durumu ile ilgili emniyet ekipleri harekete geçti.
Kayseri'de bir kişinin 7 yaşındaki çocuğu istismar ettiği iddiası ile başlayan Suriyelilere karşı saldırı dalgası sonrası bir takım Telegram sayfaları gençleri örgütleyerek ırkçı saldırıların devamı için organizasyonlar ve toplantılar düzenlemeye başlamıştı.
En son Eskişehir’deki Tepebaşı Cami’ne girip beş kişiyi yaralayan 18 Yaşındaki Arda K.’nin saldırısı sonrası da KARAR, bu telegram gruplarını gündeme getirmişti. Saldırı sonrası saldırıyı destekleyen kişilerin olduğu gruplarda skandal tartışmalar yaşanmış, Arda K.’nin neden Suriyelileri hedef almadığına ilişkin şiddet içerikli mesajlar paylaşılmıştı.
ORTAOKUL ÖĞRENCİSİNİN GİZLİCE FOTOĞRAFI ÇEKİLMİŞ
Yine KARAR’ın eriştiği benzer ırkçı Telegram gruplarından birinde Gaziantep’te yaşayan Suriyeli bir ortaokul öğrencisi hedef gösterildi. Okul ve adres bilgileri paylaşılarak saldırı çağrısı yapıldı. Telegram gruplarında olan kişilerin yazdıkları mesajlardan öğrenci oldukları anlaşılıyor. Gruplarda ayrıca hangi şehirde yaşadığını belirten öğrencilere “saha eğitimi” vereceklerine ilişkin bir duyuru da paylaşıldı.
Gaziantep’te yaşayan ortaokul öğrencisinin durumu ile ilgili KARAR, hem okul yönetimi hem de bölgedeki emniyet güçleri ile görüştü. Olayın takipçisi olduklarını söyleyen güvenlik birimleri, gerekli önlemlerin alındığını belirtti.
Kapat
Türkiye tarafından sınır dışı edilen Suriyeli bir sığınmacının, Esed rejimi tarafından Halep'te yakalandığı ve işkence sonucu hayatını ...
12 Eylül - Türkiye'nin sınır dışı ettiği Suriyeli sığınmacı Esed rejimi tarafından işkenceyle öldürüldü Devamı12 Eylül - Türkiye'nin sınır dışı ettiği Suriyeli sığınmacı Esed rejimi tarafından işkenceyle öldürüldü
Türkiye tarafından sınır dışı edilen Suriyeli bir sığınmacının, Esed rejimi tarafından Halep'te yakalandığı ve işkence sonucu hayatını kaybettiği bildirildi.
Suriyeli kaynakların haberine göre, 33 yaşındaki Suriyeli mühendis Abdulgani Münir, sınır dışı edilmesinin ardından, iş bulamadığı için Halep’e geçmek istedi, kontrol noktasında rejim güçleri tarafından tutuklandı. Halep'teki Askeri Güvenlik Şubesi'nde işkence sonucu hayatını kaybetti.
Evli olan ve iki çocuğu bulunan Münir'in yaklaşık bir yıl önce bir Türk vatandaşıyla mali anlaşmazlık yaşayarak tutuklandığı ve bunun ardından sınır dışı edilerek Cerablus'a gönderildiği ifade edildi. Yasal olmayan yollarla Türkiye'deki ailesinin yanına geri dönen Münir yeniden sınır dışı edildi.
Azez'de yaşamaya başlayan ve Esed rejimine karşı herhangi bir hukuki problemi bulunmayan Abdulgani Münir, iş için Halep'e girdiğinde gözaltına alındı. Esed rejiminin 24 gün boyunca işkence ettiği Münir, sonunda işkenceler sebebiyle can verdi. Esed rejimi 24 günün ardından Münir'in ailesine haber vererek cenazesini almalarını talep etti.
Esed rejiminin Suriye'ye geri dönen sığınmacılara yönelik işkence ve kötü muamelesinin sürdüğü biliniyordu.
Suriye İnsan Hakları Ağı (SNHR) şimdiye kadar geri dönen sığınmacıların rejim güçleri tarafından keyfi olarak tutuklandığı en az 4 bin 714 vakayı belgeledi.
SNHR sadece Ağustos ayında, 19'u Lübnan'dan zorla geri gönderilenler olmak üzere 214 Suriyelinin keyfi olarak tutuklandığını ifade etti.
Türkiye'de kimi çevrelerin son aylarda dile getirmeye başladığı "Esed ile normalleşme" söylemlerinin içinin boş olduğunu kanıtlayan bu durum Suriye'de hiçbir şeyin normalleşmediğini, Esed rejiminin kendi halkına düşmanlığa devam ettiğini gösteriyor.
Kapat
Savaşlar, göç ve göçmenlik milyonlarca çocuğun eğitim alamamasına neden oluyor.
Birleşmiş Milletler ...
10 Eylül Dünyada 7,2 milyon mülteci, Gazze’de 625 bin çocuk eğitimden mahrum Devamı10 Eylül Dünyada 7,2 milyon mülteci, Gazze’de 625 bin çocuk eğitimden mahrum
Savaşlar, göç ve göçmenlik milyonlarca çocuğun eğitim alamamasına neden oluyor.
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK), dünya genelinde 7,2 milyon mülteci çocuğun eğitimden mahrum kaldığını bildirdi.
BMMYK’nin yayınladığı ‘mülteci eğitim raporu’na göre dünyada 14,8 milyon civarındaki mülteci çocuğun eğitim hayatlarını iyileştirmede bazı ilerlemeler sağlansa da sorunlar devam ediyor.
Rapordaki değerlendirme şöyle:
“Mültecilere ev sahipliği yapan 65 ülkeden alınan veriler, yaklaşık 7,2 milyon mülteci çocuğun güvensizlik, kapsayıcı eğitim politikaları eksikliği, kapasite kısıtlamaları ve dil engelleri gibi faktörler nedeniyle eğitimden mahrum kaldığını, gençlerin gelecekteki refahını riske attığını ve potansiyellerini gösterme şansını ellerinden aldığını gösteriyor.”
Ayrıca Ukraynalı 600 binden fazla yerinden edilmiş çocuk ve gencin 2022’den bu yana Rusya-Ukrayna Savaşı nedeniyle okuldan uzak kaldığı aktarıldı.
Gazzeli çocuklar
Gazze’de savaş yüzünden dersbaşı yapılmadı. BM’ye göre yaklaşık 625 bin çocuk okuldan uzak.
Gazze Şeridi’nde normal takvime göre dün yüz binlerce öğrenci dersbaşı yapacaktı ancak savaş nedeniyle eğitim başlayamıyor.
Pazartesi günü sezonun ilk ders zilinin çalması gereken saatlerde çocukların çoğu çamur içindeki derme çatma çadırlarda oturuyor veya yardım kuruluşlarının mutfakları önünde yiyecek sırasında bekliyordu.
Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF) sözcüsü Tess Ingram eğitimden uzak kalınan süre uzadıkça Gazzelilerin geleceğine olan olumsuz etkisinin de büyüdüğünü söyledi. Özellikle küçük çocukların bilişsel, sosyal ve duygusal gelişim sorunlarıyla karşı karşıya olduğunu belirtti.
Ingram, “Çocuğun okuldan uzak geçirdiği süre uzadıkça eğitimi tamamen bırakma ve bir daha okula dönmeme riski artıyor” değerlendirmesinde bulundu.
Gazze’de yaklaşık 625 bin çocuk geçen eğitim yılının neredeyse tamamını okuldan uzakta geçirdi. Okullar 7 Ekim’den sonra İsrail’in Gazze’yi bombalamaya başlamasıyla kapılarını kapatmıştı.
Global Education Cluster’e göre Gazze’deki okulların yüzde 90’ından fazlası geçen 11 aydaki İsrail saldırılarında zarar gördü, birçoğunun tekrar kullanılabilmesi için yıllar süren onarım çalışmasına ihtiyacı var. Bu okulların çoğu Birleşmiş Milletler (BM) tarafından işletiliyordu.
UNICEF ve çeşitli sivil toplum örgütleri Mayıs sonlarına doğru Gazze’de 175 geçici eğitim merkezi açtı, buralarda bin 200 gönüllü öğretmek yaklaşık 30 bin çocuğa temel dersleri öğretiyor. Ancak BM kağıt, kalem gibi en temel eğitim materyalini dahi bölgeye göndermekte zorlandıklarını bildirdi.
Çatışmalar Gazze dışında Batı Şeria’da da eğitimi olumsuz etkiliyor. Ingram, “Ekim’den beri hemen her gün okulların yüzde sekiz ila 20’si kapalı. Okullar açık olsa bile güvenlik endişesiyle öğrencilerin devamlılığı düştü” dedi.
Bu arada BM Filistin Ajansı (UNRWA) Komiseri Philippe Lazzarini, Batı Şeria’daki UNRWA okullarında eğitime başlanacağını açıkladı. Lazzarini, “Çocukların eğitim hakkı korunmak zorunda” dedi.
KapatBM Suriye'de şiddet olaylarının yeniden artışa geçtiği uyarısında bulundu. Aralarında Almanya'nın da olduğu bazı ülkeler bir süredir, ...
10 Eylül - BM uyardı: Suriye'de şiddet tekrar tırmanıyor (DW Türkçe) Devamı10 Eylül - BM uyardı: Suriye'de şiddet tekrar tırmanıyor (DW Türkçe)
BM Suriye'de şiddet olaylarının yeniden artışa geçtiği uyarısında bulundu. Aralarında Almanya'nın da olduğu bazı ülkeler bir süredir, Suriye'de çatışmaların azaldığı gerekçesiyle sığınmacıları geri göndermeyi tartışıyor.
Birleşmiş Milletler (BM) Suriye'de çatışmaların yeniden artmaya başladığı uyarısında bulundu. Ülkede yeni bir şiddet dalgası yaşandığını dile getiren BM Suriye Araştırma Komisyonu Başkanı Paulo Pinheiro, ABD destekli Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile Şam rejimine bağlı birlikler arasında yaşanan yeni çatışmalara dikkat çekti.
Pinheiro sahadaki son duruma dair raporunda, İsrail'in Gazze Savaşı'nın başından beri Suriye'ye hava saldırılarını artırdığını da kaydetti. Raporda, İsrail'in Suriye'deki İran destekli militanlara saldırılarının bölgede Amerikan üslerine yönelik karşı saldırıları tetiklediği belirtildi.
Komisyonun 1 Ocak-30 Haziran tarihlerini kapsayan altı aylık raporunda aralarında Türkiye, Rusya ve ABD'nin de olduğu altı ülkenin Suriye'de askeri faaliyetlerde bulunduğu kaydediliyor. Söz konusu dönemde Şam rejimine bağlı güçlerin ülkenin kuzeybatısında yasaklı misket bombaları kullandığı, yarısı kadın ve çocuklardan oluşan 150 kişiyi öldürdüğü veya yaraladığı da raporda yer alıyor. Ayrıca Türk güçlerinin Suriye'nin kuzeydoğusuna yönelik hava saldırılarında enerji santralleri ve tıbbi tesisleri bombaladığı, bunun da yasa dışı olduğu vurgulanıyor.
Raporda Suriye hükümeti mahkûmlara işkence etmekle suçlanırken, Kürt güçlerden oluşan SDG de 30 bin çocuğu ebeveynleri IŞİD üyesi olduğu gerekçesiyle yıllardır kötü koşullarda tutmakla eleştirildi.
Alman mahkemesinin kararı
Almanya'da bir mahkeme, Suriye'nin bazı bölgelerinin "artık güvenli" olduğu gerekçesiyle Suriyeli sığınmacıların geri gönderilebileceğine hükmetmişti. Ülkesinde güvende olmayacağı gerekçesiyle koruma statüsü isteyen bir Suriyelinin iadesine dair yargı süreci 28 Ağustos'ta kesinleşmiş, Almanya'da son aylarda yaşanan terör eylemlerinin ardından birçok siyasi parti ve eyalet yönetiminden de geri göndermelere başlanması çağrısı gelmişti.
Suriye'de 2011'de patlak veren iç savaşta 500 binden fazla kişi hayatını kaybetti, ülke nüfusunun büyük bölümü göç etmek zorunda kaldı. Savaş ve izolasyon döneminde iktidarını korumayı başaran Devlet Başkanı Beşar Esad, ülkesinin tamamına hakim olamasa da bölge ülkeleriyle yeniden ilişkiler kurdu. İç savaşta silahlı rejim muhaliflerine destek veren Türkiye de bir süredir Şam ile normalleşme arayışında.
Kapat
İstanbul Sefaköy'de dört çocuğuyla birlikte yaşayan Uygur müslümanı Hafife İbrahim, evlerine yapılan baskınla 'sebep ...
9 Eylül - Uygur müslümanı 4 çocuk annesi Hafife İbrahim GGM’ye alındı Devamı9 Eylül - Uygur müslümanı 4 çocuk annesi Hafife İbrahim GGM’ye alındı
İstanbul Sefaköy'de dört çocuğuyla birlikte yaşayan Uygur müslümanı Hafife İbrahim, evlerine yapılan baskınla 'sebep belirtilmeden' gözaltına alındı. Hafife İbrahim'in Geri Gönderme Merkezi'ne alındığı bildirilirken, dört çocuğu şimdilik komşularıyla birlikte.
https://x.com/dailyislamist/status/1833065293154824623?t=vPv9dyb4uSozynfXCY9mRA&s=08
KapatHollanda hükümeti, sığınma başvurusu reddedilen ve kaçak durumdaki yabancılara barınma ve beslenme olanağı sağlayan Ulusal Göçmenlik ...
5 Eylül - Hollanda hükümeti yılbaşından itibaren kaçak yabancılara destek vermeyecek Devamı5 Eylül - Hollanda hükümeti yılbaşından itibaren kaçak yabancılara destek vermeyecek
Hollanda hükümeti, sığınma başvurusu reddedilen ve kaçak durumdaki yabancılara barınma ve beslenme olanağı sağlayan Ulusal Göçmenlik Hizmetleri’nin (LVV) ödeneğini yılbaşından itibaren kesme kararı aldı.
Aşırı sağcı Özgürlük Partisi (PVV) öncülüğünde kurulan koalisyon hükümetindeki tüm partiler, Ulusal Göçmenlik Hizmetleri ödeneğinin durdurulması konusunda anlaşma sağladı.
PVV'den Sığınma ve Göç Bakanı Marjolein Faber, alınan kararla, sığınma konusunda tüm yasal yolları tüketen kişileri, geldikleri ülkeye geri dönmeye zorlamak istiyor.
Belediyeler ise desteği kesilen yabancıların sokaklara düşerek rahatsızlık yaratacağını belirterek, hükümetin kararına tepki gösteriyor.
Hollanda’da sığınma başvuruları tamamen reddedilen ve kaçak duruma düşen yabancılar için, sokaklarda yaşayarak halka rahatsızlık vermemeleri için özel barınaklar bulunuyor.
https://www.bbc.com/turkce/articles/cdxl8975dn2o
Kapatİnsan Hakları İzleme Örgütü (Human Rights Watch - HRW) tarafından Çarşamba günü yayınlanan yeni bir raporda, Lübnan'dan ...
4 Eylül - HRW Raporu: Güney Kıbrıs ve Lübnan güçleri Suriyeli mültecilerin zorla geri gönderilmesinde suç ortağı Devamı4 Eylül - HRW Raporu: Güney Kıbrıs ve Lübnan güçleri Suriyeli mültecilerin zorla geri gönderilmesinde suç ortağı
İnsan Hakları İzleme Örgütü (Human Rights Watch - HRW) tarafından Çarşamba günü yayınlanan yeni bir raporda, Lübnan'dan Güney Kıbrıs'a ulaşmaya çalışan Suriyeli mültecilerin savaş ve zulümden kaçmalarına rağmen Avrupa Birliği (AB) tarafından finanse edilen Lübnanlı yetkililer tarafından zorla ülkelerine geri gönderildiği iddia edildi.
Raporda ayrıca, Güney Kıbrıs sahil güvenliğinin mültecileri Lübnan'a geri iterek zorla göndermelere olanak sağladığı, AB'nin ise tekrarlanan insan hakları ihlallerinden sorumlu Lübnan silahlı kuvvetlerine para aktardığı belirtildi.
Raporda, "Avrupalı bağışçıların insan hakları yükümlülüklerine sözde hizmet etmelerine rağmen, Avrupa'nın sınır yönetimi için Lübnan güvenlik kurumlarına sağladığı fonlar devam ederken, aynı kurumlar Suriyeli mültecileri kötü niyetli bir şekilde geri çekmeye ve topluca sınır dışı etmeye devam etti," ifadelerine yer verildi.
Bulgular, New York merkezli sivil toplum örgütü tarafından fotoğraf ve video kanıtları, uçak ve tekne izleme verilerinin yanı sıra Lübnan'ı terk etmeye çalışan ve giderek daha düşmanca koşullarla karşılaşan 16 Suriyeli mülteci ve sığınmacının tanıklıklarına dayanılarak toplandı.
Bu sadece uluslararası koruma talep etme hakkının -ki bu onların hakkıdır ve hem Kıbrıslı hem de Lübnanlı yetkililer tarafından bu haktan mahrum bırakıldılar- açıkça ihlal edilmesi değil. Aynı zamanda dövüldüler, itilip kakıldılar, kelepçelendiler, keyfi olarak alıkonuldular ve insanlık dışı muameleye maruz bırakıldılar.
16 mülteciden 15'inin, Lübnan ya da Güney Kıbrıs makamları tarafından, gözaltı, dayak ve sözlü hakaret gibi insan hakları ihlallerine maruz kaldığı belirtildi.
Bu kişilerden 11'i Lübnan Silahlı Kuvvetleri (LAF) tarafından zorla Suriye'ye geri gönderilmiş olup, bunlardan dördü daha önce Güney Kıbrıs'tan Lübnan'a geri gönderilmişti.
Euronews'e konuşan HRW Mülteci ve Göçmen Hakları Bölümü araştırmacısı Nadia Hardman, "Bu sadece uluslararası koruma talep etme hakkının -ki bu onların hakkıdır ve hem Güney Kıbrıslı hem de Lübnanlı yetkililer tarafından bu haktan mahrum bırakıldılar- açıkça ihlal edilmesi değil. Aynı zamanda dövüldüler, itilip kakıldılar, kelepçelendiler, keyfi olarak alıkonuldular ve insanlık dışı muameleye maruz bırakıldılar," dedi.
"Tüm bunlar, hikayenin en yıkıcı kısmı olan, bazen Suriye'ye geri dönmeye zorlandıkları ve (...) geri dönen mültecilerin keyfi olarak gözaltına alındığını, kaybolduğunu ve bazen öldürüldüğünü belgelememizden önce yaşandı."
Hardman, Güney Kıbrıslı ve Lübnanlı yetkililerin eylemlerinin, bir devletin herhangi bir kişiyi zalim veya aşağılayıcı muameleye maruz kalabileceği bir ülkeye sınır dışı etmesini yasaklayan "geri göndermeme" ilkesinin açık bir ihlali olduğunu söyledi.
Aralarında 1,5 milyon Suriyeli mültecinin de bulunduğu dünyanın kişi başına en fazla mültecisine ev sahipliği yapan Lübnan'da Suriyeli mültecilerin karşı karşıya kaldığı koşullar, mülteci karşıtlığı arttıkça son yıllarda önemli ölçüde kötüleşti.
Bölgesel istikrarsızlığın arttığı Nisan ayında AB üyesi Güney Kıbrıs'a düzensiz geçiş yapan Suriyeli mültecilerin sayısında ciddi bir artış tespit edilmiş ve Güney Kıbrıslı yetkililer iltica başvurularının işleme alınmasını askıya almıştı.
AB, Mayıs ayında Lübnan'a 2026 yılına kadar 1 milyar euro'luk bir mali destek vereceğini açıkladı. AB'nin mali desteği, Lübnan silahlı kuvvetlerinin sınırı daha iyi yönetebilmesi için donatılmasını ve eğitilmesini de kapsıyordu.
Mali desteğin yarısı Ağustos ayında kabul edildi ve bunun 368 milyon euro'luk kısmı Suriyeli mülteciler de dâhil olmak üzere Lübnan'daki hassas durumdaki kişilerin desteklenmesini hedefliyordu. Komisyon'a göre geriye kalan 132 milyon euro ise "güvenlik sektörüne ve sınır yönetimine verilen desteğin" arttırılması da dâhil olmak üzere bir dizi ekonomik ve güvenlik reformunun uygulanması için ayrıldı.
AB 'anlamlı kontroller' yapmadan kurumları 'finanse ediyor'
HRW, AB'nin Lübnan devlet yetkililerine ve kurumlarına, temel haklara uymalarını sağlamak için gerekli kontrol ve dengeler olmaksızın para aktardığını iddia ediyor.
Euronews'e konuşan Hardman,"Bu kurum ve kuruluşların temel insan hakları ilkelerine uymaları konusunda herhangi bir koşulluluk yok," dedi.
"Aslında, AB-Lübnan anlaşmasında gördüğümüz şey neredeyse bir ödül. Burada da herhangi bir koşula bağlı olmaksızın büyük miktarlarda para sağlama taahhüdü var" diyen Hardman, örgütünün Lübnanlı yetkililere fon sağlanmasına karşı olmadığını, ancak AB'nin bu ihlallere ortak olmamasını sağlamak için açık koşullar ve izleme mekanizmaları getirilmesi gerektiğini söyledi.
HRW ayrıca AB yönetiminin, Lübnanlı yetkililere sınır yönetimi desteği sağlamak üzere sözleşme yaptığı ortakların -Viyana merkezli Uluslararası Göç Politikaları Geliştirme Merkezi (ICMPD) gibi- AB'nin insan hakları çerçevelerine tabi olmadıkları göz önüne alındığında, temel haklara uyup uymadıklarını tespit etme kapasitesini de sorguluyor.
Avrupa Komisyonu 20 Ağustos tarihli bir mektupla HRW'ye ICMPD tarafından yürütülen AB finansmanlı müdahalelerin "Beyrut'taki AB Delegasyonu da dahil olmak üzere Avrupa Komisyonu tarafından yakından takip edildiğini" söyledi.
HRW'ye göre mektupta, "[ICMPD'ye] yapılan her ödemeden önce AB, uygulayıcı ortak tarafından sunulan anlatı ve mali raporlar temelinde mali ve operasyonel ilerlemenin bir doğrulamasını yapar" deniyor.
HRW, erişebildiği belgelerde AB yönetiminin, "AB projelerinden yararlanan güvenlik aktörlerinin uluslararası insan hakları standartlarına aykırı davranabileceğini" kabul ettiğini de ekliyor.
Güney Kıbrıs, Akdeniz Komiseri rolüne göz dikti
HRW'nin açıklamaları, Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen'in önümüzdeki beş yıl boyunca AB yürütme organının çalışmalarına yön vermekten sorumlu olacak Komisyoner adaylarıyla görüştüğü sırada geldi.
Güney Kıbrıs'ın adayı Costas Kadis Pazartesi günü yerel medyaya yaptığı açıklamada, Akdeniz'den sorumlu yeni Komisyon Üyesi pozisyonunun hükümetinin "ilgisini çektiğini" belirtti.
Bu görev, bloğun güney komşusu olan ülkelerle yaptığı göç yönetimi anlaşmalarının denetlenmesini ve Mısır, Lübnan, Moritanya ve Tunus ile göçmen akınlarını durdurmak için yapılan mevcut anlaşmaları içerecek.
Bu anlaşmalardan bazıları, ülkelerin belgelenmiş ihlallerini görmezden geldikleri için insan hakları savunucuları tarafından ağır bir şekilde eleştirildi.
Önümüzdeki dönem için siyasi önceliklerini açıklayan von der Leyen, AB üyesi olmayan ülkelerle göç ve güvenlik konularında "stratejik ilişkiler" geliştirmeye devam etme sözü verirken, "Akdeniz için yeni bir pakt" ile bu ortaklıkları derinleştirmeyi hedeflediğini de sözlerine ekledi.
HRW, Komisyonu'nun Akdeniz'den sorumlu yeni üyeliğinin Güney Kıbrıs'a tahsis edilmesinin uygunluğunu sorguluyor.
Hardman, "Kıbrıs yasa dışı bir şekilde sınır dışı ediyor. AB'nin çok güçlü insan hakları çerçevesi ve normları ile bağlılar, ancak bunlar göz ardı edilmektedir," dedi.
"Uluslararası hukukun aleni ihlalleri konusunda bir soruşturma ve hesap verebilirlik sağlanana kadar, göç gibi önemli konulardan sorumlu olmaları gerektiğini düşünmüyorum," diyerek ekledi.
Kapat
Bursa'da 23 yaşındaki Suriyeli Hani Kasım, aynı mahallede yaşayan 9 Türk tarafından 12 kez bıçaklanarak acımasızca katledildi. Kasım'ı ...
3 Eylül - Suriyeli Hani Kasım öldürüldü Devamı3 Eylül - Suriyeli Hani Kasım öldürüldü
Bursa'da 23 yaşındaki Suriyeli Hani Kasım, aynı mahallede yaşayan 9 Türk tarafından 12 kez bıçaklanarak acımasızca katledildi. Kasım'ı öldürenler 16-17 yaşında çocuklar. Kasım, aslında arkadaşını Türk komşularıyla yaşanan bir kavgadan uzaklaştırmaya çalışıyordu.
Babası sekiz yıldır Esad rejiminin cezaevinde esir tutulan Kasım, Türkiye'de parçalanmış ailesini bir araya getirmek ve yeni bir hayat kurmak istiyordu.
Türkiye'de yaşayan bir Suriyeliyseniz, her an geri gönderme merkezinde işkence görerek ölebilir, sokakta bıçaklanarak can verebilirsiniz.
Suriyeli bir gencin böyle vahşice öldürülmesi, siyasilerin yıllardır beslediği nefret söylemlerinin nasıl ölümcül sonuçlar doğurduğunun ispatı. Bu gerçekliğin kabul edilmesi için daha kaç göçmenin ırkçı saldırılarla vahşice öldürülmesi gerekiyor?
Kapat
İhbar sonrası bölgeye giden ekiplerin 50'den fazla kişiyi kurtardığı bildirildi.
Fransa İçişleri Bakanı Gerald Darmanin, Salı günü ...
3 Eylül - Manş Denizi'nde mülteci teknesi alabora oldu: Üçü çocuk 12 kişi hayatını kaybetti Devamı3 Eylül - Manş Denizi'nde mülteci teknesi alabora oldu: Üçü çocuk 12 kişi hayatını kaybetti
İhbar sonrası bölgeye giden ekiplerin 50'den fazla kişiyi kurtardığı bildirildi.
Fransa İçişleri Bakanı Gerald Darmanin, Salı günü sosyal medya platformu X üzerinden yaptığı bir paylaşımda, Manş Denizi'nde bir mülteci teknesinin alabora olduğunu, üçü çocuk 12 kişinin hayatını kaybettiğini açıkladı.
Darmanin, "Wimereux açıklarındaki Pas-De-Calais'te korkunç kaza. Son bilançoya göre 12 ölü, 2 kayıp ve birkaç yaralı var," dedi.
"Kayıpları bulmak ve mağdurların ihtiyaçlarını karşılamak için kamu hizmetleri seferber edildi," diyerek ekledi.
İngiltere İçişleri Bakanı Yvette Cooper ise, Gerald Darmanin ile iletişim halinde olduklarını belirtirken, "Hayatını kaybedenlerin yakınlarıyla ve yaralılarla beraberiz. Birçok mağdurun hayatını kurtaran Fransız sahil güvenlik ekiplerine saygılarımızı sunuyoruz. Şimdi Fransa'da yapılacak soruşturmanın sonucunu bekleyeceğiz," ifadelerini kullandı.
50'den fazla kişinin kurtarıldığı operasyonda kaybolan iki kişi için sahadaki ekiplerin mücadelesinin devam ettiği aktarıldı.
Olayın yaşandığı bölgenin yakınlarındaki Le Portel kasabasının belediye başkanı Olivier Barbarin, teknenin zemininde meydana gelen ağır hasardan ötürü facianın yaşandığını iddia etti.
Uluslararası Göç Örgütü (International Organization for Migration - IOM) kayıt tutmaya başladığı 2014 yılından beri en fazla can kaybının geçen yıl yaşandığını duyurmuştu.
2023'te göçmen ölümlerinin bir önceki yıla kıyasla yüzde 20 artarak 8 bin 565'e çıktığını ve bunun da son 10 yılın en yükseği olduğunu açıkladı.
IOM Genel Müdür Yardımcısı Ugochi Daniels, Kayıp Göçmenler Projesi'nin 10. yılında, "Bu can kayıplarının her biri, aileler ve topluluklar arasında yıllar boyu yankılanacak korkunç bir insanlık trajedisidir," dedi.
IOM'nin Kayıp Göçmenler Projesi, göçmen ölümleri ve kaybolmalarına ilişkin açık erişimli bir veri tabanı olarak 2014 yılında kuruldu. O zamandan beri dünya çapında 63 bin 872 vakayı belgeledi.
Atlas Okyanusu ile Kuzey Denizi'ni birbirine bağlayan Manş Denizi, Fransa'dan İngiltere'ye giden mültecilerin rotaları arasında. Denizin ortalama derinliğinin 63 metre olduğu belirtiliyor.
KapatSon yıllarda artan göç hareketleri, hem ulusal hem de uluslararası düzeyde önemli sorunları da beraberinde getirdi. MAZLUMDER olarak, ...
3 Eylül - MAZLUMDER Göç İdaresi uygulamaları ile ilgili bir rapor yayınladı Devamı3 Eylül - MAZLUMDER Göç İdaresi uygulamaları ile ilgili bir rapor yayınladı
Son yıllarda artan göç hareketleri, hem ulusal hem de uluslararası düzeyde önemli sorunları da beraberinde getirdi. MAZLUMDER olarak, Türkiye'deki göçmenlerin karşılaştığı zorlukları ve Göç İdaresi uygulamalarındaki sorunları derinlemesine inceledik.
Bu raporda, Göç İdaresi Müdürlükleri ve Geri Gönderme Merkezleri'nde yaşanan hak ihlalleri, idari gözetim altındaki yabancıların maruz kaldığı koşullar ve bürokratik engeller ayrıntılı vaka örnekleri ile ele alınmıştır. Raporumuz, daha insani ve adil bir göç yönetimi için çözüm önerileri sunmaktadır.
İnsan haklarına saygının her zaman öncelikli olması gerektiğini vurgulayan bu çalışmamız, kamuoyunun ve ilgili tüm paydaşların dikkatine sunulmuştur. Daha adil bir gelecek için bu raporu yaygınlaştırmayı ve farkındalık oluşturmayı hedefliyoruz. Raporu incelemek için bağlantıya tıklayın:
https://drive.google.com/file/d/184IeO_dtVUP39HMb0fgoIFUc0Ccyi2Cu/view?usp=drive_link…
Kapat
Geçmişte pek çok konuda olumlu açıklamalarda bulunan Papa Franciscus, Vatikan’da yaptığı konuşmada göçmenlerin denizlerde ...
2 Eylül - Papa: “Göçmenleri geri itmek ciddi bir günah” Devamı2 Eylül - Papa: “Göçmenleri geri itmek ciddi bir günah”
Geçmişte pek çok konuda olumlu açıklamalarda bulunan Papa Franciscus, Vatikan’da yaptığı konuşmada göçmenlerin denizlerde ölmesini, “medeniyetin bir zulmü” olarak tanımladı.
Papa Franciscus çarşamba günü yapılan genel kabul oturumunda Akdeniz’de yaşanan göçmen ölümleri hakkında konuştu. Papa, göçmenleri türlü yöntemler ile geri itmenin ciddi bir günah olduğunu duyurdu. Uydu ve insansız hava araçlarının olduğu bir çağda çöllerde ve denizlerde insanların ölmesini “medeniyetin bir zulmü” olarak tanımladı.
Papa, her Çarşamba, Vatikan’da yaptığı genel kabul oturumunda açıklamalarda bulunuyor. Bu Çarşamba Akdeniz’de yaşanan düzensiz göç konusuna değinen Papa; “Bir zamanlar, halklar ve medeniyetler arasında bir iletişim yeri olan ‘Bizim Deniz’ şimdi mezarlığa dönüşmüş vaziyette. Ve trajedi aslında şu ki; bu ölümlerin pek çoğu önlenebilir, kurtarılabilirdi. Bunu açıkça söylemek gerekir ki göçmenleri sistematik olarak ve türlü yöntemlerle geri gönderenler var ve bu, bilinçli yapıldığında ciddi bir günahtır” dedi.
Yetimlerin ve mazlumların korunmasından bahseden Papa; “Bir konuda hemfikir olabiliriz; bugünün göçmenleri, o ölümcül denizlerde ve çöllerde olmamalıydı. Ancak bu sonucu, kısıtlayıcı yasalarla, sınırların askerileştirilmesiyle veya geri itmelerle sağlayamayız. Bunu, göçmenler için güvenli ve düzenli erişim yollarını genişleterek, savaşlardan, şiddetten, zulümden ve çeşitli felaketlerden kaçanlar için sığınmayı kolaylaştırarak ve insan ticaretine karşı mücadele etmek, insan kaçakçısı suçluları durdurmak için güçleri birleştirerek başaracağız” dedi.
https://enternasyonaldayanisma.org/2024/08/29/papa-gocmenleri-geri-itmek-ciddi-bir-gunah/
KapatBursa’nın İnegöl ilçesinde 16 yaşındaki genç Suriyeli genci bıçaklayarak öldürdü.
Olay, saat 00.30 sıralarında ...
2 Eylül - Irkçılık can almaya devam ediyor! Devamı2 Eylül - Irkçılık can almaya devam ediyor!
Bursa’nın İnegöl ilçesinde 16 yaşındaki genç Suriyeli genci bıçaklayarak öldürdü.
Olay, saat 00.30 sıralarında İnegöl ilçesi Sinanbey Mahallesi, Arap Cami Sokak'ta meydana geldi. Efe G. ile Suriye uyruklu Hani K. arasında bilinmeyen nedenle tartışma çıktı. Tartışma kısa sürede büyürken Efe G., yanındaki bıçakla Hani K.'yı yaralayıp kaçtı. Çevredekilerin ihbarı üzerine olay yerine polis ve sağlık ekipleri sevk edildi. Hani K., sağlık ekiplerinin ilk müdahalesinin ardından İnegöl Devlet Hastanesi'ne kaldırıldı. 12 yerinden bıçaklandığı öğrenilen Hani K., doktorların tüm müdahalesine rağmen kurtarılamadı.
Polis ekipleri, olay yerinden kaçan Efe G.'yi kısa sürede yakaladı. Olayla ilgili başlatılan soruşturma sürdürülüyor.
Öldürülen Suriyeli gencin babası 8 yıldan beri Esed cezaevlerinde tutuklu.
https://www.evrensel.net/haber/527068/bursada-16-yasindaki-cocuk-suriyeli-genci-bicaklayarak-oldurdu
Kapatİstanbul Bahçelievler'de polisten kaçan 3 şüpheliden biri, çıktığı çatı katındaki daireden düşerek hayatını ...
1 Eylül - Polisten kaçan Suriyeli mülteci çatı katındaki daireden düşüp öldü Devamı1 Eylül - Polisten kaçan Suriyeli mülteci çatı katındaki daireden düşüp öldü
İstanbul Bahçelievler'de polisten kaçan 3 şüpheliden biri, çıktığı çatı katındaki daireden düşerek hayatını kaybetti.
Kocasinan Mahallesi'nde devriye gezen polis ekipleri, şüpheli gördükleri 3 kişinin kimliğini kontrol etmek istedi. Polisi gören şüpheliler ise kaçarak oturdukları evin bulunduğu sokağa girdi.
Suriye uyruklu oldukları ve kimlikleri olmadığı için polisten kaçtıkları öğrenilen şüphelilerden 2'si gözaltına alındı. Diğer şüpheli ise çatı katına çıktı.
Polis, kaçan kişinin girdiği dairenin kapısını çaldığı sırada şüpheli balkondan düştü.
İhbar üzerine olay yerine sağlık ve takviye polis ekibi sevk edildi. Sağlık ekipleri 4'üncü kattan düşen kişinin hayatını kaybettiğini belirledi.
Olayı anlatan bina sakini Fikri Kelkik, polisin kimliğini sorduğu kişilerden birinin koşup aşağı atladığını söyledi.
Olay yeri inceleme ekiplerinin çalışmasının ardından, hayatını kaybeden kişinin cenazesi Adli Tıp Kurumu morguna götürüldü.
https://manage.rudaw.net/turkish/middleeast/turkey/3108202410
Kapat
Suriye uyruklu, geçici koruma kimliğine sahip İsmail Cisri, eşi ve 3 küçük çocuğuyla birlikte Harran Geçici Barınma ...
29 Ağustos - Suriyeli aile 2 aydır Harran GBM’de hukuk dışı olarak tutuluyor Devamı29 Ağustos - Suriyeli aile 2 aydır Harran GBM’de hukuk dışı olarak tutuluyor
Suriye uyruklu, geçici koruma kimliğine sahip İsmail Cisri, eşi ve 3 küçük çocuğuyla birlikte Harran Geçici Barınma Merkezinde hukuk dışı şekilde tutuluyor.
Kendisi ve aile fertleri Geçici koruma statüsü ile Antep ilinde yasal olarak kalmaktayken eşi küçük çocuklarıyla birlikte markete gittiği sırada gbt kontrolüne takılıyor ve kimlikleri yanlarında olmadığı için sınır dışı ediliyorlar. Ancak daha sonra baba İsmail Cisri'nin konu hakkında video çekmesi üzerine olay kamuoyunda gündeme geliyor ve İsmail, eşi ve çocuklarıyla Çobanbey sınır kapısında buluşturuluyor. Fakat bu defa tüm aile Harran Geçici Barınma merkezine alınıyorlar.
Haklarında herhangi cezai veya idari işlem yok. Barınma Merkezinde olduğu için herhangi bir idari karar da verilmemiş ve tebliğ yapılmamış durumda. Yaklaşık 2 aydır Harran'da küçük çocuklarıyla birlikte tutulmaktalar. Yaklaşık 2 aydır aynı kıyafetlerle yaşıyorlar, dilekçe hakkından dahi mahrum bırakılmışlar. Bu süre zarfında Antep’teki ruhsatlı dükkanı, dükkan sahibi tarafından kira ödenmediği için boşaltılmış, ailenin ciddi maddi zararı da mevcut. Bir an evvel hukuka aykırı şekilde alıkonulduğu Harran Geçici Barınma Merkezinden çıkmayı bekliyor.
Kapat
İstanbul metrosunda bir şahıs, toka satan Suriyeli çocuğu dövdü. Polis ırkçı saldırganı gözaltına aldı.
İçişleri ...
29 Ağustos - Suriyeli çocuğa ırkçı saldırı Devamı29 Ağustos - Suriyeli çocuğa ırkçı saldırı
İstanbul metrosunda bir şahıs, toka satan Suriyeli çocuğu dövdü. Polis ırkçı saldırganı gözaltına aldı.
İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, İstanbul'da metroda yabancı uyruklu bir çocuğa saldırıda bulunan kişinin gözaltına alındığını duyurdu.
Yerlikaya, sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada, metroda yabancı uyruklu bir çocuğa şiddet uygulayan kişiyle ilgili görüntülerin İstanbul Emniyet Müdürlüğü ekiplerince incelendiğini belirtti.
Yapılan araştırmalar sonrasında olayın Yenikapı-Hacıosman M2 metrosunda meydana geldiğinin, çocuğa şiddet uygulayan kişinin ise 41 yaşındaki D.A. olduğunun tespit edildiğini aktaran Yerlikaya, "Şüpheli şahıs bugün gözaltına alınmıştır. Çocuklar dünyanın en masum varlıkları, en büyük zenginliğimizdir. Çocuklara yönelik şiddet asla kabul edilemez." ifadelerini kullandı.
https://x.com/dokuz8haber/status/1829149095149310154?s=48&t=iHY9qQAbnu7pPF4LUHKq1w
KapatYıldız Önen, İlke Tv'de göçmenler ve mültecilerin sorunlarını konuştu. Konuşma 9. Dakikadan itibaren başlıyor.
29 Ağustos - Yıldız Önen, İlke TV’de göçmenlerin sorunlarını anlattı Devamı
29 Ağustos - Yıldız Önen, İlke TV’de göçmenlerin sorunlarını anlattı
Yıldız Önen, İlke Tv'de göçmenler ve mültecilerin sorunlarını konuştu. Konuşma 9. Dakikadan itibaren başlıyor.
https://www.youtube.com/live/GCKW-4715CY?si=SzkCozZ1av1ANxqU
KapatGöçmenlere yönelik ırkçı saldırılara karşı birlikte hareket eden aktivistler, Göçmen Mülteci Dayanışma Ağı isimli bir ...
28 Ağustos - Göçmen Mülteci Dayanışma Ağı: Eşit ve özgür birlikte yaşamı inşa edelim Devamı28 Ağustos - Göçmen Mülteci Dayanışma Ağı: Eşit ve özgür birlikte yaşamı inşa edelim
Göçmenlere yönelik ırkçı saldırılara karşı birlikte hareket eden aktivistler, Göçmen Mülteci Dayanışma Ağı isimli bir platform oluşturdu.
Göçmen Mülteci Dayanışma Ağı’nda bir araya gelen aktivistler, daha önce Dünya Mülteciler Günü etkinliklerini organize etmişlerdi. Kayseri’de başlayıp birçok yere yayılan göçmenlere karşı pogrom girişimlerinde, göçmen düşmanlarına karşı birlikte hareket eden ırkçılık karşıtları; İstanbul’da İHD bürosunda gerçekleştirilen basın toplantısında, “Eşit Özgür Birlikte Yaşamın İnşası ve Hak İhlallerinin Çözümü İçin Bir Aradayız” sloganıyla bir deklarasyon yayınladı.
Basın toplantısının açılışını İHD İstanbul Şube Başkanı Gülseren Yoleri yaptı. Çok sayıda hak savunucusunun katılım sağladığı toplantıya Enternasyonal Dayanışma’dan Yıldız Önen, Ozan Tekin ve Mehmet Doğan da katıldı.
Deklarasyon metnini Göçmen Mülteci Dayanışma Ağı’dan Buse Mine okudu. Deklarasyonun tam metni şöyle:
Eşit Özgür Birlikte Yaşamın İnşası ve Hak İhlallerinin Çözümü İçin Bir Aradayız
İnsan hakları, barış ve demokrasi için faaliyet yürüten bizler; göçmen ve mülteci düşmanlığı üzerinden yükseltilen ırkçılığa karşı mücadele etmek, hakları ihlal edilen göçmen ve mültecilerle dayanışmak için bir araya geldik.
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği verilerine göre; Mayıs 2024 itibarıyla 120 milyon insan zorla yerinden edildi ve dünya genelinde uluslararası göçmen sayısı tahmini olarak 300 milyona ulaştı.
Emperyalist paylaşımın, kapitalist neoliberal politikaların ve saldırıların sonucu olarak savaş, çatışma, yoksulluk, ekolojik kriz, şiddet, baskı, ayrımcılık gibi kitlesel göç ve mülteciliğe yol açan nedenleri üreten devletler ise; sığınma hakkını temel bir hak olarak düzenleyen uluslar arası insan hakları belgelerine imza koymuş olmalarına rağmen, göçmen ve mültecileri ülkelerinde barındırmak istemiyor, hatta sınırlarından içeri sokmamak için yoğun bir çaba sarf ediyorlar. Giderek insan haklarından uzaklaşan göç politikaları ile milyonlarca insanı sığınma hakkı yanında bütün temel hak ve özgürlüklerinden mahrum ediyor, ağır sömürü, istismar ve şiddet karşısında korumasız bırakıyorlar.
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliğinin, 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne coğrafi çekince koyduğu için Avrupa dışından gelenlere mültecilik statüsü vermeyen Türkiye de dahil bir çok ülkede, faaliyetlerini durdurarak görevlerini yerel makamlara terk etmesi ile, bugün göçmen mülteciler uluslararası koruma mekanizmasının da dışına itilmekte, tehlikeli yollardan umut yolculuklarına mecbur ya da bulundukları ülkelerde her türlü baskı, şiddet ve sömürüye açık bir yaşama mahkum edilmektedirler.
Avrupa Birliği ülkelerinin göç ve sınır politikalarının bir aracı olarak gündemimize giren geri kabul anlaşmaları ve geri gönderme yasağına rağmen yaygın bir uygulama haline gelen hukuki dayanaktan yoksun sınır dışı ve geri itme uygulamaları ise, sığınma hakkını fiili olarak ortadan kaldırmaktadır.
Geri kabul anlaşmalarının tarafı olmasının yanında, sığınma hakkını yok sayan yasal mevzuat, sınırlarına ördüğü duvarlar, şiddet ve işkencenin meşrulaştığı sınır güvenliği uygulamaları, geri itme ve geri gönderme yasağını ihlal eden uygulamaları, ırkçı ve ayrımcı politika ve uygulamaları, yoğun sömürü, istismar, toplu linç saldırıları ile göçmen mülteciler için güvensiz bir ülke haline gelen Türkiye, Avrupa’ya göç yolunu göçmen mültecilere neredeyse tamamen kapatmış ve büyük bir göçmen mülteci hapishanesine dönüşmüş bulunuyor. Nitekim;
Türkiye’de bir yanda siyasetçiler göçmen mülteci düşmanı politikalarla oy toplamaya çalışırken, diğer yandan devlet Orta Doğu’da halkları yerinden eden savaşın derinleştirilmesinde rol oynamaya devam etmektedir.
Çeşitli Afrika ve Asya ülkelerinden Türkiye’ye gelen çok sayıda kayıt dışı göçmen mülteci gibi, Geçici Koruma Kimliği verilen milyonlarca Suriyeli de bugün insan hakları ve hukukun koruması dışındadır.
Göçmen mülteciler, sırf göçmen olmakla maruz kaldıkları ayrımcılık, şiddet ve nefret saldırıları yanında, kayıt dışı ekonominin motoru denilerek, kayıt dışı angarya koşullarında çalıştırılmaktadırlar.
Göçmen çocuklar yoksulluk nedeniyle çalışmaya mecbur kalmakta, göçmen kız çocukları, yoksulluk ve güvencesizlik nedeniyle erken yaşta evlendirilmektedirler.
Göçmen kadınlar ve LGBTİ+lar şiddet ve ayrımcılığa maruz kalmakta; kadınlar ve çocuklar organ mafyası ve insan ticareti mağduru haline getirilmektedirler.
Sonuç olarak;
Devasa bir insani krizin ortasında yaşayan göçmen mülteciler için insanca ve güvenceli bir yaşamın inşası, siyasi ve insani bir sorumluluk olarak sahiplenilmeyi beklemektedir.
Göçmen Mülteci Dayanışma Ağı olarak bir araya gelen ve bu ağı yeni katılımlarla genişletmek amacında olan bizler; Faaliyetlerimizi;
- Sığınma hakkının gaspının ve göçmen mültecilere yönelik hak ihlallerinin önlenmesi,
- Halkların dayanışması temelinde eşit ve özgür birlikte yaşamın inşası,
- Ortak mücadele zemininin güçlendirilmesi,
temelinde sürdüreceğimizi kamuoyuna duyuruyor, duyarlı kurum ve kişileri ağımıza katılmaya çağırıyoruz.
GÖÇMEN MÜLTECİ DAYANIŞMA AĞI
KapatTRT World'ün panelinde İsrail'e tedarik edilen petrolü ifşa eden Filistinli üniversite öğrencisi, Arnavutköy'de Geri ...
27 Ağustos - Filistinli öğrenci “Petrol Vanalarını kesin” dediği için Arnavutköy GGM’ye kapatıldı Devamı27 Ağustos - Filistinli öğrenci “Petrol Vanalarını kesin” dediği için Arnavutköy GGM’ye kapatıldı
TRT World'ün panelinde İsrail'e tedarik edilen petrolü ifşa eden Filistinli üniversite öğrencisi, Arnavutköy'de Geri Gönderme Merkezine alındı. Kendisi telefonla arayıp polisin telefonunu alacağını söyledikten sonra hattı kesilen Filistinli gençten ancak 2 gün sonra haber alınabildi. İki günün ardından nihayet avukatları, Filistinli gence ulaşabildi.
Geri Gönderme Merkezleri’nin olağan işleyişi haline gelmiş olan hukuksuzluk, soykırımı besleyen petrol akışına karşı çıkmakla suçlanan Filistinli gence karşı da işletilmeye devam ediliyor. Bilgi alma çabalarını Göç İdaresi süreci sürüncemede bırakıyor. Her söyleminde Filistin’e verdiği destekle övünen hükümetin ve Göç İdaresinin göçmenlere karşı yaptıkları tam bir ikiyüzlü zulüm politikasıdır.
Avukatları Filistinli genç ve Arnavutköy GGM’de yaşananları anlattı
“Görünen o ki eylem sebebiyle kendisini almışlar ve şu anda Geri Gönderme Merkezi’nde işlemleri devam ediyor. Geri Gönderme Merkezleri, içerideki insanların, dışarıdaki yakınları ve avukatlarıyla iletişimine, hafta sonu olması gerekçesi ile izin vermiyor. Yapılan bu muamele bir hak ihlalidir.”
Salı akşam saatlerinden beri Arnavutköy Geri Gönderme Merkezi’nde tutulan Filistinli öğrencinin neden gözetim altında tutulduğu konusunda resmi açıklama ve gerekçe henüz yok. Ayrıca Filistinlinin öğrencinin avukatı Üsame Sarıyaşar’a göre, müvekkili hakkında gerekçe çıkmadığı gibi, görüşmeyi engellemek için, ihtiyaçlarını sormak gibi konularda da önlerine engel konuyor.
GGM’ler hapishaneden beter
“Normal şartlarda gözaltında ve tutuklu olan kişiler cezaevlerinde avukat yardımından mahrum bırakılamaz. Ancak Geri Gönderme Merkezi’nde ve söz konusu durumda tutukluluk kararı olmamasına rağmen ‘idari gözetim’ gibi farklı bir kavram kullanarak kişiyi avukat yardımından yoksun bırakıyorlar. Cezaevlerinde avukat olarak görüşmek istediğimizde bu talebimiz sağlanırken Geri Gönderme Merkezi’nde hafta içi ve mesai saatleriyle sınırlıyız. En temel haklardan uzak bu uygulamalar nedeniyle kişinin acil bir durumda en temel hakkı olan hukuk ve avukat desteğinden mahrum kalmasına sebep oluyor.”
Ne olmuştu?
Çekimleri TRT World ekibi tarafından işgal altındaki Filistin topraklarında gerçekleştirilen ‘Kutsal İşgal’ belgeselinin galası 24 Ağustos’ta düzenlendi. Belgesel gösteriminin öncesinde gerçekleşen panelde çeşitli konukların katılımıyla “Gazze’de barış ve ateşkesin önündeki engeller” tartışıldı. Galaya katılan Filistin için Bin Genç hareketinden eylemciler, panel sırasında ‘Türkiye’nin İsrail’e Azerbaycan şirketi olan Socar üzerinden taşıdığı petrolü’ dile getiren pankart ve sloganlarla protesto düzenlediler.
Eylemin gerçekleştiği günden üç gün sonra, eylemciler içerisinde olan Filistinli bir üniversite öğrencisi, evine gelen polisler tarafından Arnavutköy Geri Gönderme Merkezi'ne (GGM) götürüldü. 27 Ağustos’tan itibaren ailesi ve arkadaşları Filistinli genç kızdan haber alamıyordu.
Kapat
Teoman: "Norveçli sarışın çocukları görseler harika olmuş diyeceklerdi. Suriyeli kara kuruları görünce mahvoluyorlar. 'Her yer Arap ...
26 Ağustos - Sanatçı Teoman Suriyelilere dönük ırkçılığa tepki gösterdi Devamı26 Ağustos - Sanatçı Teoman Suriyelilere dönük ırkçılığa tepki gösterdi
Teoman: "Norveçli sarışın çocukları görseler harika olmuş diyeceklerdi. Suriyeli kara kuruları görünce mahvoluyorlar. 'Her yer Arap oldu' demek ırkçılıktır. Suriyelilerden rahatsız olanların hepsi İngiltere'ye gitmek istiyor. Kendine hak gördüğünü başkasına görmüyor."
https://x.com/etkilihaber/status/1827821999022055866?t=5LrMS1RwAXQyHt6-KhtoOA&s=08
Kapatİngiltere’de Manş Denizi'ni teknelerle geçerek gelen göçmenlerin sayısı yılın ilk yarısında rekor kırdı. Sağlık çalışanları ...
23 Ağustos - İngiltere’de yılın ilk yarısı botlarla ülkeye düzensiz giriş yapanların yüzde 10’u Türk Devamı23 Ağustos - İngiltere’de yılın ilk yarısı botlarla ülkeye düzensiz giriş yapanların yüzde 10’u Türk
İngiltere’de Manş Denizi'ni teknelerle geçerek gelen göçmenlerin sayısı yılın ilk yarısında rekor kırdı. Sağlık çalışanları ve öğrencilerin düzenli göçüyle ülkeye gelişinde ise azalma görüldü.
İngiltere İçişleri Bakanlığı’nın açıkladığı verilere göre ülkeye ilk altı ay küçük botlarla gelenlerin sayısı geçen yıla göre yüzde 18 artarak 13 bin 489’a çıktı.
Haziran ayına kadarki verilere göre İngiltere’ye yasal izni olmadan giriş yapan göçmenlerin yüzde 81’i botlarla giriş yaptı.
Hükümetin düzenli olmayan girişleri saymaya başladığı 2018 yılından beri 133 bin kişi bu şekilde ülkeye geldi. Bu kişilerin yüzde 70’i erkek ve beşte biri de 18 yaşın altında.
Bu yılın ilk yarısı düzensiz olarak ülkeye gelenlerin yüzde 18’i ise Afgan. Yüzde 13’ü İranlı, yüzde 10’u Vietnamlı, yüzde 10’u Türk ve yüzde 9’u Suriyeli.
https://www.bbc.com/turkce/articles/c5y3qxdlgrdo
KapatGöçmenler, günümüzde Türk kamuoyunun toplumsal sorun önceliklerinde ilk sıralarda yer almaktadır. Güncel tartışmalarda ...
23 Ağustos - Göçmenlere Yönelik Tutumlar: İşgücü Piyasaları Bağlamında Bir Analiz (İlke Vakfı) Devamı23 Ağustos - Göçmenlere Yönelik Tutumlar: İşgücü Piyasaları Bağlamında Bir Analiz (İlke Vakfı)
Göçmenler, günümüzde Türk kamuoyunun toplumsal sorun önceliklerinde ilk sıralarda yer almaktadır. Güncel tartışmalarda göç sorununun, kültürel ve politik yönlerinin ön plana çıkarıldığı görülmektedir. Ancak kapsamlı kamuoyu araştırmaları, vatandaşların göçmenlere ilişkin olumsuz tutumlarının temelinde, işgücü piyasalarındaki rekabet tehdidi algısının yattığını göstermektedir. Ülkemizde göçmen işgücü figürü, 1990’ların ortasından itibaren görünür olmakla birlikte; kamuoyunun ilgisi 2011 sonrası Suriyelilerin göçüyle canlanmıştır. Suriyeli göçmenlerin varlığı, diğer göçmen grupları gibi, kayıt dışı ve güvencesiz işlerde yoğunlaşmıştır.
Bu analiz raporu, göçmenlere yönelik tutumları yönlendiren işgücü piyasalarıyla bağlantılı koşulları, Türk toplumu bağlamında değerlendirmeyi hedeflemektedir. Raporda, vatandaşların tutumlarının işgücü piyasalarındaki koşullardan nasıl etkilendiği kuramlar üzerinden tartışmaya açılmış ve işgücü piyasalarında bir göçmen alt segmenti oluşmasına neden olan koşullar değerlendirilmiştir. Son olarak, var olan kapsamlı veri setleri üzerinden vatandaşların işgücü piyasalarındaki konumlarına göre tutum farkları analiz edilmiştir.
https://ilke.org.tr/gocmenlere-yonelik-tutumlar-isgucu-piyasalari-baglaminda-bir-analiz#hakkinda
KapatMuhammed Akta: ''Suriyeliler, Türkiye'ye hem katma değer olmak için çabalıyor, hem de kendi ihtiyaçları, aileleri için ...
23 Ağustos - 10lar medya: “Suriyeliler yardımla yaşamıyor, çalışıyor, üretiyorlar Devamı23 Ağustos - 10lar medya: “Suriyeliler yardımla yaşamıyor, çalışıyor, üretiyorlar
Muhammed Akta: ''Suriyeliler, Türkiye'ye hem katma değer olmak için çabalıyor, hem de kendi ihtiyaçları, aileleri için çalışıyor, üretiyorlar, yardımla yaşamıyorlar."
https://x.com/10larmedya/status/1826990276281303458?s=46
Kapat
KARAR, Kırklareli Geri Gönderme Merkezinde Suriyeli bir göçmen hayatını kaybettiğini gündeme getirmiş ve haber mahkeme kararıyla erişime ...
22 Ağustos - Ölüme tanık olan göçmenler zorla sınır dışı edildi, şiddet kurbanının ses kaydı ortaya çıktı - SEMA KIZILARSLAN (Karar) Devamı22 Ağustos - Ölüme tanık olan göçmenler zorla sınır dışı edildi, şiddet kurbanının ses kaydı ortaya çıktı - SEMA KIZILARSLAN (Karar)
KARAR, Kırklareli Geri Gönderme Merkezinde Suriyeli bir göçmen hayatını kaybettiğini gündeme getirmiş ve haber mahkeme kararıyla erişime engellenmişti. 37 yaşındaki İbrahim İzziddin’in geri gönderme merkezinde gördüğü şiddet sonrası nefes darlığı çekerek öldüğü iddia ediliyordu. Olayla ilgili yeni ayrıntılar, kafalardaki soru işaretlerini daha belirginleştirdi.
KARAR’ın ulaştığı bilgilere göre, 37 yaşındaki İbrahim İzziddin, sınırdan Avrupa’ya kaçmaya çalışırken yakalandı ve geri gönderme merkezine alındı. Daha önce iki kere kaçma girişiminde bulunan ve gözaltına alınarak geri gönderme merkezine götürülen İzziddin, iddialara göre görevliler tarafından maruz kaldığı şiddet sonrası nefes darlığı yaşadı ve kaldırıldığı hastanede hayatını kaybetti. KARAR’ın duyurduğu habere Kırklareli Sulh Ceza Hakimliğinin 24 Temmuz tarihli kararıyla erişim engeli getirildi.
İBRAHİM ABİSİNE ATTIĞI SES KAYDINDA AĞIR ŞİDDET GÖRDÜĞÜNÜ SÖYLEMİŞ, O SES KAYDINA KARAR ULAŞTI
İzziddin, daha önce aynı geri gönderme merkezinde farklı zamanlarda gözaltına alınmış ve arkadaşlarına şiddet gördüğünü anlatmıştı. KARAR’a konuşan arkadaşları, gözaltı sonrası serbest bırakılan İzziddin’in vücudunda çok sayıda morluk ve şişlik olduğunu ifade etti.
Yine KARAR’a konuşan İbrahim’in abisi Ahmet İzziddin'in ise kardeşinin kendisine attığı son ses kaydını bizimle paylaştı.
Arapça ses kaydında İbrahim İzziddin, abisine geri gönderme merkezinde şiddet gördüğünü ve vücudunda morluklar olduğunu anlattı. Abisi Ahmet, İbrahim’e polise gitmesini söylemiş ancak İbrahim, “Polisi, polise şikayet edemem. Hastaneye gidip darp raporu da alamam. Çünkü kimliğim yok.” diyor.
O GÜN İBRAHİM’İN ŞİDDETE MARUZ KALDIĞINI GÖREN GÖÇMENLER ZORLA İMZA ATTIRILARAK SINIR DIŞI EDİLDİ
Olayın yaşandığı gün İbrahim, zorla geri gönderme uygulamasıyla sınır dışı edilmek için imza atmak istemiyor. İbrahim’in olduğu geri gönderme merkezinde olan arkadaşları “Hepimiz sınır dışı edilmek için imzayı attık, şiddete dayanamadığımız için. Ama İbrahim direndi ve sabaha kadar şiddet gördü. Sonra yardım için çok bağırdı ama gardiyanlar onunla ilgilenmedi. Sabah nöbet değişimi olduğunda gelen gardiyanlar hastaneye kaldırdı ama o zamana kadar İbrahim çok fenalaşmıştı zaten. Bu olaya şahit olan herkes imza attırılarak sınır dışı edildi. Şimdi Suriye’nin kuzeyinde bir bölgedeyiz.”
En büyüğü 13 yaşında dört çocuk babası olan İzziddin’in herhangi bir sağlık problemi bulunmuyordu. Kırklareli Geri Gönderme Merkezi yetkilileri, İzziddin’in ölüm nedeninin “kalp krizi” olduğunu ve doğal ölüm olduğunu söylüyor. Kayıtlara normal ölüm olarak geçildiği için otopsi raporu da hazırlanmadı.
İbrahim'in ölümüne şahit olan arkadaşları şu an sınır dışında, Suriye'nin kuzeyinde bir bölgede bulunuyor.
Uluslararası faaliyet gösteren ve kâr amacı gütmeyen Sınır Tanımayan Doktorlar (MSF) örgütü, Libya açıklarında denizde ...
19 Ağustos - Libya açıklarında onlarca göçmen kurtarıldı (Euronews) Devamı19 Ağustos - Libya açıklarında onlarca göçmen kurtarıldı (Euronews)
Uluslararası faaliyet gösteren ve kâr amacı gütmeyen Sınır Tanımayan Doktorlar (MSF) örgütü, Libya açıklarında denizde gerçekleştirdiği iki operasyonla 73 kişinin kurtarıldığını açıkladı.
İlk olarak Cuma gecesi gerçekleşen operasyonda zor durumda bulunan dalgalara dayanıksız olan bir fiberglas tekneden 47 kişi kurtarıldı.
Cumartesi sabahı yapılan ikinci operasyonda ise ahşap bir teknede bulunan 26 kişi daha kurtarıldı.
Hepsi güvenli bir şekilde MSF tarafından işletilen ve şu anda İtalya'daki Ravenna limanına doğru yola çıkan GeoBarents kurtarma gemisine bindirildi.
MSF kurtarma ekibi, Cuma günü gerçekleşen operasyonda iki kişinin yardımı reddettiğini ve teknede kalmaya karar verdiğini söyledi.
Daha sonra kendilerini Libya sahil güvenliği olarak tanımlayan ancak üzerinde buna dair herhangi bir logo taşımayan iki teknenin bu kişilere yardım ettiği bildirildi.
Özellikle göçmenleri kurtarmak için gemileri görevlendirerek Akdeniz'de faaliyet gösteren bir Alman sivil toplum kuruluşu olan Sea-Watch ise Cumartesi günü Libya sahil güvenliğinin 80 kadar göçmeni aşırı kalabalık bir sandaldan iki teknesine aldığını tespit etti.
KapatTarih 22 Temmuz 2011. 32 yaşındaki Anders Behring Breivik, aynı gün içerisinde biri Oslo’da diğeri de Utøya Adası’nda olmak üzere ...
14 Ağustos - Oslo’dan Eskişehir’e: Aşırı sağın azizleri ve şövalyeleri – Hasan Ayer (Serbestiyet) Devamı14 Ağustos - Oslo’dan Eskişehir’e: Aşırı sağın azizleri ve şövalyeleri – Hasan Ayer (Serbestiyet)
Tarih 22 Temmuz 2011. 32 yaşındaki Anders Behring Breivik, aynı gün içerisinde biri Oslo’da diğeri de Utøya Adası’nda olmak üzere iki katliamda toplam 77 kişiyi öldürdü. O gün Norveç İşçi Partisi Utøya Adası’nda her yıl düzenlediği yaz toplantılarından birini gerçekleştiriyordu. Breivik adaya gitti ve büyük oranda gençlerden oluşan 69 kişiyi katletti.
Saldırıyı gerçekleştirmek için evinden ayrılmadan hemen önce Breivik, 2083: A European Declaration of Independence adlı 1500 sayfa uzunluğundaki manifestoyu, kendisi ile benzer düşünen aşırı sağ ve neo-nazi çevrelere mail yoluyla iletti ve kamusallaşmasını sağladı. Yaşanan korkunç hadise, çağdaş İskandinav aşırı sağının kanlı bir gövde gösterisi olarak kayıtlara geçti.
Breivik’in yayınladığı manifesto, Avrupa’nın demografik bir kıyametin eşiğinde olduğunu ve kıtanın Müslümanlar tarafından kolonize edildiğini iddia ediyor. Dahası, manifestoya göre bu kolonizasyon süreci liberal elitler, sosyal demokratlar, feministler ve kültürel Marksistler eliyle gerçekleşiyor. Bu da saldırının niçin İşçi Partisi’ne yöneldiğini açıklar nitelikte…
Breivik, bu terör eylemini Avrupa’nın kültürel intiharını önlemek için yaptığını belirttiği gibi, Avrupa’daki bütün Müslüman toplulukların sınır dışı edilmesi çağrısında bulunmayı es geçmiyor. Kendisini de Hıristiyan bir şövalye olarak nitelendirerek, bu “kutsal” çağrıyı Avrupa halklarına bildiriyor…
Hollandalı aşırı sağ siyasetçi Wilders’in de içinde olduğu aşırı sağcı küresel figürlere, neo-nazi çevrelere ve counter-jihadist blogger’lara selam çakmayı da ihmal etmiyor. Oslo sınırlarını aşan bu uluslararası/küresel birliktelik, aşırı sağın ulusal sınırları aşan bir ortak siyasal havza içerisinde şekillendiğini gösterir nitelikte.
Bu uluslararasılık, Eskişehir’de bulunan Tepebaşı Camisi gibi ilk bakışta alâkasız görülebilecek bir bölgede 7 kişinin yaralanmasına yol açan bir saldırıyı kapsayacak kadar geniş. Zira saldırının faili 18 yaşındaki Arda K., giriştiği eylem öncesinde Mass Cleaner adlı bir manifesto yayınlayarak Norveçli Breivik’i bir aziz olarak gördüğünü ilan ediyor ve tıpkı aynı üslupla ortak düşmanlara (komünistler, liberaller, küreselciler, göçmenler) karşı bir direniş hattı örgütlenmesi gerektiği çağrısında bulunuyor.
Yayınlanan manifesto içerisinde Yeni Zelanda’daki Christchurch camisinde 51 Müslümanın katledilmesine yol açan saldırıyı gerçekleştiren ve saldırı öncesinde The Great Replacement başlıklı bir manifesto yayınlayan aşırı sağcı Brenton Tarrant da azizler içerisinde sayılıyor.
Oslo’dan Christchurch’e, oradan da Eskişehir’e kadar uzanan bu yeni saldırgan manifesto siyaseti, aşırı sağın kültürler-arası (intercultural) yapısını gözler önüne seriyor. Bu bağlamda bu kısa inceleme yazısı, yayınlanan manifestolar arasındaki benzerlikleri vurgulamak suretiyle, bir veçhesi internet alt kültürü etrafında şekillenen uluslararası aşırı sağın küresel boyutunu ve ortak söylemsel çerçevesini göstermeye çalışacaktır. Eskişehir saldırısı özelinde de seküler milliyetçilik ve aşırı sağ arasındaki dirsek temasına, daha yerel bir bağlamdan hareketle değinecektir.
Kolektif Anlatıların Gücü: Uluslararası Aşırı Sağın Lingua Franca’sı
Kolektif anlatılar aşırı sağ siyasi diskur içerisinde önemli rol oynayan araçlardır. Bilhassa sosyal medyanın etkisiyle de bu türden anlatılar aşırı sağ çevreler arasında dolaşıma sokulmakta ve sınırları aşarak ortak bir siyasal dil (lingua franca) tutturmaktadır. Bu ortak zemin, uluslararası alanda sağ popülistleri, paleo-muhafazakârları, counter-jihadist networkleri, neo-nazileri, yeni sağı ve aşırı sağı ortak bir çerçevede buluşturmaktadır. Öte yandan, stratejilerin ve söylemlerin örtüşmesi, belirli bir ülkenin özgül koşullarından kopuk olmak anlamına gelmiyor.
Doğal olarak, aşırı sağ ortak zemin ile kurulan ilişki, farklı ülkelerdeki aşırı sağ grupların ve siyasilerin kendi sosyo-kültürel dinamikleriyle iç içe vuku buluyor. Örneğin, Le Pen seküler idealler ve cumhuriyetçi bir çerçeve üzerinden Müslüman göçmenlere karşı cephe oluştururken, Orban ise Macaristan’ın Hristiyan mirasının korunması gerektiği fikri üzerinden bu cepheyi kuruyor. Günün sonunda ortak zeminin bir veçhesi kendini göçmen karşıtlığı temelinde şekillendiriyor ve bu ortak zemin komplo teorilerine ve metaforlara başvurarak kitleleri ortak düşmana karşı mobilize etmeyi amaçlıyor.
Aşırı sağ metafor siyaseti, günün sonunda gerçek hayatta yaşanmış olayları çok daha farklı bağlamlara oturtarak spesifik gruplara ilişkin hezeyanları ve şiddet sarmallarını besleyen bir ortak politik dil inşa ediyor.
Bu bağlamda, Breivik, Tarrant ve Eskişehir’deki saldırının failinin manifestolarında dile getirdiği ortak zemin şöyle özetlenebilir:
- Kıyamet (apocalypse) ve geleceğe dönük pesimizm
- Nativizm/kültürel çeşitlilikten duyulan hoşnutsuzluk
- Göçmen karşıtlığı ve ırksal otonomi
- Liberalizm, Komünizm, küreselleşme ve çokkültürcülük karşıtlığı
- Her şeyin arkasındaki gizli güçler komploculuğu
Her ne kadar birbirlerinden ayrı gözükseler de bu 5 madde aslında aşırı sağ internet çevrelerindeki siyasal iletişimin temel nüvelerini taşıyor ve ulvi bir amaç uğruna birleşiyor: müesses nizam karşıtlığı (anti-establishment). Bu bağlamda vurgulanması gereken en önemli husus, kültürel farklılıklardan duyulan hoşnutsuzluk ve “yitirilen geçmiş” algısının pasif bir öfke açığa vurmak yerine, aktif bir biçimde siyasallaştığıdır. Aşırı sağın azizleri tam da bu kıyamet ihtimalini ortadan kaldırmak için liberal eliti (kimisi için yahudi elitler) ve uluslararası kurumları yok etme çağrısını yineliyor. Müesses nizam karşıtlığı kendini bu şekliyle dışa vuruyor.
Doğal olarak Eskişehir saldırısının failinin yayınladığı Mass Cleaner el kitabı, kendisini Türkiye sınırlarının dışındaki bir network’ün parçası olarak görerek bu 5 maddeyi benimsediğini açıkça ikrar ediyor ve “yahudi siyasi elitler tarafından idare edilen dünya”ya karşı bir başkaldırı çağrısında bulunarak aşırı sağın şovalyeliğine soyunuyor ve Batı’daki azizler koalisyonunun bir parçası olmak istiyor. Bu, sanıyorum, aşırı sağın uluslararasılaşmasına ilişkin bize çok şey söylüyor…
Skinheadler Cepheyi Genişletirken: Seküler Milliyetçilik Meselenin Neresinde?
İşin uluslararası boyutunu Türkiye düzlemine indirgersek, şu soru haklı olarak ortaya çıkıyor: liberal söylemleri ahlakçılık olarak yaftalayıp değersizleştiren seküler milliyetçi networkler Eskişehir’deki saldırının söylemsel zemininin kurulmasında bir rol oynuyor mu? Bana kalırsa bu sorunun cevabı şüphesiz oynadığı yönünde zira milliyetçi hezeyanlarla bezeli bir göçmen ve Kürt karşıtı komploculuk bu çevrelerin sosyal medyada yarattıkları rüzgârla iç içe geçmiş bir halde.
Failin radikalleşmesinde seküler milliyetçi internet alt-kültürünün hiçbir tesiri olmadığını iddia etmek anlamsız olacaktır. Bu açıdan bakıldığında, azizler koalisyonunun içine seküler milliyetçiler de eklenebilir. Tam da bu yüzden Türkiye’de serinkanlı müzakereyi dinamitleyen ve sosyal medyada kümelenen seküler milliyetçilik tehlikesini cesurca konuşmakta entelektüel ve siyasi açıdan fayda var.
Zira böylesi bir hamasi milliyetçilik 18 yaşındaki bir genci etkilediği gibi, Breivik ve Tallant ile özdeşleşim kurmasına da dolaylı olarak aracı olabilme potansiyeli taşıyor. Tıpkı Batı’daki geniş çaplı radikal sağ blok içerisinde sağ liberteryenleri, sağ siyonistleri, counter-jihadist çevreleri, aşırı sağı ve NRx’cileri barındırdığı gibi, Türkiye’de seküler milliyetçilik, sosyal medyadaki belli başlı gençleri bu geniş çaplı koalisyonun bir parçası kılma konusunda dolaylı olarak işlevsel olabilir. Seküler milliyetçiliğin aşırı sağa açılan bir pencere olma potansiyeli taşımasını vurgulamakta fayda olduğunu düşünüyorum.
Seküler milliyetçiliğin ve daha geniş ölçekte hamasi milliyetçiliğin şiddet sarmallarını besleyen politik dilini açık bir neo-faşizm olarak nitelendirmekte fayda var. Sosyal medyada “göçmenleri mancınıkla yollayacağız” esprileri ile başlayan ve istila metaforlarıyla el arttıran bu milliyetçi rüzgâr, günün sonunda Mass Cleaner manifestosunun politik dilini yerel ölçekte besleyebiliyor.
Bu saldırının ardından gözlemlenen bir diğer olgu, failin radikalleşmesinde kuvvetle muhtemel tesiri olan ve aynı ideolojik çizgiyi (praksis’e dökmeden) yıllardır kamuoyunda savunan seküler milliyetçilerin çaresizliği ve saldırganı yok saymaları. Oysa manifestosunda saldırgan, eski devirlerin halk kahramanlarının ve cengâverlerinin dilden dile destanlaşması gibi, “editlenme” hayalleri kurduğunu itiraf ediyordu.
Bariz gerçek şu ki aşırı sağcılık; bir vibe, faşist bir estetik ve “cool” olma hali üzerinden esen rüzgarla ivmeleniyor. Onu “uncool” yapmak, internet meme kültürünün saldırganlığını ayna gibi seküler milliyetçiliğe yansıtmakla mümkün. Emellerine erişemeden camii cemaatince tokatlanıp kıskıvrak yakalanan kendi saflarından bir serserinin (“lolcow”?) görüntüsü, aşırı sağa ve seküler milliyetçiliğe karşı hiçbir liberalin yapamayacağı tahribatı gerçekleştirmiş oldu.
Bu süreçte son ayların popüler tabiri olan “kanzi” de, aşırı sağ teyakkuzuna karşı eşsiz bir antidot işlevi görüyor. İlk defa soyutlanıp streotipikleşen, internet meme kültüründe hasımlarınca bir karikatüre dönüştürülenler Türkiye’deki bu yeni sağcılar oldu. “Kanzi” tabirini duydukları andaki öfke, “kar tanesi” olmanın solculara özgü olmadığını kanıtlar nitelikte…
Demokratların internet üzerindeki kültür savaşlarında galip gelmesinin, çağımızın siyasî münakaşalarının ağırlıklı olarak meme ve “edit”ler üzerinden döndüğü Z ve Alfa nesline yönelik yeni ideolojik ve söylemsel teçhizatlarına geliştirilmesini gerekli kıldığını vurgulamak lazım.
Son olarak, Türkiye’deki liberal, sol ve muhafazakâr demokratlara düşen bir diğer şey, seküler milliyetçilik fenomenini hakkıyla tahlil ederek bu türden bir milliyetçiliğin Türkiye’deki toplumsal huzuru dinamitleyen yapısını ve aşırı sağın azizleri ile olan örtük yahut açık ilişkisini cesurca ifşa etmek olmalıdır.
https://serbestiyet.com/featured/oslodan-eskisehire-asiri-sagin-azizleri-ve-sovalyeleri-178405/
Kapat
‘Fabrikalar üretimi durdurdu’…
Bu ifade, Kayseri’de Suriyelilere yönelik son saldırılardan sonra ...
13 Ağustos - Suriyeli iş gücü, Türkiye ekonomisi için hayati bir gereklilik (10lar medya) Devamı13 Ağustos - Suriyeli iş gücü, Türkiye ekonomisi için hayati bir gereklilik (10lar medya)
‘Fabrikalar üretimi durdurdu’…
Bu ifade, Kayseri’de Suriyelilere yönelik son saldırılardan sonra medyada yer alan haberlerle özetlenen, Suriyeli iş gücünün Türk fabrikaları üzerindeki önemini ve etkisini ortaya koyuyor. Bu etki yalnızca iş gücü olarak değil, aynı zamanda üretimin sürekliliğine katkı sağlama açısından da büyük. Özellikle bu ani duruş, Suriyelilerin Türkiye’deki bazı hayati sektörlerin işletilmesindeki rolünü vurguladı.
Suriyelilere yönelik saldırı ve nefret söyleminin artmasıyla birlikte, Suriyeli iş gücünün Türk fabrika sahipleri üzerindeki etkisi hakkında tartışmalar yeniden gündeme geliyor. Bu tartışmalar, Suriyeli işçilerin beceri ve deneyimlerine bağımlı olan bazı ekonomik sektörlerin ne kadar kırılgan olduğunu ve bu iş gücünün eksikliğinde yaşanabilecek potansiyel aksaklıkları gün yüzüne çıkarıyor. Bu aksaklıklar, iş gücünün göçü ya da artan denetimler ve sınır dışı edilme korkusu nedeniyle çalışma güçlüğü çekmesinden kaynaklanabilir.
Suriyelilerin varlığına karşı artan karşıt sesler ve bazı politikacıların ülkelerine dönmeleri yönündeki çağrıları arasında, bu iş gücünü koruma çağrısını yapan sessiz bir ses var. Bu ses, büyük ölçüde Suriyeli iş gücüne bağımlı olan fabrika ve şirket sahiplerinin sesidir. Bu iş gücü, onlara Türk iş gücünde bulamayacakları birçok avantaj sunmaktadır.
İşçilerin üçte biri Suriyeli
30 Haziran’da Kayseri’de, bazı kişilerin Suriyelilere ait işyerlerine saldırdığı, bu işyerlerini ateşe verdiği, araçlarını ve mülklerini hedef aldığı olaylar yaşandı. Bu saldırılar sonucunda 14 polis memuru ve itfaiyeci yaralandı. Olayların ardından Türk polisi, saldırıyı gerçekleştiren yüzlerce kişiyi gözaltına aldı.
Bu olaylar sadece Suriyelileri etkilemekle kalmadı, aynı zamanda Türk fabrikalarını ve işletmelerini de etkiledi. Suriyeli işçilerin birkaç gün boyunca evlerinden çıkamaması nedeniyle birçok fabrika, üretime ara verdi.
Kayseri’deki yerel sosyal medya hesaplarının paylaştığına göre, bölgedeki birçok sanayi tesisi üretimi durdurdu. “Hükümete yakınlığı ile bilinen” Yeni Şafak gazetesi, tahribatın şehirdeki sanayi üzerinde olumsuz etkiler yarattığını belirtti.
Gazete, Kayseri’deki sanayi bölgesinde çalışan 35 bin Suriyelinin birkaç gün boyunca evlerinden çıkamadığını, bu durumun Kayseri’nin sanayi ve ticaret hareketliliğini felç ettiğini aktardı. Kayseri, Türkiye’nin önemli sanayi şehirlerinden biri olarak kabul ediliyor.
Gazete, Kayseri’deki işverenlerin iş gücüne ihtiyaç duyduğunu ancak Suriyeliler gelmeden önce işçi bulmakta zorluk yaşadıklarını, Suriyelilerin bu boşluğu doldurduğunu ve şehrin sanayi ve ticaret hareketliliğini artırmada merkezi bir rol oynadıklarını belirtti.
Kayseri’deki sanayi bölgesinde yaklaşık 1605 fabrika bulunuyor ve Suriyeli işçiler, toplam iş gücünün %30’unu oluşturuyor. Suriyeliler, Türk gençlerin çalışmak istemediği çoğu işte çalışıyorlar. Ayrıca, bazı şirketler işlerini genişletmek ve ihracat kapasitelerini artırmak istiyor, ancak çoğu Türk işçinin büro/ofis işlerine yönelmesi nedeniyle işçi bulmakta zorlanıyorlar.
Başka bir raporda, gazete son üç hafta içinde 3 bin Suriyeli işçinin Kayseri’yi terk ettiğini ve sanayi bölgesindeki 15 şirkette üretimin durduğunu bildirdi.
Gazete, Suriyeli işçileri sanayi bölgesinin “belkemiği” olarak nitelendirirken, iş insanları Suriyeli çalışanların önemli bir boşluğu doldurduğunu belirttiler. Eğer Suriyeliler geri dönmezse, bu boşluğun Hindistanlı, İranlı veya diğer göçmen işçilerle doldurulmak zorunda kalınacağını vurguladılar. Suriyelilerin 13 yıl kadar deneyime sahip olduklarını ve bu nedenle onların ayrılmasının “büyük zarar” verebileceğini eklediler.
Birkaç gün süren duraklamanın ardından, Kayseri’deki fabrika sahipleri üretimi yeniden başlatmanın yollarını aramaya başladılar. Suriyeli işçileri evlerinden iş yerlerine taşımaya karar verdiler. Türk haber kanalı T24, küçük ve orta ölçekli fabrika sahiplerinin düşük ücretlerle ve sigorta olmadan çalışan işçi bulmakta zorlanacaklarını belirtti.
Kayseri’deki bir Suriyeli işçi, mevcut durumun hassasiyetinden dolayı isminin paylaşılmasını istemedi. Noon Post’a, Kayseri sanayi bölgesindeki çoğu fabrikanın Suriyeli işçilerin evlerinden çıkmaması nedeniyle üretimi durdurduğunu söyledi. 20 işçiden 15’inin Suriyeli olduğu mobilya üretiminde çalışan bu işçi, Suriyeli işçilerin eksikliği nedeniyle fabrikanın bir hafta boyunca kapalı kaldığını belirtti. Bölgedeki bazı fabrikalarda 300 işçiden 200’ünün Suriyeli olduğunu vurguladı.
Fabrika sahiplerinin işçileri evlerinden iş yerine taşımak için otobüsler gönderdiklerini belirtti. Önceden sabahları işçileri almak için belirli bir noktada toplandıkları, ancak bu yerin evden yaklaşık 400 metre uzaklıkta olduğunu, olaylardan sonra ise otobüslerin evlerin önüne gelerek işçileri kapıdan alıp fabrikaya götürdüğünü söyledi. Akşamları ise evlerine aynı şekilde geri döndüklerini ekledi.
Birçok fabrika sahibinin mevcut durumdan oldukça rahatsız olduğu, ancak olayları kontrol altına alamadıkları için kamuoyuna yansıtmadıkları ifade edildi. Gazeteye göre, iş insanları büyük bir etki yaşadıkları halde, tahripçiler hakkında bir açıklama yapmaktan veya isimlerini açıklamaktan kaçındılar, çünkü kendilerinin de hedef olabileceğinden korkuyorlar.
Suriyeliler olmasaydı fabrikalar üretimi durdururdu
Son yıllarda Suriyeli göçmenler, Türkiye ekonomisinde olumlu bir rol oynamışlardır. Bu, hem yatırımları ve şirketler, fabrikalar ve restoranlar kurmaları yoluyla hem de iş gücü olarak katkıda bulunarak üretimi artırmaları ve Orta Doğu ile Kuzey Afrika bölgelerine ihracatı canlandırmalarıyla gerçekleşti.
Türkiye’deki Suriyeli göçmen sayısı 3 milyonu aşarken, Uluslararası Çalışma Örgütü‘nün Mart 2020’de yayımladığı bir çalışmaya göre, Türkiye iş gücünde yaklaşık bir milyon Suriyelinin yer aldığı tahmin edilmektedir.
Türk Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın istatistiklerine göre, 2011 yılından geçen yıla kadar yaklaşık yarım milyon Suriyeliye çalışma izni verilmiştir.
Bu izinler yıllara göre şu şekilde dağılmıştır:
2011’de 188, 2012’de 220, 2013’te 794, 2014’te 2541, 2015’te 4019, 2016’da 13.290, 2017’de 20.966, 2018’de 34.573, 2019’da 93.789, 2020’de 62.369, 2021’de 91.500, 2022’de 113.208 ve 2023’te 108.520.
Bu rakamlar, Türkiye’deki Suriyeli işçilerin yarısının resmi sözleşme veya sosyal güvenceleri olmadan kayıt dışı ekonomide çalıştığını, düşük maaşlar ve uzun çalışma saatleri ile karşı karşıya olduklarını göstermektedir.
Son birkaç ay içinde artan nefret söylemleri, ırkçı saldırılar ve Türk İçişleri Bakanlığı’nın düzensiz göçe karşı faaliyetleri nedeniyle Suriyelilerin Türkiye’yi terk etme oranının arttığı gözlemlendi. Bu durum, “Suriyeliler ayrılırsa ne olur?” sorusunu gündeme getirdi.
Sürekli olarak Suriyelilerin ayrılmasını talep eden politikacıların yanı sıra, Türk yetkililer, ekonomistler ve iş insanlarının daha önce yaptıkları açıklamalar, Suriyeli iş gücünün Türk ekonomisindeki önemini ve etkilerini vurgulamaktadır.
Eski Türkiye Başbakan Yardımcısı Veysi Kaynak, 2017 yılında yaptığı bir açıklamada, “Eğer Suriyeliler olmasaydı, fabrikalar dururdu” dedi ve Kayseri, Adana, Osmaniye, Gaziantep ve hatta Ankara gibi şehirlerde Suriyeliler olmadan bu tür işlerin yapılamayacağını, fabrikaların kapanacağını belirtti.
Gaziantep Belediye Başkanı Fatma Şahin, 2018 yılında Suriyeli mültecilerin şehrin büyümesinde ve ekonomisinin canlanmasında önemli bir rol oynadığını ve şehrin sanayi kuruluşlarının %50’sine katkıda bulunduklarını söyledi. Türk İçişleri eski Bakanı Süleyman Soylu, 2022’de, Türkiye’de “Suriyeli işçileri istihdam eden ve onları sigortasız çalıştıran işverenlerin, Suriyelilerin geri dönmelerini istemediklerini” belirtti.
Antakya Ticaret ve Sanayi Odası (ATSO) Başkanı Hikmet Çinçin, Suriyeli işçilerin tarım ve yoğun iş gücü gerektiren sektörlerde bulunmasının ciddi bir eksikliği önlediğini, çoğunlukla tekstil, giyim, örme, deri ve ayakkabı sektörlerinde çalıştıklarını ifade etti.
Ankara Sanayi Odası (ASO) Başkanı Seyit Ardıç, Suriyeli işçilerin Türk sanayisindeki rolünün önemini vurguladı. Suriyeli işçilerin Ankara’da büyük ölçüde görünür olmadığını belirten Ardıç, Türkiye’nin birçok bölgesinde büyük bir Suriyeli işçi oranı olduğunu ve Suriyelilerin sınır dışı edilmesinin sanayiyi büyük sorunlarla karşı karşıya bırakacağını söyledi.
Geçtiğimiz hafta, Türk Ticaret Bakanı Ömer Bolat’ın açıklamaları, Türkiye’deki tarım ve hayvancılık sektörlerinin geleceği hakkında büyük endişelere neden oldu. Bolat, göçmen işçi eksikliğinin tarım ve hayvancılık sektörlerinde üretkenliği ve sürdürülebilirliği olumsuz yönde etkileyebileceğini vurguladı.
Bolat’ın açıklamaları, 25 bin Afgan işçiyi hedef almış olsa da, resmi istatistikler daha önce Suriyeli işçilerin bu sektörlerdeki önemini özellikle İzmir’in Torbalı ilçesinde, Türkiye’nin önemli sebze üretim merkezlerinden biri olarak doğrulamıştı.
Torbalı Ziraat Odası Başkanı Yılmaz Gürgin, Suriyelilerin tarım iş gücünün yüzde 95’ini oluşturduğunu ve durumun Türkiye genelinde farklı olmadığını belirtti. Tarım üreticisi İsa Belik, Suriyeli işçiler olmadan Torbalı’da tarım yapmanın ve hasat toplamanın mümkün olmayacağını söyledi.
Resmi açıklamaların yanı sıra, medya da Suriyeli işçilerin önemine dikkat çekti ve Türk iş insanları bu konuda görüş bildirdi. Türkiye Gazetesi, Suriyelilerin ülkelerine dönmesinin bazı sektörlerde insan kaynağı eksikliğine neden olduğunu ve işverenlerin Suriyelilerin gitmesi sonrası korku yaşadığını belirtti. Türk işçilerin, Suriyelilere ödenen maaşları kabul etmediklerini ekledi.
2022 yılı itibarıyla gazetenin verilerine göre, tekstil sektöründe 60 bin, deri fabrikalarında 10 bin, mobilya sektöründe 25 bin, makine sektöründe 20 bin, turizm ve gıda sektörlerinde 15 bin, otomotiv ve yan sanayi sektörlerinde ise 5 bin işçi eksikliği bulunduğu ifade edildi.
Türk iş insanı ve Türkiye’deki önemli yol ve asfalt markalarından Oras Asfalt’ın genel müdürü Muhammed Ercan, asfalt sektörünün büyük ölçüde Suriyeli ve Afgan mültecilere bağımlı olduğunu belirtti. Ercan, “Herkes (Türkler) iş bulamadıklarından şikayet ediyor, ancak birçok fabrika bu sektörde işçiye ihtiyaç duyuyor” dedi.
Adana’da bir giyim mağazası sahibi ise Mayıs ayında, “Suriyeli işçiler bu sektörü çökmekten kurtarıyor. Onlar olmadan tekstil sektörü durma noktasına gelir” şeklinde bir açıklamada bulundu.
Neden Suriyeli işçi?
Suriyeli işgücü, Türk fabrikaları ve atölyeleri arasında tercih edilen bir seçenek olarak öne çıkmıştır. Bu tercih, rastgele bir durum değil, Suriyeli işçilerin daha düşük maaşlarla ve sosyal güvence olmadan çalışmaya istekli olmaları, yüksek pozitif ruh halleri, gelişmiş zanaat becerileri ve farklı koşullara uyum sağlama yeteneklerinden kaynaklanmaktadır.
Suriyeli işçiler çeşitli istismar durumlarına maruz kalmaktadır. Kayseri’de çalışan bir kişi, Noon Post’a yaptığı açıklamada, “Türk işçilerin bazen yeterli beceri ve uzmanlığa sahip olmamalarına rağmen, Suriyeli işçilerin sahip olduğu geniş deneyime rağmen daha yüksek maaşlar aldığını” belirtti. Türk işçileri sosyal güvenlik (sigorta) alırken, Suriyeli işçiler bu haktan mahrumdur. Çalışma saatleri açısından ayrım yapılmasa da, baskı ve odaklanma genellikle Suriyeli işçiler üzerindedir. Bir telefon çağrısına yanıt vermek için çalışmayı bırakmaları halinde eleştirilirken, bu durum Türk işçiler için geçerli değildir.
Türklerin bazı bölümlerde, özellikle kimyasal maddelerle çalışmayı gerektiren işlerde ve “demir işçiliği” gibi Suriyelilerin %100 oranında çalıştığı işlerde, çalışmaktan kaçındığı belirtilmiştir.
Ekonomist Firas Şaabo, Türk fabrika sahiplerinin Suriyeli işçileri tercih etmelerinin nedenlerini şu şekilde sıraladı: Suriyeli işçilerin çeşitli alanlarda deneyime sahip olmaları ve genellikle yerel iş gücünden daha düşük maliyetlerle çalışmaları. Ayrıca, Suriyeli işçilerin hakları ve sosyal güvence olmadan çalışmaları, onlara kötü çalışma koşullarında istismar edilmeye açık olmaları anlamına gelmektedir.
Şaabo, Suriyeli işçilerin hızlı öğrenen ve yaratıcı olmaları sayesinde çalıştıkları sektörlere büyük değer kattıklarını belirtti. Ayrıca birçok Suriyeli işçinin küçük atölyelerde ve dükkanlarda işveren konumuna geçmeleri, uyum sağlama ve yenilik yapma yeteneklerini yansıtmaktadır.
Sanayi danışmanı Said Nahhas’a göre, bazı Türk fabrika sahipleri, bir Suriyeli işçinin çalışma disiplini ve işine olan bağlılığı nedeniyle birkaç Türk işçinin verdiği emeği karşıladığını belirtmiştir. Suriyeli işçilerin gece boyunca çalışmaya istekli olmaları ve işlerini tamamlamaları bu özelliklerin başında gelmektedir.
Büyük etki
Said Nahhas, Suriyeli işçilerin Türkiye’deki büyük etkisinin açıkça görüldüğünü vurguladı. Suriyelilerin Türkiye dışına göç etmesi veya sınır dışı edilme ya da takip korkusuyla evlerinde kalmaları, bazı endüstrilerde büyük bir boşluk yarattı ve bu boşluğun nasıl doldurulacağı henüz bilinmiyor.
Bu etkinin yalnızca iş gücüyle sınırlı olmadığını, aynı zamanda Arap yatırımcıların ve tüccarların Türkiye’ye gelmekten kaçınmalarına da yol açtığını belirtti. Bu durum, çoğu müşterisi Arap olan birçok işin ve atölyenin durmasına neden oldu.
Suriyeli işçilerin fabrikalardaki önemini ve büyük etkisini göz önünde bulunduran bazı Türk fabrika sahipleri, Suriyelilerin koşullarına uyum sağlamak için çalışma sistemlerinde değişiklikler yaptı. Örneğin, İzmir’deki sanayi bölgesindeki bazı fabrikalar, çalışma saatlerini tamamen değiştirerek akşam beşten sabah altıya kadar devam eden bir sisteme geçtiler.
Bazı Türk atölyeleri ve fabrikaları, işçilerin günlük gidip gelmelerine gerek kalmadan, atölyelerde konaklamalarını sağlayacak barınma yerleri buldu. Bu önlemler, birçok işçinin İstanbul’da ya da çalıştıkları bölgede ikamet izinlerine sahip olmamaları nedeniyle tutuklanma ve sınır dışı edilme korkusuyla alındı.
Şaabo, Suriyeli işçilerin eksikliğinin bazı mesleklerde etkili olacağını, özellikle tarım, süt çiftlikleri ve süt üretiminde sıkıntılar yaşanacağını belirtti. Ancak bu sorunun geçici olacağını, çünkü yerlerini alacak alternatif iş gücünün (Afganlar, Türkmenler hatta Afrikalılar gibi) bulunacağını ekledi.
Yeni iş gücünün Suriyeli işçilerin verimliliği ve etkinliğiyle kıyaslanamayabileceğini belirten Şaabo, bunun geçici bir üretim yavaşlamasına yol açabileceğini söyledi. Ancak Türk hükümetinin güçlü bir ekonomik yapıya sahip olduğunu ve G20 ülkeleri arasında yer aldığını belirterek, Türkiye’nin bu değişikliklere uyum sağlama ve iş gücü pazarını zamanla yeniden yapılandırma yeteneğini vurguladı.
Son Kayseri saldırıları, Suriyeli işçilerin Türkiye’deki hayati önemini açıkça gösterdi.
Suriyelilerin karşılaştığı büyük zorluklara rağmen, ekonomik ve sosyal katkıları birçok hayati sektörde vazgeçilmezdir. Artan baskı ve risklerle birlikte, bu iş gücünün değerini anlamak ve olumlu katkılarının devamını sağlamak için daha güvenli ve istikrarlı bir ortam sağlamaya yönelik çabaların artırılması gerekmektedir.
Kaynak: https://www.noonpost.com/229974/
https://10lar.com/suriyeli-is-gucu-turkiye-ekonomisi-icin-hayati-bir-gereklilik/
Kapat
Savaş yıllarında, Avrupa’nın ortasındaki bir mülteci kampında doğmuş bir tarihçiden beklenen savaştan kaçmış mülteci Suriyeliler ya da ...
13 Ağustos - Bregenz’deki bir mülteci kampından, mülteci düşmanlığına bir tarihçi – Yıldıray Oğur (Karar) Devamı13 Ağustos - Bregenz’deki bir mülteci kampından, mülteci düşmanlığına bir tarihçi – Yıldıray Oğur (Karar)
Savaş yıllarında, Avrupa’nın ortasındaki bir mülteci kampında doğmuş bir tarihçiden beklenen savaştan kaçmış mülteci Suriyeliler ya da 70 yıldır mülteci kamplarında yaşayan Filistinlilerle herkesten çok empati kurmasıdır.
Birinci Dünya Savaşı yıllarında Almanlar ve Sovyetler arasında el değiştiren Kırım, 1921’de katıldığı Sovyetlerde önce Lenin, ardından Stalin dönemlerinde baskı, sürgün dolu 20 yıl geçirdi.
Haziran 1941’de Alman orduları Sovyet topraklarına girdi ve Ekim ayında da Kırım’ı işgal ettiler.
Bu Bolşeviklerle yıldızı barışmayan milliyetçi Ukraynalılar, Slovenler, Ermeniler, Baltık halkları, Kafkas halkları, Türki milletler ve Kırım Tatarları hatta anti-Komünist Ruslar için bir fırsattı.
Naziler de bu fırsatı bu milletlerden Doğu Lejyonları kurarak kullandılar. Kızılordu’ya karşı 1 milyona yakın bir askeri güç oluşturmuş oldular.
1941-44 arasında Kırım’ı yöneten Naziler, Tatarlara cami açma, gazete çıkarma gibi haklar verdi. Kızılordu saflarında da savaşan Tatarlardan da Mavi Alay, Selbstschutz denen Nefsi Müdafaa Taburları, avcı birlikleri oluşturdular.
Binlerce Tatar da “Ostarbeiter” denen “Doğulu İşçiler” olarak savaş döneminde Avrupa’ya götürülerek işçi olarak çalıştırılmıştı.
1943’de Kızılordu güçleri Kırım’a doğru yaklaşmaya başlayınca, Naziler birlikler çekilmeye başladı, onlarla birlikte Doğu Lejyonları’ndaki diğer eski Sovyet kökenli askerlerle birlikte on binden fazla Kırımlı Tatar asker de aileleriyle birlikte Bolşeviklerin eline düşmemek için Nazi ordularıyla Avrupa doğru göç etti.
Vatansız kalan Tatarlar, Nazilerin elindeki Almanya, Avusturya, İsviçre’deki mülteci kamplarına yerleştirildiler.
Berlin’deki Nazi yanlısı Türk Tatar Komitesi, muhacirlerin Alman kamplarına yerleşmesini organize etti.
10 Nisan 1944’te Kızılordu birlikleri Kırım’a girdi.
Ve 18 Mayıs 1944’de 250 bin Kırımlı, Sovyet rejimi tarafından Nazi işbirlikçisi olarak zorunlu göçle trenlere doldurulup Orta Asya ve Sibirya’ya doğru tehcir edildi.
Savaş sırasında Naziler tarafından Doğulu İşçi (Ostarbeiter) olarak Kırım’dan götürülen, savaş esnasında Nazilerle birlikte Kırım’ı terk eden Kırım Tatarlar, Kızılordu ve müttefikler ilerledikçe Batı’ya ve Almanya’ya doğru farklı kamplara yerleştirildiler.
Önce Graz’a, sonra İnnsbuck’a, ardından eski bir Nazi gençlik kampı olan Landeck’e, en son da Bregenz şehrinde bağlı Alberschwende’deki Nazi mülteci kamplarında kaldılar.
Kamplara yerleştirilenlerden biri de Şefika Hanım ve ailesiydi:
“1918'de Kırım'da Kemençi köyünde doğdum. İç savaş başlamıştı, Kızıllar geliyor denilirdi o zamanlar. Bir gece babamı alıp götürdüler, babam 4 ay Simferepol'da hapiste kaldı. Devrimden önce babam toprak sahibiydi, topraklarını ellerinden aldılar. 1941'de savaş başladı. Stalingrad'da yeraltında yaşamaya başladık. Polisler bize "S biçiminde çukur kazacaksınız" diyorlardı. Çukurların üzerine kalaslar, onların üzerine de toprak taş koyuyorduk. O çukurun içinde çömelerek üç ay yaşadık. Sonra Almanlar kente girince bizi esir kampına götürdüler. Beni de esir kampına götürdüler fakat 5 gün sonra bıraktılar. Yiyecek bir şey de yok. Günde üç tane pideyle Stalingrad'dan çıktık 300 km yaya yürüdük. Günde tahminen 20-30 km yürüyorduk. Dışarıda yatıyorduk. Ekim ayı orası çok soğuk oluyordu. İki ağabeyimin ortasında yatıyordum. Ukrayna'ya geldiğimizde pasaportum olmayınca beni Yahudi diye kurşuna dizeceklerini sandım. Milliyetim yazmıyor ki. Yanımda yalnızca diplomam var. Diplomamın üzerinde de Kırimski Tatar diye bir şey yazıyor. O trenle bizi tekrar Kırım'a gönderdiler, Rusça öğretmenlik yapmaya başladım, o zamanlar bir Tatar kızının Rusça öğretmesine kimse alışık değil diye adım Şefika değil, Alexandra Seyineva dedim. Pek iyi olmasak da yaşıyorduk. Ev de bedavaydı. Sonra kurşuna dizilen Yahudilerden kalanları masa, sandalye bedava veriyorlardı. 4 tane sandalye bir tane masa almıştık bedava. Sonra dediler ki, Ruslar hücum etmeye başladılar, yaklaştılar. Göç etmek isteyenler belediyeye yazı yazsın dediler. Biz de belediyeye yazıldık. Ruslar Almanlarla işbirliği yaptılar diye Kırımlılar'ı sürmeye başlamış, biz o sürgünden evvel trene binmeyi başardık. Bizi önce Polonya'ya Nazilerin gönderme kampı dedikleri yere, daha sonraları da trenlerle Avusturya'nın Graz kentine götürdüler. Ruslar yaklaşınca o kamptan bizi çıkardılar. Önce İnnsbruck diye bir yere geldik. Sonra Landeck'e. Landeck eskiden Hitler Yurgen kampıymış. Alwerşivende'de Kemal ile tanıştım. Kemal yol yapımında çalışıyordu. Otururken müracaat ettik okul açtık. Kemal tarih dersleri ben de İngilizce dersleri veriyordum. Kamp kötü bir şey değildi. Arada sırada yerleri süpürtüyorlar ama kadınlara pek dokunmuyorlar. Savaş zamanında karışıktı. Alwerşivende'de iki sene kaldık.”
Şefika Hanım’ın kampta tanıştığı Kemal Bey, Kırım’ın Ortay şehrindendi.
Kampa nasıl geldiği hiç anlatmadığı için bilinmiyor.
Nazilerle savaşan Doğu Lejyonları içinde miydi, yoksa Nazi işgali sırasında Avrupa’ya getirilen işçilerden biri miydi?
Bilinen Bregenz şehrine bağlı Alberschwende’deki kampta Kemal bey ve Şefika Hanım’ın tanışıp evlendiği.
Sonra Naziler yenildi, kampın kontrolü Müttefiklere geçti. Müttefikler kampı “vatansız kişiler” (DP) kampına çevirdiler.
Şefika Hanım ve Kemal Bey’in 1947’de Bregenz’deki mülteciler kampında bir oğulları oldu.
Bir yıl sonra kampta yaşayan Tatarlara Kırım’a dönme hakkı verildi. Ama Şefika Hanım ve Kemal Bey, Kırım’a dönmek istemediler:
“Herkesin geri dönme hakkı vardı ama biz Kırım'a dönmeye korktuk. Rusların bir atasözü vardır. 'Atlar koşuyordu. Atların peşinde dedikodu koşuyordu' diye. Dedikodu atlardan daha evvel gidiyordu. Biz Kırımlıların sürüldüğü haberini almıştık. Kırım'da yaşayanlar Türkiye demezler. Ak toprak derler. Müslümanların en iyi yeridir Türkiye. Neredeyse ilahi bir yer bizim için.”
Türkiye’ye geldiler.
Ve Ortaylı soyadını aldılar.
Bregenz’de mülteci kampında doğan oğulları da Türkiye’nin en tanınan tarihçilerinden biri oldu; İlber Ortaylı.
Savaş yıllarında, Avrupa’nın ortasındaki bir mülteci kampında doğmuş bir tarihçiden beklenen savaştan kaçmış mülteci Suriyeliler ya da 70 yıldır mülteci kamplarında yaşayan Filistinlilerle herkesten çok empati kurmasıdır.
Ama devrin rüzgârları başka türlü esiyor.
Yakın zamanlara kadar Türkçe Olimpiyatları’nın, cemaat organizasyonlarının gözde tarihçisi şimdi milliyetçilerin, Atatürkçülerin, Türkçülerin gözde tarihçisi.
Tarihin ilgili sayfalarını kıvırıp, kâğıttan uçaklar yaparak onları eğlendirmekle meşgul.
Herkesi cehaletle suçlarken İsrail’in kuruluşunu Filistinlilerin toprak satmasına bağlayan bir Facebook, Whatsapp grubu cehaletine imza atması muhtemelen cehaletten değil.
Yoksa 1948 yılında İsrail devleti kurulmadan hemen önce Filistin topraklarının yüzde 94’ünün Filistinlilere sadece yüzde 6’sının Yahudilere ait olduğunu, 1918-49 arası yüzde 6’ya çıkan toprak oranının İngiliz mandasının hazine arsası tahsisleri ve Lübnan ve Suriye’deki toprak ağalarının satışlarından ibaret, sonucu değiştirmeyen bir oran olduğunu herhalde biliyor olmalı.
Zaten yayınevi editörlerinin ağzından düşen yarım cümleleri toparlayarak yazdığı kitaplarından birinde bu konulara girmese de 12 yıl önce NTV’de 1,5 saat Filistin anlatırken hikâyeyi hiç de böyle anlatmamıştı.
https://www.youtube.com/watch?v=zGRjXRAahNw&t=905s
Her konuda uzman, elinde olsa depremi bile bir sosyal tasfiye için kullanabilecek kadar empati yoksunu bir elitizmle malul deprem profesörü ile birlikte Filistin’de insanlar ölürken, bir grup ergen milliyetçinin Arap düşmanlığı duygularını okşayarak, alkışlarını almak uğruna yapılmayacak bir cehalet bu.
Ama zaten tarih biraz da böyle, zamana göre değişen bir şey. Daha doğrusu işini bilen tarihçiler zamanın ruhuna göre hikâyelerini değiştiriyorlar.
Ne de olsa hikâye dinlemeyi çok seven bir topluma konuştuklarını iyi biliyorlar.
Ve hikâyenin başını kimsenin hatırlamadığını da…
KapatFilistin halkı için “kendi topraklarında mülteci olarak yaşayan halk” dense yeridir.
Dünya üzerinde 14 milyon ...
11 Ağustos - Mülteci savaşçılar meselesi - Ercüment Akdeniz (İlke TV) Devamı11 Ağustos - Mülteci savaşçılar meselesi - Ercüment Akdeniz (İlke TV)
Filistin halkı için “kendi topraklarında mülteci olarak yaşayan halk” dense yeridir.
Dünya üzerinde 14 milyon 630 bin Filistinli yaşıyor. Bu nüfusun yüzde 44,8’i Arap ülkelerinde, yüzde 22,5’i Batı Şeria’da, yüzde 15,4’ü Gazze’de görünüyor. Gazze işgal altında tarumar edilince durum değişti ve mülteci sayısı büyük artış gösterdi. Bir de İsrail’de yaşayan Filistinliler var. Onların toplam Filistinli nüfus içindeki oranı ise yüzde 12. Geriye kalan yüzde 5,30’luk nüfus diğer ülkelere dağılmış durumda.
Bugün 5 milyon 900 bin Filistinli mülteci Birleşmiş Millet (BM) bünyesinde ve UNRWA’nın yardımlarına bağlı yaşıyor. UNRWA’nın 58 kampında 1,5 milyon Filistinli yaşıyor. Yaklaşık 2,2 milyon kişinin yaşadığı Gazze’de 1,7 milyon kişi yerinden edildi ve mülteci durumuna düştü. Gazze’de UNRWA’nın 8 mülteci kampı bulunuyor. İşgalden bu yana İsrail ordusu Gazze’deki mülteci kamplarını defalarca vurdu! BM’nin buna karşı herhangi bir yaptırımı olmadı.
Mülteci kampları neden vuruluyor?
İsrail yönetimi bu fütursuzluğa gerekçe olarak Filistinli silahlı grupları ve mülteci savaşçıları gösteriyor. Nitekim İsrail Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir twitter paylaşımında şöyle demişti: “Hamas elindeki rehineleri serbest bırakmadığı sürece Gazze’ye girmesi gereken tek şey, bir gram insani yardım değil, Hava Kuvvetleri’nden yüzlerce ton patlayıcıdır”. Peki, kimin üzerine yağdırıldı bu bombalar? Sivillerin ve mültecilerin üzerine. Resmi verilere göre Gazze’de ölenlerin sayısı 40 bin civarında. Daha fazla ölüm olduğu kesin.
Filistinli siviller ve mülteciler bir de açlıktan, salgından, hastalıktan kırılıyor. Yaşlı, kadın, engelli ve çocuklar için zulüm altında bir yaşam bu. Barbarlığın gerekçesi ise hep aynı nakarat: “Mevcut küresel gerçeklikte bir savaşı yönetemeyiz. Rehinelerimiz geri dönene kadar, haklı ve ahlaki olsa bile, kimse 2 milyon sivilin açlıktan ölmesine izin vermez” (!) Kim yaptı bu açıklamayı? İsrail Maliye Bakanı Bezalel Smotrich. Onun kastettiği “küresel gerçeklik” BM vd kurumlardan gelen yardımların kesilmesi ve daha çok insanın kırılması. Hedef silahlı gruplar olduğu için, “onların yuvalandığı” sivil toplumun ve hatta mülteci kamplarının açlığa, sürgüne mahkûm edilmesi gerek! Özel savaş konsepti böyle işliyor. Oysa asıl amaç sadece silahlı grupları berhava etmek değil, bölgeyi insansızlaştırmak.
Hem kurban/fail hem politik
Peki, işgal ve zulüm atındaki topraklarda Filistinli mülteciler ile mülteci savaşçıları birbirinden ayırarak tartışmak ne kadar doğru? Tam da burada “Göç ve Mobilizasyon” üzerine çalışmalarıyla bilinen Siyaset Bilimci Aristide Zorlberg’e kulak vermek gerek.
Zolberg, mülteci savaşçılar kavramını “içinde bulunduğumuz çağa özel bir sorun” olarak tanımlar. Ona göre; “silahlı gruplarla birlikte politik bir amaç için yapılan savaşa angaje mülteci savaşçılar, mülteci olmalarına neden olan zulmün hem faili hem kurbanı”dırlar. Kurbanlar ve failler direndikleri ölçüde ise politiktirler. Savaşçı ile sivil mülteci arasında oldukça girift bir ilişki olduğunu da not düşelim.
Zolberg’e yakın bir perspektifi referans alan Arzu Yılmaz, Irak’ta bulunan Kürt mülteci kamplarında saha araştırmaları yaparak çalışmasını kitaplaştırmıştı. İletişim Yayınlarınca basılan kitap “Atruş’tan Maxmur’a Kürt Mülteciler ve Kimliğin Yeniden İnşası” adını taşıyor. Yılmaz, Ortadoğulu, Kürt, Filistinli ve Afrika toplumlarından mülteci deneyimlerine atıf yaparak, “Mülteci, ulus devleti var olanlar için başarısız; uluslararası sistem açısından bir tehdit olarak algılanır” tespitinde bulunur. Zira modern çağın fenomeni olarak mülteciler, insanı sadece “vatandaş” özneden ibaret sayan sistem tarafından yok hükmünde bir pozisyona itilirler. Üstüne üstelik mülteciler var oluş şeklinde değil, sistem içine yeniden dâhil oluncaya kadar sığınılan geçici bir pozisyonda tutulurlar! Dolayısıyla kurulu düzen mültecilere politik hak, itiraz ya da eylem alanı tanımaz. BM de son derece pragmatist olan bu egemen bakış açısından hareket ederek mülteci savaşçılar sorununu hep görmezden gelir. Mülteci savaşçıları gerekçe göstererek sivil mülteciler üzerindeki “koruyucu” şemsiyesini kaldırmaktan da geri durmaz.
Tarihsel arkaplan
Bu yazının konusu Hamas çizgisini tartışmak değil. Zira bugün Filistin halkının ve mültecilerin tamamı Hamas çizgisiyle aynı görüşte değil. Fakat tarihsel bir gerçeği de atlamamak lazım. Çünkü ezilen bir ulus ya da kendi yurdunda mülteci bir halk olarak Filistinliler, mültecilik ile mülteci savaşçılar bağlamında zulüm altında hep inletildiler. Politik var oluş ve direniş geleneği de bu bağlam üzerinde tarihsel bir öyküye sahip. Öyle ki Yaser Arafat liderliğindeki El Fetih günlerinden intifada direnişlerine kadar Filistinli mülteciler 7’sinden 70’ine hep direniş hareketlerinin öznesi oldular. Zulmün kurbanları olan mülteciler ve mülteci kampları intifadanın dışında değil hep içinde yer aldılar.
Var oluş hakkı
İsrail ordusu ve arkasındaki devletler için Filistinli mülteciler ile mülteci savaşçılar aynı şey, aynı hedef. 1951 Cenevre Mülteciler Sözleşmesi dahi onlar için yok hükmünde. Oysa mülteciler ile mülteci savaşçılar Filistin topraklarında aynı kamplarda ya da aynı mahallelerde birlikte yaşıyor. Bu nedenle var oluşun ve özgürlüğün gereği olan politik inşa eylemi, sadece politik silahlı aktörler, partiler, gruplar ya da mülteci savaşçıların değil, tüm toplumsal sivil alanın ve onun ağırlıklı bir parçasını oluşturan sivil mültecilerin hakkı olmalı.
Ezilen bir ulusun, toprakları ve geleceği elinden alınmış bir halkın özgürlüğünü tanımak hem mülteci meselesini hem de mülteci savaşçılar sorununu ortadan kaldıracak yegâne çözüm olsa gerek.
***
Bu yazı yazılırken Gazze’den yine bir vahşet haberi geldi.
Yer Gazze’nin Daraj bölgesi. Filistinlilerin sığındığı El Tabin okulu füzelerle vuruldu, 100’den fazla insan (mülteci) hayatını kaybetti. Görüntüler korkunç.
Kimse bu insanlardan sadece kurban ya da fail olmalarını beklemesin.
https://ilketv.com.tr/multeci-savascilar-meselesi/
Kapat
Yabancı öğrenciler için Devlet Üniversitelerinin yıllık ücretleri aşırı fazla miktarlara ulaşıyor. Bir tanesinde Tıp fakültesine girebilmek ...
10 Ağustos - Devlet üniversiteleri Suriyeli öğrencilerden yüzbinlerce lira harç istiyor Devamı10 Ağustos - Devlet üniversiteleri Suriyeli öğrencilerden yüzbinlerce lira harç istiyor
Yabancı öğrenciler için Devlet Üniversitelerinin yıllık ücretleri aşırı fazla miktarlara ulaşıyor. Bir tanesinde Tıp fakültesine girebilmek için 500 bin lira, yani yarım milyon lira isteniyor. Özel değil Devlet. Bir öğrencinin ablası benimle iletişime geçti ve kardeşinin YÖS sınavında tam puan aldığını, 5 üniversitede Tıp kabulü aldığını ama aşırı fazla ücretler yüzünden kayıt olamadığını söyledi. Bu öğrencinin yaşadığını yaşayan bir sürü başarılı öğrenci var.
Yabancı öğrenciler için bu sorun gerçekten özellikle bu yıl çok büyük zorluk oldu. Aşırı fahiş yükseklikte rakamlar isteniyor.
https://x.com/ahmad___kanjo/status/1822321380760625216?s=46
Kapat“Ekmek almaya giderken kimliklerini evde unutan üç çocuk ve anneleri, Gaziantep'ten Suriye'ye sınır dışı edildi !”
Bu ...
10 Ağustos - Suriyeli üç çocuk ve anneleri Urfa’da kampta tutuluyorlar, serbest bırakılmaları gerekir Devamı10 Ağustos - Suriyeli üç çocuk ve anneleri Urfa’da kampta tutuluyorlar, serbest bırakılmaları gerekir
“Ekmek almaya giderken kimliklerini evde unutan üç çocuk ve anneleri, Gaziantep'ten Suriye'ye sınır dışı edildi !”
Bu haberi yaklaşık 1 ay önce paylaşmıştık. O gün aile Türkiye’ye geri getirildi. Fakat o günden beri Şanlıurfa’daki kamplarda, onların ifadesiyle “hapis gibi” kampta tutuluyorlar. Ve serbest bırakılmayı talep ediyorlar.
https://x.com/ahmad___kanjo/status/1822015177057038571?s=46
KapatSöyleşen: Mehmet İhsan ÖZDEMİR
9 Ağustos - Mülteci Düşmanlığı İktidar Getirmeyecek: Kanser Tek Bir Hücreyle Başlar – Bekir Berat Özipek (Tezkire)
Devamı
Söyleşen: Mehmet İhsan ÖZDEMİR[2] M(ehmet İhsan ÖZDEMİR): Milliyetçilik, aşırı/uç sağ ve ırkçılığı tanımlayan şey nedir, bu kavram ve örüntüler birbiriyle nasıl konuşurlar? B(ekir Berat ÖZİPEK): Milliyetçiliğin ayırıcı vasfı, “bizimkiler; iyi veya kötü”dür. Bir benlik tanımı, bir ruh hali ve onunla bağlantılı bir dünya görüşü ve ideoloji olarak milliyetçilik, “vatanı milleti sevmek”ten ibaret değildir. Onun esası, özü dünyaya “milliyet” perspektifinden bakmaktır. Milliyetin neyi içerdiği milliyetçiliğin türüne veya milliyetçinin “biz” algısına bağlı olarak farklılık arz edebilir. Sağ genel bir etikettir. Siyaset tayfındaki sağın kapsamında liberal, muhafazakâr ve diğer akımlar da yer alır. Milliyetçilik, genel olarak sağ siyaset içinde kabul edilse de sağa özgü olmayıp solda ve bu ikili ayrımın ötesinde sayabileceğimiz pek çok akımın içinde de mevcuttur. “Bizden olan ve olmayan” ayrımı liberal olanından şoven olanına tüm milliyetçiliklerde mevuttur. Milliyetçilik bu ayrımı, çoğu kez insanların elinde olmadan sahip oldukları veya onlara atfedilen soy, etnisite, dil kimlik özellikleriyle tanımlanan “biz” üzerinden yapar. Aşırı sağ ve ırkçılık bu ayrımın keskin ve hak ihlalleri üretecek bir politikaya dönüşmüş halidir. Irkçılığın da geniş ve dar tanımları vardır. Günümüzde ırkçılık, ırklar arasında biyolojik temelli bir hiyerarşi vehmetmeye ilişkin eski dar anlamından yeni ve daha geniş anlamlara, bir grubu gerçek veya algılanan kültürel farklılığı üzerinden hedef almaya kadar çeşitli görünümler alabilmektedir. Ötekine yaşattıkları ve ortaya çıkardığı sonuçlar farklı olsa da hepsinin ortak noktası, adil olmayan veya irrasyonel bir temelde insanları ayırmasıdır. M: Avrupa’da aşırı sağın yükselişinin Türkiye’deki sağın uçlara evrilmesine ve ırkçılığın yükselişine etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu yönüyle Türkiye’de Avrupa’daki gibi bir aşırı sağın varlığından ve sahip olunan müşterek noktalardan bahsedilebilir mi? B: Dünyanın her tarafında örneğin mültecilere insanca davranmayı öncelikle ahlaki bir ödev olarak gören ve kendisini ya da duruşunu nasıl tanımlarsa tanımlasın insani hassasiyetlerle muamele eden ve dayanışma sergileyen insanlar vardır. Yine aynı şekilde, ahlakın altın kuralını ihlal ederek, göçmenlere karşı, kendisi o durumda olsaydı kendisine davranılmasını istemeyeceği şekilde davranan insanlar vardır. Bu bağlamda aşırı sağın ürettiği klişe ve kalıpların neredeyse aynı olması tesadüf değildir. Avrupa’da ve Türkiye’de ayrımcı ve ırkçı kesimlerin örgütlenme tarzları, dilleri, jargonları, dışlama kalıpları, siyasi tutumları, sosyal medyadaki manipülasyon ve propaganda biçimleri ile sokaktaki tutumları birbirine benzer. Ayrımcı zihniyet gibi kapsayıcı ve kuşatıcı zihniyet de dünyanın her yerinde benzer özellikler taşır. Dolayısıyla bu iki yaklaşımın, bu iki insanlık durumunun ve bu iki tutumun tezahür biçimleri çoğu kez aynı şekilde ortaya çıkar. Avrupa’da ve Türkiye’de aşırı sağcı ve ırkçı tutumların diğer benzer bir yönüyle kendiliğinden, diğer yönüyle de sistem içinde etkili bazı odaklar tarafından üretilen bir olumsuzluğu temsil ediyor olduklarının düşünülmesi; öyle değerlendirilmesi. Avrupa’da örneğin Almanya’da aşırı sağın sistem içinde, orduda ve polis teşkilatında henüz teşhis ve tasfiye edildiğini söylemenin rahatlıkla mümkün olmadığı uzantıları var. Hanau Katliamı bunu önemli ölçüde görünür hale getirdi. Ancak Almanya medyasında da yer alan bir tespitte olduğu gibi “kazmayı yeterince derine” vuramadılar. Almanya’daki aşırı sağcı ve ırkçı siyasi örgütlenmenin ve onların siyasi partilerinin ne kadarının içeriden ve kendiliğinden ne kadarının Atlantik ötesi ABD ve NATO kaynaklı olduğu tartışılabilir. Muhtemelen diğer ülkelerde de öyle. Avrupa’da ve Türkiye’de farklı olanı ifade eden iki hususun daha altını çizmek gerek: Birincisi, Avrupa’da aşırı sağın sergilediği tutumun aynısını, Türkiye’de merkez sol ve onun etki alanındaki ayrımcı, ırkçı siyasi oluşumlar sergilemekte. Daha açık ifade etmek gerekirse, sığınmacıları ve göçmenleri nefret dilinin hedefi haline getiren, devletin mültecilere yönelik insani tavrına yönelik en şiddetli, sistematik ve uzun soluklu ötekileştirmeyi ve buna bağlı olarak dezenformasyonu gerçekleştiren propaganda merkez sol olarak görülen CHP’den gelmiştir. Bu parti, Zafer Partisi’nden çok daha önce, göçün başlangıcından itibaren istikrarlı bir şekilde toplumu göçmenlere karşı kışkırtan, Suriyelileri hedef gösteren ve onlara yönelik nefret suçları için zengin bir malzeme birikimini sağlayan bir işlev görmüştür. Buna bağlı olarak ikinci farklılık, Avrupa’da ırkçı ve ayrımcı siyaset, aşırı sağ üzerinden milliyetçi sağa, merkez sağa ve ardından da sola sirayet ederken, Türkiye’de esas olarak soldan sağa doğru bir yolculuk yapmıştır. Bugün her partinin tabanında az çok bu yaklaşımları görmek mümkündür. Ancak en fazla göçmen karşıtlarının kendi partisinde olduğunu sıkılmadan yazan, adeta gururla söyleyerek bunu kendi web sitesine koyan parti CHP’dir. M: Malum olduğu üzere Anadolu, tarih boyunca bir geçiş güzergahı olması hasebiyle farklı etnik ve kültürlerin bir potada yoğrulduğu bir coğrafya. Buna karşın Suriyeli ve Afgan göçlerinden sonra yabancılara dönük ırkçılıkla ilgili büyüyen bir sorun mu var, yoksa medya bireysel vakaları şişirme eğiliminde mi? B: Aynı anda ikisi de söz konusu. Yıllar içinde büyüyen bir sorun var hiç kuşkusuz. Ancak bu sorun sadece medyanın bireysel vakaları şişirme eğiliminden kaynaklanmıyor. Elbette ırkçı, ayrımcı ve dışlayıcı tutumlar esas olarak sosyal medyada ortaya çıkıyor ve oradan bütün bir toplumu enfekte edici biçimde yayılıyor. Twitter, Facebook ve Instagram gibi sosyal mecralar adeta ayrımcı ve ırkçı yaklaşımların üretip yayıldığı bataklık türünden bir işlev görüyor. Bunun ne kadarının yanlış ve yalan haberlerin yayılma hızının doğru haberden daha fazla olmasıyla, ne kadarının bu mecraların söz konusu yaklaşımları bir şekilde bilinçli olarak köpürtmesiyle ve desteklemesiyle açıklanacağı tartışılır. Ama en fazla yayıldıkları alanın ya da orada üreyip topluma en fazla sirayet ettikleri alanın sosyal medya olduğu söylenebilir. Bu anlamda yaygın ama derin olmayan bir etkiden söz ediyoruz. Göçmen karşılığı bugün sokakta mikrofonu kendisine çevirdiğinizde sıkça duyabileceğiniz bir kalıp yargıyı ifade ediyor. Ancak bunun bütün bir toplumu teslim aldığını söylemek de doğru olmaz. Unutmayalım ki son seçimler esas olarak Suriyelileri ve Afganistanları ülkeden göndereceğini vaat eden CHP odaklı İYİ Parti, HDP, Saadet, Gelecek ve DEVA partilerini de içine alan Millet İttifakı tarafından bir seçim malzemesi olarak hoyratça kullanıldı. Ancak oylama sonuçları, bu propagandanın insanların oy davranışında temel bir belirleyici olmadığını gösterdi. Daha iyimser bir değerlendirme ile bakacak olursak, toplumdaki yüzeysel mülteci karşıtlığına rağmen toplum o insanların hangi şartlarda burada bulunduklarının içsel bir biçimde farkında olduğundan veya başka bir sebeple bu konudaki zalimane tutumu desteklememeyi tercih etti. M: Türkiye’de siyasal alanda görünür olan Suriyeli ve filizlenen Arap düşmanlığının Doğuya ve Araplara karşıtlık temelinde konumlanan resmî ideolojiden esinlendiğini söylemek mümkün müdür? Sizin 2021’de Liberal Düşünce Topluluğu ile yaptığınız bir söyleşide buna yakın ifadeler kullandığınızı hatırlıyorum. Bu bağlamda Türkiye’de, tarihi-kültürel faktörlerin ve resmî ideolojinin aşırı sağı ve ırkçılığı körüklediği söylenebilir mi? B: Türkiye’de cumhuriyet sonrası yeni düzen, kendisini ve meşruluğunu esas olarak eskinin olumsuzluğu üzerine temellendirdiğinden ve anakronik bir pozitivist yaklaşımı kendi modernleşme tarzının temel unsuru haline getirdiğinden, geçmişe, Osmanlı’ya, Doğu’ya (Araplar, Farslar) ve İslam kültüründe ait felsefi, sosyal, dini kurumsal yapılar ve ekoller bu ötekileştirmeden payını aldı. Türkiye’de milli eğitimin tek tipçi tedrisatından geçen çalışkan bir öğrencinin kendisinden terk etmesi beklenen bir geçmişe ait görülen kültürel ögelere olumlu bakması kolay değildi. İşte bu yüzden de derslerine günü gününe çalışan öğrenci Suriyeli Arap ya da Afganistanlı gördüğünde sadece küçücük bir dezenformasyon dokunuşu yeterli olabiliyor. O göçmene baktığında, geride bırakmaya, içinden çıkarıp atmaya, kaçıp kurtulmaya çalıştığı bir geçmişi, bir olumsuzluğu, bir geriliği gördüğünü sanıyor. Bir tür öz nefret (self-hatred) de devreye girebiliyor kimi zaman. Sığınmacı bireyler ona kendisinin de içinde yer aldığı bütün bir coğrafyayı ve ona atfedilen oryantalist kalıp yargıları çağrıştırıyor. Dindar muhafazakâr sağ kesimlerden bireyler her şeye rağmen bu resmî ideolojiye, resmi tarihe ve onun klişelerine mesafeli yaklaştıklarından ya da güvensizlik taşıdıklarından dolayı bu girdaba kolay kapılmayabiliyorlar. Geçmişi bütünüyle olumsuzlamayan, tam tersine süreklilik arz eden bir tarihi ve kültürel hafızaya sahip olduklarından dolayı ayrımcı, ırkçı ve Arap düşmanı dezenformasyona karşı daha şerbetli olabiliyorlar. İslam kültürü ile bağları ve dini inanç ve Hac gibi ritüelleri, onları, Arapları zihinlerinde öteki olarak resmettirmeye çalışan resmî ideolojiye ve sosyal medya dezenformasyonuna karşı daha bağışık kılıyor. Dini değerlerden etkilendikleri ölçüde, kendisini milliyetçi olarak adlandıranlar için bile bu olumsuzluğun seküler milliyetçi, Kemalist ve ulusalcı kesimlerle kıyaslandığında daha az tahrip edici olduğu da söylenebilir. Bu sebepledir ki CHP ile kıyaslandığında Milliyetçi Hareket Partisi Suriyeliler, Araplar ve Afganistanlar konusunda onlar kadar ayrımcı ırkçı ve mültecileri hedef gösterici bir ahlaki düzeye inmedi. Sadece iktidar ortağı olduğu için, şimdiki zamanda değil, muhalefetteyken de hiçbir zaman bu konuda CHP kadar ayrımcı olmadı. MHP ile kıyaslandığında İyi Parti ise daha seküler milliyetçi ve dışlayıcı söylemleriyle CHP’ye yaklaşan bir yerde durdu ve duruyor. M: Cas Mudde bir röportajında Batı’da aşırı sağın yükselişinin toplumdaki kültürel ve ekonomik kaygıların mahir siyasetçiler tarafından köpürtülmesiyle yakından ilintili olduğuna işaret ediyor. Bundan hareketle son yıllarda Türkiye’de yaşanan ekonomik daralma ile ırkçılığın yükselmesi arasında bir korelasyon var mıdır sizce? B: Türkiye’de ekonomik daralma ile ırkçılığın yükselişi arasında doğrudan bir bağlantı kurmak doğru olmaz. Öncelikle Suriyeli sığınmacıların gelişiyle Türkiye’nin iktisadi bakımdan durumunun olumsuzlaşması çakışsaydı, yani eşzamanlı olsaydı, bu argüman bir ölçüde anlamlı olabilirdi (Ama o durumda bile biri diğerinin sebebidir denemezdi; çünkü iki olgunun eşzamanlı olması veya birbirini izlemesi, aralarında zorunlu bir ilişki olduğu anlamına gelmez). Ancak Türkiye’de Suriyelilerin gelişi ile ekonomik durumun kötüleşmesi arasında yaklaşık beş yıl var. Bununla birlikte bu konudaki propagandanın, ekonomiye ve mültecilere dair doğru bilgilerin devlet tarafından ısrarlı bir şekilde verilmediği bir ortamda bir ölçüde etkili olduğu düşünülebilir. Öte yandan sessiz istila veya “demografimizi bozacaklar” gibi propagandaların, toplumun bazı kesimlerini etkilediği söylenebilir. Ekonomi konusunda da iki farklı algının kamusal düzeyde varlığını hissettirdiği görülüyor. Birincisi mülteci karşıtı propagandanın etkisiyle “geliyorlar işimizi çalıyorlar” türünden bir yaklaşımın ürünü olan negatif algı. İkincisi ise üretimin içinde sanayide farklı sektörlerde çalışanların, küçük ve orta boy işletmelerin sahiplerinin, mevcut ekonomik koşullarda mülteci emeğine daha fazla ihtiyaç duyan girişimcilerin, tarım ve hayvancılıkla uğraşan çiftçi ve köylülerin mültecilerden yana pozitif algısı. Eğer bu ikinci algı kendisini kamusal olarak da duyurabilir hale gelecek olursa, Türkiye’nin özellikle göçmen emeğine ihtiyacı, onlarla beraber gelen teknik bilgi ve hüner ile elde tutulması için yeterince gayret sarf edilmeyen ciddi miktardaki sermaye ile ilgili gerçekler doğru ve etkili biçimde anlatılacak olursa, bu konudaki dezenformasyon önemli ölçüde etkisini kaybedeceği söylenebilir. M: Son seçimlerde milliyetçi partilerin oy oranlarını arttırdığına şahit olduk. Özellikle mülteci-göçmen karşıtlığı temelinde varlık kazanan partilerin ittifaklara dahil olarak pazarlık imkânı yakalamasının göçmen-yabancı karşıtı söylemlerinin normalleşmesine imkan tanıdığı kanısındayım. Bu partilerin yanı sıra geniş bir tabana sahip olan ana muhalefet partisi ve diğer muhalif partilerin göçmenlere, yabancılara ve Arap-yabancı yatırımına ilişkin söylem ve politikalarının ırkçılığın yükselmesi üzerindeki etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? B: Mülteci-göçmen karşıtlığı yapan partilerin ittifaklara dahil olarak pazarlık imkânı yakalamasının göçmen-yabancı karşıtı söylemlerinin normalleşmesine imkân tanıdığı tespitinizi ben de paylaşıyorum. Bu durum ırkçı parti ve siyasetçilerin kendi başarılarından ziyade, ilkeli bir siyaset izlemek yerine tehcirci bir liderin masasına oturup bir daha kalkamayan DEVA ve Gelecek gibi partilerin demokratik bir üçüncü alternatif oluşturmak yerine “C” şıkkı olmayı onlara altın tepside sunmaları sayesinde mümkün olabildi. Onlar ırkçı oylarla beraber tepki oylarını da aldıklarından, ağırlıklarından daha büyük etki yapabildiler. M: Akademik literatür iktidar partisinin ensar-muhacir söyleminin Suriye göçünün özellikle ilk yıllarında toplumda karşılık bulduğuna işaret ediyor. Bununla birlikte benim yaptığım saha gözlemlerinde, iktidarın Türkiye’nin özellikle Suriyelilerin ekonomik yükünü üstlendiği yönündeki açıklamalarının hem Suriyeliler hem de ev sahibi toplum nezdinde tartışmaya yol açtığı anlaşılıyor. Bu bağlamda iktidarın göç hareketini ve göçmenler bağlamındaki dış politikasını ve “Suriyelilere biz bakıyoruz” söylemini ev sahibi toplumda ırkçılığı tetiklemesi çerçevesinde nasıl değerlendiriyorsunuz? B: İktidarın bu tür söylemleri başarılı bir göç yönetimi açısından ciddi bir handikap. Bu yönüyle, dezenformasyon için çaba sarf eden çevrelerin elini güçlendirmeye hizmet ediyor. Oysa mülteciler günün sonunda yük olmuyorlar, yük alıyorlar. Milli gelir pastası onlarla beraber büyüyor. Başarılı ekonometrik analiz ve çalışmalar, Suriyeliler için harcanan toplam para ile onlarla gelen ve onların katkısı ile büyüyen ekonominin kazandırdığı paraya dair anlamlı veriler ortaya koyuyor ve mültecilerin ekonomiye yük olmaktan çok can suyu olduklarını gösteriyor. M: Sizce Türkiye’de gözlemlenen ırkçılık eylemlerinin, ana hatlarıyla muhafazakâr olarak tanımlanan kesimi dışarda tutarak, sadece belirli partilerin tabanlarıyla veya milliyetçi-seküler kesimle ilişkilendirilmesi mümkün mü? B: Araplara ve Afganistanlılara yönelik ayrımcı ve ırkçı tepkileri, ağırlıklı olarak ya da esas olarak laik milliyetçi kesimlerle sol ve Kemalist gruplarla ilişkilendirmenin mümkün olduğu kanaatini ben de paylaşıyorum. Ancak onlardan ibaret değil. Zaman içinde sağın ve siyasi tayfın diğer birçok kesimini de etkisi altına alan bir rahatsızlıktan söz ediyoruz. Çeşitli derecelerde bununla enfekte olan başka kesimler de var. Bazen göçmenler diğer göçmenlere karşı yerli, otokton kesimlerden çok daha fazla veya onların sergilemedikleri bir ayrımcı tutumu da sergileyebiliyorlar. Bu bağlamda sadece Türk milliyetçiliği üzerinden değil Kürt, Çerkez, Balkan etnik kimlikleri ve milliyetçilikleri üzerinden de bu ayrımcı ve ırkçı yaklaşım ve tutumlarla birleşen bir olumsuzluktan da söz etmek gerek. Öte yandan ortak insanlık duygusu, dini duyarlılıklar veya bölgesel kader birliğine dair bilinç gibi ortak bağlar azaldıkça, dışarıdan gelene, komşusu bile olsa kucaklayıcı biçimde davranma, halden anlama gibi tutumlar da azalıyor. Örneğin dine mesafeli veya dini bakımdan başka bir Müslüman bireye herhangi bir yakınlık duymayan bir kişinin Suriyeliye bakışı, kendisini öncelikle Müslümanlar topluluğunun (ümmetin) bir parçası olarak görenden doğal olarak farklı oluyor. Harran Üniversitesinden Doç. Dr. Mahmut Kaya’nın çalışmaları, aynı Arap ve Kürt aşiretinden olup da 2011 sonrası Urfa’ya sığınmacı olarak gelenlerle ilgili olarak dindar kesimlerin akrabalık ve aşiret bağlarıyla bağlı olanlardan çok daha fazla dayanışma içinde olduklarını ve gayret sergilediklerini gösteriyor. Halep’ten gelmiş kişiyle herhangi bir ortak bağ veya duygudaşlık hissetmeyen kişi, sığınmacının Suriye’den hangi dehşet verici hadiseler yüzünden gelmiş olursa olsun, hikayesini dinlemek veya anlamaya çalışmak için çok da uğraşmıyor: Bu da son tahlilde onun yanında değil karşısında durmayı beraberinde getirebiliyor. Bunu yapan kişi, bazen bir yerli bazen de bir göçmen de olabiliyor; kendi ailesinin göç hikayesi kötü baktığı mültecininkiyle ne kadar benzer olursa olsun. Kısacası, etnik kimliğe dayalı “biz” algısı ve onun ürünü olan milliyetçilik, o birey belki de geçmişte çok benzer acılar yaşamış bir göçmen dahi olsa, onu halden bilmeye değil ayrımcılığa sevk edebiliyor. M: Türkiye’de milliyetçi siyasetin/seküler milliyetçiliğin siyasal hayatta var olma çabasının ve sosyal medya aracılığıyla siyasal söylemlerinin yaygınlık kazanmasının ırkçılık hareketini alevlendirmede bir role sahip olduğu düşünülebilir. Böylesi bir durumda siyasilerin ve bireylerin yabancı-mülteci karşıtı söylemlerine özgürlükçülük perspektifinden yaklaşmak mümkün müdür ve bu yöndeki sosyal medya kullanımına ilişkin tutum nasıl olmalıdır? B: Mülteci karşıtlığı ne kadar oy getiriyor ve ne kadar götürüyor, bunun derinlikli bir bilimsel analizinin yapıldığını kanaatinde değilim. Daha çok kamuoyu araştırmalarına yansıyan görüşler ve beyanlar üzerinden kestirme sonuçlara varılıyor. Bu yüzden de mülteci karşıtlığına dair sosyal medyadaki kötülük seline rağmen nasıl olup da bunun insanları oy vermeye ikna etmeye yetmediği anlaşılamıyor. Mülteci düşmanlığı iktidar getirmiyor ve getirmeyecek. Türkiye Siyasetinde çok az siyasetçinin fark ettiği bir gerçek bu. Çünkü nüfusunun %80’inden fazlasının göçle şekillendiği bir ülkede, bireylerin kamusal beyanları ne olursa olsun, insanlar göçmenlerin mültecilerin hangi koşullar altında buraya geldiklerini hissedebiliyorlar. Artık eskisi gibi dindar kesimlerini hedef göstermenin yüzde elli artı bire ulaşmayı mümkün kılmadığı bir ortamda, toplumun bir kesimindeki dindarlara ve Kürtlere yönelik ayrımcı ve ırkçı nefretin mültecilere kanalize edilmesi dolayısıyla görünür bir nefret var; ama bunun oy karşılığı eskiden de iktidar getirmiyordu; bugün de getirmiyor. Yani mülteciler olmasaydı da bu oyların siyasi adresi ya da adresleri belliydi. Diğer kesimlere sirayet eden haliyle mülteci düşmanlığının etki alanı bugün daha geniş ama iktidarı getirecek ölçüde değil. Dolayısıyla, soruya dönecek olursak, evet, siyasetçilerin mülteci karşıtlığına özgürlük perspektifinde yaklaşmaları pekâlâ mümkündür ve son seçim de bunun kanıtı olmuştur. Hatırlayacak olursanız siyasi partilerin neredeyse ağız birliği etmişçesine mülteci karşıtlığı içine girdikleri, hatta DEVA ve Gelecek partilerinin daha önceki insani söylemlerini terk ederek tehcir maddesine imza attıkları bir süreçte Cumhurbaşkanı Erdoğan, üstelik de seçimlere bir hafta kala, anketler çok net bir şekilde toplumun mülteci karşıtı olduğunu söylerken, “biz bu kardeşlerimizi katillere göndermeyeceğiz” şeklinde konuşarak insani bir duruş sergilemiş ve seçim öncesi muhtemelen tüm siyasi rakiplerinin irrasyonel veya akıldışı buldukları bir tutumu çok net bir şekilde üstüne almıştı. Seçimde insanlar elbette sadece tek başına mülteci meselesini oylamadılar; insanların oy davranışı birbiriyle bağlantılı onlarca yüzlerce faktörün bir bileşkesini oluşturuyor. Ama kamuoyu araştırmalarının mülteci karşıtlığını seçmenin Türkiye’nin sorunları arasında ilk sıralarda gördüğünü iddia ettiği bir ortamda bunun böyle olmadığı da belirginleşmiş oldu. Ayrıca toplum zor zamanda hangi siyasetçinin o meşhur meseldeki çocuğun anası gibi davrandığını hangisinin çocuğu feda etmeye hazır olduğunu görmüş oldu. Bu durum bugün de geçerli. Makul bir iletişim dileğiyle Türkiye’deki mültecilerin durumu, içinde bulundukları koşullar, onların neden ve hangi şartlarda buraya gelmek durumunda kaldıkları ve Türkiye’ye yaptıkları çok boyutlu katkı ortaya koyulacak olursa, bu konuda konuşmak ve insani bir tutum almak siyasetçiler için risk değil avantaja bile dönüşebilir. Bireylere gelince, onlar açısından ise böyle bir yumurta küfesi söz konusu değil. Onların tek yapmaları gereken sosyal medyada aşağılanmayı, kişilik haklarına saldırılmasını, ağır küfürlerle hakarete maruz kalmayı göze alarak hak temelli paylaşım yapabilmeleri. Bugün için böyle. Ama eğer ayrımcılık yasağı gereği gibi uygulanır ve Türkiye’de yapay zekayı kullanmaktan başka iletişim tekniklerine varıncaya kadar örgütlü bir şekilde bu işi yapan gruplar açığa çıkarılır, bu grupların odak isimleriyle devletler ve uluslararası bağlantılarla Suç teşkil eden ilişkiler ortaya çıkarılacak olursa ve insanların sosyal medyada kişilik hakları zedelenmeden bu konuda görüşlerini yazabilecek bir ortam oluşabilirse bireylerin de daha rahat paylaşımda bulunabilmelerinin yolunun açılması mümkün olabilecektir M: Yabancılara verilen vatandaşlık konusuna gelecek olursak, 2016’dan bu yana takip edilen vatandaşlığa kabul politikası cumhuriyetin vatandaşlığa kabul politikasından ayrışmış görünüyor. Takip edilen vatandaşlık politikası ve vatandaşlığa kabul ile ilgili görüşünüz nedir? Bu politikaların ırkçılık hareketini tetiklediğini düşünüyor musunuz? B: Türkiye’ye gelen Suriyeliler, Afganistanlılar ve diğer kökenlerden insanları yabancı gören yaklaşımdır bu topraklara asıl yabancı olan. Anadolu’nun kadim geleneği de Türkiye’nin çıkarları da bu dışlayıcı politikaya, vatandaşlığı yaşadığımız coğrafyanın insanlarından esirgeyici bir etnik milliyetçiliğin dar görüşlülüğüne izin vermiyor. Yapılması gereken, tıpkı dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi, makul bir süre burada yaşayan ve vatandaşlık talep edenlere bu hakkı sağlayan kapsayıcı ve basiretli bir vizyon ve perspektifin egemen olması; vatandaşlığın erişilebilir hale getirilmesi. Bunun yanında, -ya da bunun için atılması gereken adımları hayata geçirmeye çalışırken- özellikle tarım, sanayi ve hizmet sektöründe ihtiyaç duyulan mülteci emeği için çalışma, ikamet ve seyahat özgürlüklerinin de zaman geçirmeksizin tanınması gerek. M: Zafer Partisi gibi partilerin ve ırkçılık eğiliminin Türkiye siyasetinde artan bir rol oynayacağını düşünüyor musunuz? B: Bu partiler halihazırda zaten yeterince yıkıcı bir etki yapıyor. Türkiye’nin uzun yıllar boyunca biriktirdiklerini berhava etmenin en etkili işlediği şekilde bir sabotajı gerçekleştiriyorlar. Geçen yıl sadece onların yaydığı sosyal medya dezenformasyonu ve onun ürünü olan saldırı ve linçler dolayısıyla 1 milyar dolarlık sermayenin Türkiye’den uzaklaştığı ifade edilmişti. Bu yaşananlara dair haberler dolayısıyla gelmekten vazgeçenlerle birlikte bu miktarın çok daha fazla olması da mümkün. Ayrıca Türkiye’nin bölgedeki ve dünyadaki stratejik hedefleri çerçevesinde kaybettiklerini bu milyar dolarlarla kıyaslanacak olanın çok daha ötesinde olduğunu düşünüyorum. Bu şebeke ve partiler kendiliklerinden mi oluşup böyle bir kötülüğü yaygınlaştırmaya karar verdiler yoksa iddia edildiği gibi Türkiye’de özellikle sosyal medyanın Türkiye’nin yumuşak karnı olduğunu fark eden bazı devletlerin bir projesini mi uyguluyorlar? Bireyler olarak esas olarak devletlerin erişebileceği bilgi ve istihbarata ulaşmamız ve bunun ardında bir devletin Türkiye’ye operasyon yapması varsa tespit etmemiz mümkün değil. Ama sonuçları bakımından başka bir devletin Türkiye’de yıkıcı, Türkiye’yi yorucu, sarsıcı ve onun önünü kesici bir politika izlemek, ekonomik bakımdan onu çökertmek, özellikle de bu sıkıntılı zamanlarında ona zarar vermek için herhangi bir müdahale planı söz konusu varsa, çok muhtemeldir ki tam olarak böyle yapardı; bu sabotaj planını en başarılı şekilde böyle uygulanırdı. Bu kötülük ister sıkça ifade edildiği üzere bir devletin Türkiye’ye yönelik operasyonu olsun, isterse de sadece ırkçı ve ayrımcı grupların bu tür bir operasyondan bağımsız olarak kendi örgütlenmeleri olsun, sonuçta verdiği zarar bakımından aynı kapıya çıkıyor. Her iki durumda da bu kötülüğe daha fazla göz yummamamız gerek. Bu odak ve partilere yönelik geçtiğimiz zamanlarda bazı operasyonlar gerçekleştirildi; ancak bizim de Almanya’da söylendiği gibi “kazmayı daha derine vurmamız” gerekiyor. Çünkü bugün kazmayı o derinliklere varıncaya kadar vuramazsak yarın öbür gün onun altında kalabiliriz. Nefretle enfekte edilmiş, insanlara zarar veren ve Türkiye’nin Orta Doğu İslam coğrafyası başta olmak üzere bütün bir Doğu ülkeleri ile bölge haklarıyla arasını açan bir tutum gündelik hayata egemen olursa, şahit olduğumuz Arap turistlere saldırılar türünden bir cinnet yaygınlaşırsa, yarın bu şebekelere yönelik operasyon için çok geç kalmış olacağız. M: Irkçılıkla mücadele nasıl olmalı sorusuna cevabınız ne olur? B: “Kanser tek bir hücreyle başlar” diye bir söz var. Şimdi bunu çoktan aşmış bir durumdayız. Ancak yine de yapılması gereken bugün de adaleti tesis etmek ve tedavide daha fazla gecikmemek. Bu çerçevede yapılması gereken, daha somut olarak, hukuku uygulamak, ayrımcılık yasağını işletmek ve hakları korumak. Aynı zamanda kapsamlı bir bilgilendirme programıyla ayrımcı ön yargının kaynaklarını kurutmaya çalışmak, nefretle ve nefretin siyasi organizasyonuyla olduğu kadar toplumda onun üreyeceği zeminleri de göz önüne alarak mültecilerle ilgili süreklilik arz edecek biçimde doğru bilgileri toplumda paylaşmak; bu konuda doğru uygulamaları, iyi örnekleri ve mültecilerin ülkeye yaptıkları katkıyı gözler önüne sermek. Ancak bunun kadar daha önemli olanı ise, kapsamlı bir göç politikası uygulayarak, göçmenlerin, mültecilerin akıl dışı bir şekilde mağdur edilmelerine dayanan uygulamayı evrensel tecrübeye dayanan, dünyadaki iyi uygulamaları ve sonuç alıcı pratikleri göz önüne alan entegre politikalarla değiştirmek. Şimdiye kadar çok zaman kaybettik; daha fazla vakit kaybetmeye tahammülümüz yok. Mültecilerin canını acıtan, onları burada nefes alamaz hale getirerek can havliyle geldikleri topraklara yeniden gitmeye zorlayan, geri gönderme merkezlerinde sistematik bir zülüm uygulamayı göç yönetimi sanan uygulamaları bir an önce sona erdirerek hem mültecilerin hem de geniş toplumun beraberce ahenkli bir şekilde yaşayabilmelerini sağlayacak bir göç yönetimini cesaretle uygulamak; yapmamız gereken budur. Önümüzde bunu gerçekleştirecek üç yıllık bir dönem var ve inanıyorum ki doğru politikalar uygulandığında bir yıla bile kalmadan olumlu meyvelerini devşirmek, bunları toplumla paylaşmak ve tarihin bu kritik kırılma döneminde ülkenin ve toplumumuzun geleceği için bu sınavdan yüz akıyla çıkmak hala mümkün. Son birkaç yılda yaşadığımız ırkçılık ayrımcılık kâbusunu ve mültecilere bu vesileyle yaşattığımız acıları paranteze alıp, göçmeni ve yerlisi ile geleceğe güvenle bakmamız hala mümkün. Türkiye büyük bir ülke. Geçmişi ve bugünü göçlerle şekillenmiş bir ülke ve üç-beş milyon mülteci ile bizleri korkutarak hem ahlaki hem de sosyal ve ekonomik bakımdan akıl dışı adımlar atmamıza sebebiyet verenlerin gündemine teslim olmadan, onların bizi içine çekmeye çalıştığı kötülük tuzağına düşmeden kapsamlı bir göç yönetişimine koyulmamız gerek. Ayrımcılığı taviz vererek ötelemeye ilişkin paralize edici politikaları ve onu üreten ruh halini üstümüzden atarak, Türkiye’nin tarihiyle barışık, evrensel tecrübeyle teçhiz edilmiş, sağlıklı ve bütünlüklü bir göç politikası için daha fazla gecikmeden yola çıkmanın vakti çoktan geldi. [1] Prof. Dr., İstanbul Medipol Üniversitesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü, bbozipek@medipol.edu.tr, ORCID: 0000-0002-1332-1212 [2] Dr. Öğr. Üyesi, Mardin Artuklu Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimleri Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü, mehmetihsan@artuklu.edu.tr, ORCID: 0000-0003-0754-54019 Ağustos - Mülteci Düşmanlığı İktidar Getirmeyecek: Kanser Tek Bir Hücreyle Başlar – Bekir Berat Özipek (Tezkire)
Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı, Birleşmiş Milletler Tüm Göçmen İşçilerin ve Aile Fertlerinin Haklarının Korunması Komitesi’ne ...
8 Ağustos - GÖÇMEN KADINLAR VE KADINA YÖNELİK ŞİDDET RAPORU (Bianet) Devamı8 Ağustos - GÖÇMEN KADINLAR VE KADINA YÖNELİK ŞİDDET RAPORU (Bianet)
Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı, Birleşmiş Milletler Tüm Göçmen İşçilerin ve Aile Fertlerinin Haklarının Korunması Komitesi’ne sunduğu “Türkiye’de Göçmen Kadınlar ve Kadına Yönelik Şiddet” başlıklı raporu kamuoyuyla paylaştı.
Raporda, Göç İdaresi’nin verilerine atıf yapıldı ve Nisan 2024 itibarıyla Türkiye’de Geçici Koruma Statüsü sahibi 3,1 milyon Suriyeli ile 320 bine yakın diğer ülke vatandaşlarından göçmen ve mülteci bulunduğu ifade edildi. Ayrıca farklı ikamet izni türleriyle Türkiye’de 1,1 milyon yabancının yaşadığı belirtildi. Kayıt dışı göçmen sayısının ise yaklaşık 300 bin olduğu vurgulandı.
Raporda, şiddete maruz bırakılan kadınların deneyimleri sıralandı.
“Ayrımcılık ve önyargıların”, “anadili sorununun” şiddete maruz kalan mülteci kadınların, karşı karşıya kaldıkları en önemli problemler olduğu ifade edildi.
"Ayrımcılık hizmetlere erişimi zorlaştırıyor"
Raporda, şu ifadelere yer verildi: “Ayrımcılık ve önyargılar kadınların şiddetten uzaklaşma mücadelesi verirken karşılaştığı yaygın bir sorun. Ülkede göçmenlere yönelik ayrımcılık şiddete maruz kalan kadınların da hizmetlere erişimini zorlaştırıyor. Hizmet sağlayıcıların eksik bilgilendirmesi ya da hiç bilgilendirmemesi, dilini bilmediği için zaten hizmet veremeyeceğini varsayması, ayrımcı sözler kullanması ve davranması en yaygın görülen ayrımcılık biçimleri arasındadır.
Yerel halklar tarafından da ayrımcılıkla karşılaşan kadınlar özellikle sığınak gibi etkileşimin yoğun olduğu hizmetleri alırken zorlanıyor, Türkiye’deki mevcut sosyal hizmetlerin eksiklikleri nedeniyle çatışmalara ilişkin destek de alamıyor. Bazı göçmen kadınlar şiddete maruz kaldıklarında çeşitli önyargılarla da başa çıkmaya çalışıyor.
Özellikle Suriyeli kadınlar şiddete maruz kaldıklarında başvurdukları 6284 sayılı Kanun kapsamında önleyici ve koruyucu tedbirler vermekle yükümlü kolluk birimleri ya da Şiddet Önleme ve İzleme Merkezleri gibi şiddetle mücadele mekanizmalarında arabuluculukla karşılaşabiliyor, erkek şiddetinin zaten onların kültürünün bir parçası olduğu varsayılarak şiddet uygulayanla bir araya getirilmeye çalışılıyor.”
"Kurumlarda tercüman bulunmuyor"
Şiddete maruz kalan kadınlara hizmet sunan kurumların çoğunda tercüman temin edilmediği vurgulanan raporda, “Bu durum kadınların adalete erişiminin de önüne geçiyor ve kalıcı hak kayıplarına sebep oluyor. Saatlerce tercüman için bekletilip bezginlikle karakol ya da Şiddet Önleme ve İzleme Merkezi’nden ayrılan kadınlar olduğu gibi, uzun vadeli destek için sığınaklara gidebilen kadınlar dahi ana dilinde destek alamıyor, en küçük bir çatışmada bile zorlandığı için kendi isteğiyle, şiddetsiz bir yaşam için gerekli gücü toplayamadan sığınaklardan ayrılıyor” denildi.
Raporda “Tavsiyeler” de sunuldu.
Türkiye’nin 2021 yılında çekildiği İstanbul Sözleşmesi’ne geri dönmesi yeniden imzalaması tavsiye edildi.
Tavsiyeler şöyle sıralandı:
>> Uyum Strateji Belgesi ve Ulusal Eylem Planı: 2018-2023’ün süresinin bitmesinin ardından, önceki planda yer almamış olan sosyal destek programlarının göçmenleri, özellikle de şiddet gören ya da şiddete uğrama riski olan kadın ve çocukları içerecek şekilde geliştirilmesi ve ilgili tüm kurum ve kuruluşlar arasında eşgüdüm ve koordinasyonun güçlendirilmesi çalışması 2024 yılından itibaren yeniden hazırlanacak olan strateji belgesi ve eylem planında gerçekleştirilmelidir.
>> Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nda şiddete maruz kalan göçmen/ mülteci kadınlar ve çocuklar için ayrı bir düzenleme yapılmalı ve bu kişilerin korunmasını ve desteklenmesi sağlayacak değişiklikler yapılmalıdır.
>> Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nun getirdiği hak ve yükümlülüklerin uygulanmasını koordine etmekle yükümlü olan Göç İdaresi Başkanlığı’nda kadına yönelik şiddetle ilgili özellikli çalışmalar yürüten çok dilli ve etkin çalışan bir birim oluşturulmalıdır.
>> Göçmen kadınlar için şiddete maruz kaldıklarında sahip oldukları haklara ve başvurabilecekleri destek mekanizmalarına dair yaygın ve anadillerinde bilgilendirme çalışması yapılmalıdır.
>> Koruma ve destek mekanizmalarında çalışanlara yönelik (ŞÖNİM çalışanları, kolluk birimleri, savcılar ve hakimler) ayrımcılığı önleyici eğitimler yapılmalıdır. Kadınların ayrımcılık durumunda şikâyet edebilmelerini kolaylaştıracak mekanizmalar geliştirilmelidir ve bu mekanizmalar özellikle kayıtsız kadınları da kapsamalıdır. Ayrımcılık yapanlar cezalandırılmalıdır.
>>Sığınaklara kabulün hızlı bir şekilde, herhangi bir ayrımcılık (göçmen kadınlara, trans kadınlara vb.) yapılmaksızın uygulanmasına yönelik tedbirler alınmalıdır.
>> Baroların adli yardım birimlerinde göçmen kadınlara yönelik uzun vadeli nitelikli ve ücretsiz hukuki destek verilmesi için gerekli mekanizmalar oluşturulmalı ve bunun için gerekli finansal kaynak ayrılmalıdır.
>>Göçmen/mülteci ve kayıtsız kadınların, maruz kaldıkları şiddet nedeniyle şikayet başvurusu yaptığında Geri Gönderme Merkezleri’ne gönderilmeleri, kadınları şiddeti bildirmemeye teşvik ettiğinden, kadınların şiddetten uzaklaşma haklarını ihlal etmekte ve can güvenliklerini tehlikeye sokmaktadır. Bu uygulama ortadan kaldırılmalıdır.
https://bianet.org/haber/anadili-sorunu-ve-ayrimcilik-adalete-erisimi-engelliyor-298372
Kapat
İngiltere'de geçen hafta ülkenin kuzeybatısında üç küçük kız çocuğunun ölümüyle ...
7 Ağustos - İngiltere’de mülteciler ırkçı ve göç karşıtı saldırıların hedefinde (BBC Türkçe) Devamı7 Ağustos - İngiltere’de mülteciler ırkçı ve göç karşıtı saldırıların hedefinde (BBC Türkçe)
İngiltere'de geçen hafta ülkenin kuzeybatısında üç küçük kız çocuğunun ölümüyle sonuçlanan bıçaklı saldırıdan sonra, ülkenin bazı kesimlerinde şiddet olayları içeren gösteriler düzenlendi.
Deniz kıyısındaki Southport kasabası bu trajik olayın yasını tutarken, aşırı sağcı gruplar saldırıyı görüşlerini yaymak ve beyaz olmayan toplulukların gözünü korkutmak için kullandı.
Southport'taki barışçıl anma törenleri kısa sürede yerini şiddet ve yıkıma bıraktı.
Göstericilerin polise tuğlalar, sis bombaları ve başka nesneler attığı, otellerdeki mültecilerin hedef alındığı olaylar dalgası, aralarında Liverpool, Hull, Manchester, Blackpool ve Belfast gibi yerlerin de bulunduğu ülkenin diğer kesimlerine yayıldı.
Hindistan, Nijerya ve Malezya İngiltere'ye seyahat uyarısı yayımlayan ülkeler arasında yer aldı.
Başbakan Keir Starmer, ortaya çıkan sahneleri "Aşırı sağcı haydutluk" diye tanımlarken "Bunları yapmanın hiçbir meşruiyeti yok" dedi.
BBC Doğrulama Servisi'nin analizine göre Southport saldırısıyla ilgili olarak sokaklara çıkan ya da paylaşım yapan herkes isyana destek vermiyor veya aşırı sağcı gruplarla bağlantıları da yok.
Göstericiler ayrıca, şiddet suçlarından kaygılı ya da bıçaklı saldırının yasadışı göçle bağlantılı olduğu yönündeki dezenformasyonla yanlış yönlendirilen insanları da çekmiş gibi görünüyor.
Dezenformasyon
Southport'taki bıçaklı saldırıdan sonra, saldırganın kimliği konusundaki dezenformasyon sosyal medyada hızla yayıldı.
Yaşı nedeniyle, polis sadece 17 yaşındaki bir zanlının suçlandığı bilgisini paylaşabildi ve kamuoyuna spekülasyonların durması çağrısında bulundu.
Ancak saldırganın İngiltere'ye botla gelen Müslüman bir mülteci olduğu yönündeki yalan haber aşırı sağcı sosyal medya ünlüleri tarafından alevlendirildi ve harekete geçme çağrıları yapıldı.
BBC Doğrulama Servisi, X platformunda söylentileri yayanlardan birinin aşırı sağcı İngiliz Savunma Birliği'nin (EDL) kurucusu, Tommy Robinson takma adını kullanan Stephen Yaxley-Lennon olduğunu tespit etti.
Sahte iddialar sosyal medya platformlarını kapladı ve büyük bir kitleye yayıldı. Bu kitle içinde aşırı sağcı kişiler ya da gruplarla herhangi bir ilgisi olmayan sıradan insanlar da vardı.
Aşırılık karşıtı araştırma grubu Hope Not Hate'in (Nefret Değil Umut) başındaki Joe Mulhall'e göre "tek bir itici güç yoktu".
"Bu, günümüzdeki aşırı sağın doğasını yansıtıyor. İnternet üzerinden faaliyette bulunan çok sayıda insan var, ancak bir üyelik yapısı ya da üyelik kartı yok. Hatta resmi liderleri de yok ama sosyal medya ünlüleri tarafından yönlendiriliyorlar. Geleneksel bir organizasyondan çok bir balık sürüsü gibiler."
Irkçılık ve göç
İngiltere'de Temmuz'da yapılan genel seçimler, küçük botlarla ülkeye gelen göçmenleri ve göç başlıklarını gündemin ön sıralarına taşıdı.
İngiltere'nin AB'den çıkması yönünde kampanya yapan önemli isimlerden biri olan Nigel Farage, "gerekli olmayan" göçün dondurulması çağrısı yapan siyasi parti Reform UK'in lideri ve milletvekili olarak ana akım siyasete geri döndü.
Farage isyanlar için "Halkın çoğunluğu kitlesel kontrolsüz göç sonucu toplumumuzun parçalandığını görebiliyor" dedi.
İngiltere'de halkın mevcut seviyelerdeki yasal ve yasa dışı göçten kaygı duyduğuna işaret eden veriler var. Şubat'ta yapılan Ipsos anketinde katılımcıların %52'si şu andaki göç seviyesinin çok yüksek olduğu görüşünü dile getirdi. İki yıl önce sadece %42'lik bir kesim bunu söylüyordu.
Ancak Ipsos anketi insanların göçün etkileri konusundaki tutumunun negatiften çok pozitif olduğunu gösteriyor. Fakat 2022'den bu yana bu fark da kapanıyor.
Aralarında göçmen karşıtı eylemleri organize eden aşırı sağcı Patriotic Alternative (Vatansever Alternatif) gibi grupların da yer aldığı diğer gruplar, kamuoyunda Southport'taki saldırıya duyulan öfkeyi yönlendirdiler ve bu durum şiddet olaylarına evrildi.
Aşırı sağdaki daha da aşırılıkçı gruplar kitlesel sınırdışı çağrısı yaptı.
Independent gazetesinin eski yurtiçi haberler editörü Lizzie Dearden "Bu ülkede aşırı sağcıların daha büyük bir güç olmasını sürekli engelleyen şeylerden biri kendi aralarındaki çatışmalar. Ancak Southport bu grupları bir araya getirdi" diyor.
İngiltere'nin bazı yerlerinde camiler ırkçı saldırılara hedef oldu ve bazı bölgelerde özel polis gücü konuşlandırılması gerekti.
Mültecilerin barındırıldığı oteller de ırkçı ve göç karşıtı saldırıların hedefindeydi.
Ülkenin güneyindeki Aldershot kasabasında, BBC Muhabiri Paddy O'Conell, mültecilerin konakladığı bir otelin dışındaki olaylara tanık oldu.
“Facebook'ta barınma ve entegrasyon sorunlarına dikkat çeken bir gösteri çağrısı yapıldı ve sonra çok çirkinleşti. Tuğlalar atıldı, ırkçı hakaretler haykırıldı ve otelin içinde olmak çok korkutucuydu."
O'Conell dışarıdaki kaldırımda İngiltere'ye iltica başvurusu yapan iki Afgan kız kardeşle konuştu.
22 yaşındaki kız kardeşlerden biri "Buraya birden gelip, araçlarını park ettiler. Otele tırmanmaya hatta duvarı yıkmaya, kapıyı kırmaya çalışıyorlardı. Pencereler de kırıldı. Gerçekten korkutucuydu" dedi.
17 yaşındaki kızkardeşi de "Bize hakaret ediyorlardı. Görüntülerimizi çektiler. İyi bir davranış değildi" diye ekledi.
Eğlence için yağma
Bazı protestocular isyanı aynı zamanda suç işlemek için de kullandılar. Buna dükkanların yağmalanması da dahildi.
İngiltere'nin kuzeybatısındaki Sunderland kentinde, Greggs fırın zinciriyle, NatWest bankasının şubelerine girildi. Yine ülkenin kuzeydoğusundaki Blackpool'da da bir alışveriş merkezindeki yağmalama olayları polis tarafından soruşturuluyor.
Hull kentindeki bir BBC Muhabiri yağmaya, bazı dükkanlara hasar verilmesine ve birinin kundaklanmasına tanıklık etti. Kent merkezindeki dükkanlar da erken kapandı ve toplu taşıma da olumsuz etkilendi.
Güney Belfast'taki Bash Kafe'nin sahibi Muhammed İdris, Cumartesi günü yaşanan şiddet olaylarında kundaklanan iş yerini tekrar açmayacağını söylüyor.
BBC News'a konuşan İdris, iş yerlerinin daha önce de hedef alındığını belirtti.
"Bilgisayar dükkanım tıpkı bu kafe gibi tamamen hasar gördü. Bu kafe bir umuttu, topluluk için bir yerdi, şu anda burada umut yok" diyor.
Yerel hizmetlerdeki kesintiler
Bazı gruplar da yıllarca süren kemer sıkma önlemlerine ve hükümetin yerel hizmetlere yaptığı fon kesintilerine dikkat çekiyor.
Southport'taki ilk olaylardan sonra Hope Not Hate, "bu bölgenin önceliğinin azaltılması ve harcama kesintilerinin sonucu olarak" toplumsal ahengin azaldığını söyledi.
Açıklamada "Yeni hükümetin daha güçlü toplulukları destekleyen ve böyle olaylara nasıl tepki verilmesi gerektiğini belirleyen yeni bir strateji belirlemesi zorunlu" denildi.
İngiltere'de 2010'dan 2019'a dek süren kemer sıkma döneminde eski Maliye Bakanı George Osborne ve halefleri sosyal yardımlarda, konut yardımları ve sosyal hizmetlerde 30 milyar sterlinden fazla kesinti yaptı.
Uzmanlar sosyal ve mali istikrarsızlığın, gençleri aşırı sağcı radikalleşmeye daha açık bir hale getirdiği uyarısında bulunuyor. Bu duruma ayrıca Covid salgınının devam eden etkileri de eklenmiş olabilir.
https://www.bbc.com/turkce/articles/cx2yyej84vmo
Kapat
Gergerlioğlu, yaptığı inceleme ile ilgili X hesabından paylaşımda bulundu: “Akyurt Geri Gönderme Merkezi'nden herkese merhaba, selamlar, sevgiler ...
6 Ağustos - Ömer Faruk Gergerlioğlu, Akyurt GGM’de incelemelerde bulundu Devamı6 Ağustos - Ömer Faruk Gergerlioğlu, Akyurt GGM’de incelemelerde bulundu
Gergerlioğlu, yaptığı inceleme ile ilgili X hesabından paylaşımda bulundu: “Akyurt Geri Gönderme Merkezi'nden herkese merhaba, selamlar, sevgiler sunuyorum. Bir insan hakları savunucusu olarak sığınmacıların bir müddet bulunduğu geri gönderme merkezlerindeki durumları takip ediyoruz” dedi.
https://x.com/i/broadcasts/1MYGNMREmONKw
Kapatİngiltere’nin kuzeybatısındaki Southport kasabasında geçtiğimiz hafta üç kız çocuğunun bıçaklı bir saldırıda hayatını ...
5 Ağustos - İngiltere’de aşırı sağın göçmenlere saldırıları (Enternasyonal Dayanışma) Devamı5 Ağustos - İngiltere’de aşırı sağın göçmenlere saldırıları (Enternasyonal Dayanışma)
İngiltere’nin kuzeybatısındaki Southport kasabasında geçtiğimiz hafta üç kız çocuğunun bıçaklı bir saldırıda hayatını kaybetmesinin ardından, katilin kaçak bir göçmen olduğu şeklindeki yalan bilgi üzerine aşırı sağcı grupların başlattıkları saldırı dalgası ülke çapına yayıldı.
İngiltere’de son seçimde 4 milyona yakın oy alan aşırı sağcı Reform UK partisinin lideri Nigel Farage, sosyal medyadan Southport’taki saldırı sonrası “Gerçek bizden saklanıyor” mesajını paylaştı. Ve katilin kaçak bir göçmen olduğuna dair yalan bilginin yayılmasına öncülük etti.
Daha sonra, ilk olarak geçtiğimiz hafta Salı günü 200 kadar islamofobik faşist, cinayetin gerçekleştiği yerde bir caminin etrafını sardı ve “Teslim olmak yok!”, “Ölene kadar İngiltere!” gibi sloganlar attı.
Southport Camii imamı İbrahim Hüseyin, binanın güvenliğini sağlamak için meslektaşlarıyla birlikte gittiğini söyledi. BBC Radio Merseyside‘a verdiği demeçte faşist grubun “çitleri yakmaya ve pencerelere yanıcı maddeler atmaya başladığını” söyledi: “Tüm camları kırdılar, tüm çitleri kırdılar ve açıkçası, sloganlar, çığlıklar ve öfke hepimiz için bunaltıcıydı.”
Irkçılığa Karşı Ayağa Kalk (Stand Up to Racism) platformu ise Southport’ta atılan sloganların, faşist lider Tommy Robinson’ın önceki hafta Londra’da düzenlediği ve 15 bin kişinin katıldığı mitingin sloganlarıyla benzer olduğunu dikkat çekerek, “Bu, trajediye verilen iğrenç bir yanıttır. Aşırı sağın değerli hayatların kaybından faydalanmasına izin veremeyiz” ifadelerini kullandı.
Southport saldırıları sırasında Robinson ırkçıların eylemlerinde “haklı” olduklarını söyledi. Twitter’da “Birileri Southport’taki öfkeli İngilizleri kınamaya başlamadan önce kendinize şunu sorun, onlardan ne yapmalarını bekliyorsunuz? Onlara holigan demeyin, öfkelerinde haklılar.”
Ülke çapında yayıldı
Naziler Southport’u fırsat bilerek saldırılarını ülke çapına yaydılar.
Farklı kentlerden sosyal medyaya yansıyan görüntülerde, İngiliz bayrakları taşıyan faşistlerin siyahlara saldırdığı, Asyalıları arabalarından indirip sürüklemeye çalıştığı görülüyor.
Cumartesi günü Hull, Liverpool, Bristol, Manchester, Stoke-on-Trent, Blackpool ve Belfast’taki ırkçı kalkışmalarda polise saldırı, dükkanların yağmalanması, tuğla fırlatılması gibi olaylara tanık olundu. Pazar günü de Bolton, Southport, Middlesbrough ve Rotherham’da faşistler polis barikatlarını aştı.
Aşırı sağcı kalkışmalar sırasında sadece bu hafta sonu 147 kişi gözaltına alındı, onlarca polis yaralandı.
İşçi Partisi’nin sağcı lideri Keir Starmer dahi saldırı dalgasını “haydutluk” olarak tanımlamak zorunda kaldı.
Direniş
Ancak diğer yandan, faşistlerin toplandıkları her yerde ırkçılık karşıtları da karşı gösteriler düzenliyor, nefrete ve ayrımcılığa karşı barışı ve kardeşliği savunuyor.
İngiltere’de yayımlanan Sosyalist İşçi (Socialist Worker) gazetesi “Çoğu yerde ırkçılık karşıtlarının sayısı aşırı sağcılardan fazlaydı. Ancak rehavete kapılmamak gerekir. Bazı büyük faşist katılımlar oldu ve son birkaç günde ortaya çıkan güçlerin üstesinden bir hafta sonu ya da birkaç ay içinde gelinemeyecek” diyor.
Sosyalistler, tüm solu, sendikaları, sivil toplum kuruluşlarını Tommy Robinson önderliğinde sokakta terör estirmeye çalışan faşist çetelere karşı birleşmeye çağırıyor:
“Ayrıca Filistin için sokaklarda kalmalı, soykırıma karşı mücadelede kararlı olmalı ve yürüyüşten korkutulmayı reddetmeliyiz.İsrail’in suçlarına karşı yürüyen milyonlar, Robinson ve Reform UK’yi yıkabilecek hareketin kilit bir bileşenidir.
Bunu daha önce defalarca yaptık, tekrar yapmamız gerekiyor.
Aşırı sağ güçlü görünüyor çünkü sosyal medyanın büyük bölümüne hakim olmasına izin veriliyor ve sokaklarda yeterince meydan okunmuyor.
Ancak ırkçılık karşıtları, harekete geçirilebilirlerse çok daha büyük bir güçtür. Kazanabiliriz.”
https://enternasyonaldayanisma.org/2024/08/05/ingilterede-asiri-sagin-saldirilari-ve-direnis/
KapatEsenyurt'ta "Birlikte Yaşam ve Göç" paneli düzenlendi. Gazeteci Ercüment Akdeniz, 21’inci yüzyılda yaşanan ...
3 Ağustos - 'Birlikte Yaşam ve Göç' paneli: 'Göçmen düşmanlığı üzerinden faşizm inşa edilmek isteniyor' Devamı3 Ağustos - 'Birlikte Yaşam ve Göç' paneli: 'Göçmen düşmanlığı üzerinden faşizm inşa edilmek isteniyor'
Esenyurt'ta "Birlikte Yaşam ve Göç" paneli düzenlendi. Gazeteci Ercüment Akdeniz, 21’inci yüzyılda yaşanan göçlerle göçmen düşmanlığı üzerinden faşizmin yeniden inşa edilmek istendiğini söyledi.
Göç İzleme Derneği (GÖÇİZDER), mülteci ve göç politikalarına ilişkin Esenyurt Kültür Merkezi’nde “ Birlikte Yaşam ve Göç” paneli düzenledi. Panele, Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) Hakkari Milletvekili Öznur Bartin, Göç İzleme Derneği (GÖÇİZDER) Eşbaşkanı Kamile Kandal ve gazeteci Ercüment Akdeniz konuşmacı olarak katıldı.
Kendi ülkesinde göçmen
Panelde ilk konuşan Kandal, “Göç politikalarının ortan kalkması için savaşa politikalarını barış politikalarına çevirmemiz gerekiyor. Bunun için mücadeleyi büyütmek ve bu ceberut sistemi değişime zorlamamız gerekir” ifadelerini kullandı.
Dünyada iç ve dış göç meselesi olduğunu belirten Kandal, kendi ülkesinde göçmen durumuna düşürülenlerin asıl göçü yaşadığını söyledi. Kendi ülkelerinden iç göç yaşayanların başında Kürtlerin geldiğini ifade eden Kandal, “Devletler toplumları istedikleri gibi dizayn edemediklerinde yada istedikleri inanç sistemine entegre edemediklerinde bunu yaparlar. Ve şuana kadar yaşanan bütün göçertme politikalarında büyük katliamlar yaşanmıştır. Bu yüzden göç politikalarına baktığımızda zorla yerinden edilme olduğunu görüyoruz” diye belirtti.
Göç ve faşizm
Daha sonra söz alan gazeteci Ercüment Akdeniz, kısaca göç tarihine değinirken, göçlerin sadece bir göç olmadığını aynı zamanda göçmen düşmanlığı üzerinden faşizmin yeniden inşası olduğunu söyledi.
Akdeniz, “Yüz yıl önce ekonomik kriz vardı, kitleler açtı. Şimdi de insanlar aç buna ekolojik yıkımı da eklediğimizde her ekonomik kriz yeni savaşların habercisidir ve buralarda yabancı düşmanlığı her zaman kullanışlı bir aparattır” diye aktardı.
Son olarak konuşan DEM Parti Milletvekili Öznur Bartin, kayyım politikalarında dikkat çekerek bölgede fırsat eşitliğin olmadığını kaydetti. Bartin, şunları söyledi:
“Belki ülkenin birçok yerinde bu sorunlar yaşanıyor olabilir ama bölgede çok daha fazla olduğunu söyleyebiliriz. Sağlık alanında çok fazla göçlerin yaşandığını biliyoruz. 21’nci yüzyılda hala su sıkıntısı yaşıyoruz. Hakkari'ye üç dönemdir kayyım atanıyor ve orada hizmet yapılması bir şekilde engelleniyor. Özellikle kayyım politikalarıyla halkın iradesinin gasp edildikten sonra bu daha da derinleştiriliyor. Bu nedenle insanlar normal yaşamlarını dahi sürdüremiyor. Kayyımla üç dönemdir yönetemedikleri halde halka rağmen o koltukları gasp ederek halkı mağdur etmeye devam ediyorlar."
KapatSon 10 yılda Körfez ülkelerinden turistlerin yoğun ilgi gösterdiği Trabzon’da bu yaz Arap turist sayısında dikkat çekici bir düşüş ...
3 Ağustos - Irkçılık, Arap turistleri Trabzon’dan kaçırıyor Devamı3 Ağustos - Irkçılık, Arap turistleri Trabzon’dan kaçırıyor
Son 10 yılda Körfez ülkelerinden turistlerin yoğun ilgi gösterdiği Trabzon’da bu yaz Arap turist sayısında dikkat çekici bir düşüş gözleniyor.
TÜİK verileri, 2023 yılında Arap ülkelerinden Türkiye’ye gelen turist sayısının ve Arap ülkelerine yapılan ihracatın azaldığını ortaya koymuştu.
Arap turistlerin geçtiğimiz yıllarda yoğun ilgi gösterdiği Trabzon’da turizm sektöründen isimlere, 2024’teki Arap turist ilgisini sorduk.
Geçtiğimiz yıllarda Trabzon’da Arap turist sayısı arttı
Bu yılki Arap turist sayısıyla ilgili gözlemini sorduğumuz, Trabzon Bölgesel Turist Rehberleri Odası Başkanı Ragıp Pirselimoğlu, Ortadoğu pazarının eskiden beri sürekli bir destinasyon değişikliği içinde olduğunu belirterek şunları söyledi:
“1977-1978 yıllarında İstanbul Sarıyer adeta bir Arabistan köyü gibiydi. 8-9 yıl sonra bu hareketlilik Yalova’ya, oradan 7-10 yıl sonra Bursa’ya kaydı ve aynı süre içinde Trabzon’a geldi. Ancak şimdi azaldı.
Irkçılık, Arap turistleri kaçırıyor
Arap turistlerin Trabzon’da yoğun olarak ziyaret ettiği yerlerin başında gelen Uzungöl’de Özkan Otel ile Okseya Lounge isimli restoranın işletmeciliğini yapan Ahmet Özkan, turist sayısındaki düşüşün en önemli nedeni olarak “Arap turistlere karşı ırkçı tavırları” gösterdi.
Özkan, geçen ay sosyal medyada viral olan, İstanbul Maslak’ta kaydedilen, bıçaklı saldırganın kafede oturan Arap iş insanlarına “Ben Türk’üm, Arap marap anlamam” diyerek tehditler savurduğu video ile ilgili olarak şunları söyledi:
“Bu yaz Suudi Arabistanlı bir arkadaşımın kız kardeşleri gelecekti ancak bu videoyu gördükten sonra gelmek istemediler. Ortamın güvenli olduğundan şüphe ettiler, korktular. Hatta bu videonun yayılmasından sonra 4-5 mesaj aynı anda geldi bana, ‘Neden böyle oluyor’ diye. Ben de bu tip olayların münferit vakalar olduğunu kendimce açıklamaya çalıştım. Araplar, inanılmaz derece güzel internet kullanan insanlar, etkileşimleri çok yüksek. Böyle şeylerden anında haberleri oluyor ve kendi aralarında hızlı bir şekilde yayılıyor. Daha önce Trabzon’da Kuveytli bir turiste yumruk atılmasının ardından da Araplar arasında Türkiye aleyhinde boykot kampanyaları yapanlar olmuştu.”
Kapat
2024 Paris Olimpiyatları sadece sporun değil aynı zamanda ev sahibi kentin sürdürülebilirlik ve onarımının kutlaması olmayı amaçlıyor. Ancak ...
1 Ağustos - Paris'te evsizlere yönelik 'sosyal temizlik' iddiaları: 'Mülteciler için kabus' (BBC) Devamı1 Ağustos - Paris'te evsizlere yönelik 'sosyal temizlik' iddiaları: 'Mülteciler için kabus' (BBC)
2024 Paris Olimpiyatları sadece sporun değil aynı zamanda ev sahibi kentin sürdürülebilirlik ve onarımının kutlaması olmayı amaçlıyor. Ancak aktivistlerin, kırılgan durumdaki göçmenlerin ve evsizlerin sokaklardan uzaklaştırılıp Fransa genelinde farklı yerlere itildiklerini iddia etmesi, Paris'in hedeflerini zora sokuyor.
Paris'teki bir kanalın üzerinden geçen bir köprünün altında dikenli, devasa onlarca beton blok sıralanmış.
Hak savunucularına göre amaçları, evsizleri ve göçmenleri olimpiyatlar sırasında caddelerden uzak tutmak.
Paris Dayanışma Barosundan Aurelia Huot, “Bugün artık caddelerde kimsecikler yok. Köprünün altındaki bloklar görülebiliyor. Polis göçmenlerin geri dönüp buraya yerleşmediğinden emin olmak için burada devriye geziyor" diyor.
26 Temmuz'daki olimpiyatların açılış töreninden yaklaşık bir hafta önce bir grup evsiz insan buradan uzaklaştırılmıştı. Bu, oyunlardan aylar önce başlayan işgal evler ve çadırlara yönelik temizliğin son aşamasıydı.
https://www.bbc.com/turkce/articles/c4ngk0yx03qo
Kapat
İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Başkanlığı tarafından açıklanan verilere göre Türkiye’de kayıt altına alınmış ...
30 Temmuz - Suriyeli sayısı 2017 yılından bu yana en düşük seviyesinde Devamı30 Temmuz - Suriyeli sayısı 2017 yılından bu yana en düşük seviyesinde
İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Başkanlığı tarafından açıklanan verilere göre Türkiye’de kayıt altına alınmış geçici koruma statüsündeki Suriyeli sayısı 25 Temmuz 2024 tarihi itibarıyla bir önceki aya göre 7 bin 739 kişi azalarak toplam 3 milyon 105 bin 539 kişi oldu.
Suriyelilerin %73,9’u Kadın ve Çocuklardan Oluşuyor
Göç İdaresi Başkanlığı’nın yayınladığı yaş aralığı tablosuna göre Suriyeli erkekler toplam Suriyeli sayısının %52’sini oluşturuyor. Suriyeli kadınların oranı ise %48. Suriyeli erkeklerin sayısı Suriyeli kadınların sayısından 124 bin 125 kişi fazla. Erkek-Kadın sayısı arasındaki en büyük fark 25 bin 138 kişi ile 25-29 yaş aralığında. Yaş aralığı artıkça bu fark azalıyor. 45 üzeri yaş aralıklarında kadınların sayısının erkeklerden daha fazla olduğu görülüyor. Kadınlarla çocukların toplam sayısı Suriyelilerin %73,9’unu (2 milyon 295 bin 233 kişi) oluşturuyor.
Suriyeli Genç Nüfus Oranı (15-24 yaş)
Genç nüfus olarak tanımlanan 15-24 yaş aralığında 575 bin 467 kişi bulunuyor. Suriyeli genç nüfusun toplam Suriyeli sayısındaki oranı %18,5
Suriyelilerin Yaş Ortalaması
Yaş aralığı tablosuna göre Suriyelilerin yaş ortalaması 21,8
Suriyelilerin Türk Nüfusa Oranı
Geçici koruma altına alınan kayıtlı Suriyelilerin Türk nüfusuna oranı ise ülke genelinde %3,51. TÜİK tarafından Türkiye’nin nüfusu 31 Aralık 2023 tarihinde 85 milyon 372 bin 377 kişi olarak açıklandı.
Suriyelilerin En Yoğun Olduğu Şehirler
Sayı olarak en çok Suriyeli barındıran şehir 530 bin 272 kişi ile İstanbul. İstanbul’u 429 bin 954 kişi ile Gaziantep, 272 bin 896 kişi ile Şanlıurfa takip ediyor. Oran olarak Suriyelilerin en yoğun olduğu şehir ise %30,9 ile Kilis. Kilis’te 155 bin 179 Türk Vatandaşı ile kayıt altına alınmış 69 bin 957 Suriyeli bulunuyor. Suriyeli yoğunluğunda Kilis’i %16,6 oran ile Gaziantep takip ediyor.
https://multeciler.org.tr/turkiyedeki-suriyeli-sayisi/
KapatAdana’da Dağ Tekstil’de çalışırken asansöre sıkışan 11 yaşındaki Ahmet Haskiro’nun ölümüne ilişkin hazırlanan ...
29 Temmuz - Ahmet Haskiro için adalet! Devamı29 Temmuz - Ahmet Haskiro için adalet!
Adana’da Dağ Tekstil’de çalışırken asansöre sıkışan 11 yaşındaki Ahmet Haskiro’nun ölümüne ilişkin hazırlanan iddianamede asıl patron aklandı. Sorumluyum diyen kişi için takipsizlik kararı verildi.
Haskiro’nun avukatı Turgay Bek “Ahmet Haskiro cinayetinin üzerinin kapatılmaması, gerçek fail olan Dağ Tekstil patronlarının yargılanması için insan hakları örgütleri ve sendikaların yargı sürecine müdahil olması, takipsizlik kararına itiraz etmesi gerekir” dedi.
Avukat Turgay Bek, Evrensel gazetesindeki yazısında Haskiro için şunları yazdı:
“Her alanda yaşadığımız adaletsizliğin en açık ve en son örneği Ahmet Haskiro davasıdır.
Ailesi ile birlikte Suriye’den ülkemize göç etmiş 11 yaşındaki Ahmet Haskiro, geçtiğimiz 11 Haziran’da çalışmış olduğu konfeksiyon atölyesinde asansöre sıkışarak yaşamını yitirmişti. Ahmet Haskiro annesi ve ablası ile birlikte, Adana’da bir konfeksiyon devi olan, AKP’li milletvekilleri ve siyasetçilerle de sıkı bağları olduğu herkesçe bilinen Dağ Tekstil’de çalışıyordu.
Adana Cumhuriyet Başsavcılığı basına da yansıyan bu iş cinayeti hakkında soruşturma başlatmıştı. İş cinayetinin yaşandığı Dağ Tekstil’e bağlı atölyede işçi olarak çalışan Çetin Çelikal, emniyet ve savcılık ifadesinde, kazanın meydan geldiği iş yerinin kendisi tarafından işletildiğini, yaşamının yitiren Ahmet’in yanında çalışan annesini ziyarete geldiği sırada kazanın meydana geldiğini söyledi.
Cumhuriyet Savcısı, Çetin Çelikal’e o kadar itimat etti ki sahibi olduğunu ileri sürdüğü iş yerinin defter ve kayıtlarını sorma ve inceleme gereği dahi duymadı.
Ömer İnce ismindeki bir başka çalışan ise işhanının muhasebesine baktığını, binadaki asansörün bakımının kendi sorumluluğunda olduğunu söyleyerek patronunun önünde ikinci bir koruma kalkanı oluşturdu. Ondan da defter veya kayıtlar istenmedi.
Ahmet’in annesi Sefa Haskiro “Oğlum atölyede çalışmamaktadır. Beni ziyarete geldiği sırada kaza meydana geldi” şeklinde beyanda bulundu, beyanını Cumhuriyet Savcısı doğru kabul etti.
Dağ Tekstil iş hanında ifadesine başvurulan diğer işçiler de kopyala yapıştır bir şekilde Ahmet Haskiro’nun atölyede çalışmadığı şeklinde ifade verdi.
Cumhuriyet Savcısı mevcut deliller ışığında Dağ Tekstil Patronu Özcan Dağ ve atölyenin işletmecisi olduğunu iddia eden Çetin Çelikal hakkında ‘kovuşturmaya yer olmadığı kararı’ (takipsizlik) verdi. İş hanının muhasebesine baktığını, asansörün bakımının da kendi sorumluluğunda olduğunu söyleyen Ömer İnce ile asansör bakımını üstlenen firma sorumlusu hakkında taksirle ölüme sebebiyet vermek suçundan Asliye Ceza Mahkemesinde dava açıldı.
Çalıştırdığı çocuklar ölse bile hakkında dava açılmadığını gören patronlar, ucuz olduğu için bundan sonra da çocuk işçi çalıştırmaya devam edecek. Sorumlular, ceza almadıkları, paranın gücünü kullanarak yasalardan kaçabildikleri için başkaca Ahmetler iş cinayetlerinde yaşamını yitirecek.
Barolar, sendikalar, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, bu davayı katılıp, Ahmet Haskiro cinayetinin bir numaralı sanığı olması gereken Dağ Tekstil patronları hakkında verilen takipsizlik kararına itiraz etmelidir.”
https://enternasyonaldayanisma.org/2024/07/29/ahmet-haskiro-icin-adalet/
Kapat
Göçmenlerle kardeşiz ekibi, You Tube ve Insragram’da bir video yayınladı. Videoda; “Göçmenleri günah keçisi ilan eden faşist ...
28 Temmuz - Göçmenlerle kardeşiz video yayını Devamı28 Temmuz - Göçmenlerle kardeşiz video yayını
Göçmenlerle kardeşiz ekibi, You Tube ve Insragram’da bir video yayınladı. Videoda; “Göçmenleri günah keçisi ilan eden faşist gruplara karşı; göçmenlerle düşman değil kardeşiz. Gelin hep beraber “Göçmenlerle Kardeşiz” diyelim, ırkçılara karşı omuz omuza mücadele edelim!” denildi.
https://x.com/gocmenlerle/status/1817265672516227246?s=46
https://www.instagram.com/reel/C975N0htRfQ/?igsh=a2o1b3RwcXY2ZDV4
KapatABD yönetimi, Esad rejiminin eski Deyr-i Zor Valisi Semir Osman eş-Şeyh’i Kaliforniya eyaletinin Los Angeles kentinde tutukladığını ...
27 Temmuz - Esad’ın valisi Los Angeles’ta tutuklandı: 4 bin sivilin ölümüyle suçlanıyor (Enternasyonal Dayanışma) Devamı27 Temmuz - Esad’ın valisi Los Angeles’ta tutuklandı: 4 bin sivilin ölümüyle suçlanıyor (Enternasyonal Dayanışma)
ABD yönetimi, Esad rejiminin eski Deyr-i Zor Valisi Semir Osman eş-Şeyh’i Kaliforniya eyaletinin Los Angeles kentinde tutukladığını duyurdu.
Eş-Şeyh, 2011 yılında Suriye’de başlayan ayaklanmadan bu yana yabancı bir ülke tarafından tutuklanan ilk rejim yetkilisi oldu. Eşi ABD vatandaşı olduğu için 2020’de siyasi kimliğini gizleyerek ABD’de de ikamet izni alan eski Vali, ABD’den çıkmaya çalışırken fark edilip tutuklandı.
Konuya dair bir rapor yayınlayan Suriye İnsan Hakları Ağı (SNHR), eski Deyr-i Zor Valisi Semir Osman eş-Şeyh’in Suriye’de 93’ü işkence altında olmak üzere yaklaşık 4 bin sivilin ölümünden doğrudan sorumlu olduğunu ve 508 kişinin tutuklama emrini verdiğini belgeledi.
Raporda, ABD Adalet Bakanlığına, el-Şeyh’in karıştığı işkence, öldürme, zorla ortadan kaybetme ve diğer ihlallere ilişkin detaylı istatistikleri içeren dosyaların SNHR tarafından sağlandığı belirtildi.
Suriye İnsan Hakları Ağı, web sitesinde Şeyh’in 2022’nin başından bu yana Amerika Birleşik Devletleri’ndeki varlığına ilişkin ABD yetkililerine bir rapor sunduğunu belirtti. “Güvenlik yetkilileri ve ilgili ABD ajanslarıyla işbirliği yaparak Şeyh’in tutuklanmasını ve adaletin karşısına çıkmasını sağladık” denildi.
İşkence merkezi Adra Hapishanesi’ni yönetti
2005’ten 2008’e kadar Şam’daki Adra Hapishanesi’ni yöneten ve kuzeydoğu Suriye’deki Deyri Zor şehrinin valisi olan Vali eş-Şeyh, insanlığa karşı suçlar ve savaş suçları işlemekle suçlanıyor.
Paris Temyiz Mahkemesi de geçen Haziran ayında, 2013’te Şam’ın Guta ve Duma banliyönlerine kimyasal silahlarla düzenlenen saldırıların sorumluları olarak, Suriye’nin diktatörü Beşşar Esad ve kardeşi Mahir Esad’ı tutuklama kararını onamıştı.
Kapat
Son dönemde göçmenler devlet tarafından geri gönderme merkezlerinde kötü muameleye, hukuksuz geri göndermelere ve Kayseri’de ...
26 Temmuz - CHP hem göçmen düşmanı hem militarist (Enternasyonal Dayanışma) Devamı26 Temmuz - CHP hem göçmen düşmanı hem militarist (Enternasyonal Dayanışma)
Son dönemde göçmenler devlet tarafından geri gönderme merkezlerinde kötü muameleye, hukuksuz geri göndermelere ve Kayseri’de görüldüğü gibi ırkçıların pogrom girişimlerine maruz kalırken, CHP göçmen düşmanlığına devam ediyor ve militarizmi savunuyor.
CHP’liler, “düzensiz göç ile gelen” ve sonradan T.C. vatandaşlığı alan kişilerin askerlik yapıp yapmayacağını sorguluyor, milli güvenlik sorunu ve risk oluşturabileceklerini anlatıyor.
CHP’li Bağcıoğlu’ndan Bakanlığa ‘Sonradan T.C vatandaşlığı alan kişilerin askerlik hizmeti’ne ilişkin sorular
Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkan Yardımcısı Yankı Bağcıoğlu, T.C vatandaşlığı alan yabancıların askerlik görevini ifa edip etmeyeceğine dair Milli Savunma Bakanlığı’na sorular yöneltti.
CHP’li Bağcıoğlu ”Zorunlu askerlik hizmeti yapacak sonradan Türk vatandaşı olan kişilerin güvenlik soruşturmalarının ve sabıka kayıtlarının çok hassas ve titizlikle yapılması milli güvenlik açısından önemli bir zorunluluktur” ifadelerini kullandı.
https://enternasyonaldayanisma.org/2024/07/25/chp-hem-gocmen-dusmani-hem-militarist/
KapatAlmanya'da bir mahkeme, Suriye'nin belli bölgelerinde siviller için hayati tehlike bulunmadığına hükmetti. Karar, iç savaş sebebiyle sınır ...
26 Temmuz - Almanya'da Suriye'ye sınır dışıların önünü açan karar (DW Türkçe) Devamı26 Temmuz - Almanya'da Suriye'ye sınır dışıların önünü açan karar (DW Türkçe)
Almanya'da bir mahkeme, Suriye'nin belli bölgelerinde siviller için hayati tehlike bulunmadığına hükmetti. Karar, iç savaş sebebiyle sınır dışı uygulaması kapsamı dışında tutulan 700 bin Suriyeliyi ilgilendiriyor.
Almanya'da bir mahkemenin, Suriyeli bir sığınmacının korunma statüsü ile ilgili verdiği karar, Almanya'da yaşayan Suriyelilerin sınır dışı edilebilmeleri konusunda yoğun bir tartışma başlattı.
Mahkeme kararını değerlendiren Almanya Adalet Bakanı Marco Buschmann, Suriye'ye sınır dışı uygulamalarında kimin hangi bölgeye gönderilebileceğinin çok iyi incelenmesi gerektiğini kaydetti. Suriye'nin tamamında güvenlik durumunun aynı olduğu yönünde bir genelleme yapılamayacağını belirten Buschmann, Suriye'de şu an çok tehlikeli bölgeler olduğu gibi, hayati tehlikenin olmadığı bölgelerin de varlığı gözönünde bulundurulduğunda, mahkemenin verdiği kararın anlaşılır olduğunu belirtti.
Mahkemenin kararı
Münster Yüksek İdare Mahkemesi, Pazartesi günü açıkladığı kararda, Suriye'de siviller için artık "ülke içi silahlı çatışmalardan kaynaklanan ve şahısların keyfi şiddet sonucu hayatını ve fiziksel dokunulmazlıklarını tehlikeye sokan ciddi bir durum olmadığını" dile getirmişti. Söz konusu davanın, Avusturya'dan Almanya'ya geçerken yakalanan ve Türkiye üzerinden Avrupa'ya insan kaçıran bir şebekenin üyesi olma suçundan hüküm giyen davacısı, mülteci olarak tam koruma sağlanmasını talep etmişti.
Davacının Suriye'ye gönderilmesi halinde, orada siyasi baskı tehlikesi ile karşı karşıya kalmayacağını bildiren Mahkeme, şahsın Almanya'ya gelmeden önce işlediği suçtan dolayı iltica hakkına sahip olmadığına, aynı zamanda geçici koruma statüsünden de faydalanamayacağına hükmetti.
Geçici koruma statüsü, birey olarak takibat tehlikesiyle karşı karşıya bulunmasa da, ülkesine geri gönderilmesi durumunda iç savaş gibi nedenlerden dolayı ciddi zarar görebileceğine dair elle tutulur kanıtlar sunan kişilere verilebiliyor.
Suriye'de iç savaş kaynaklı tehlike bitti mi?
Almanya'da bugüne dek, Suriyelilere yönelik iltica ve sığınma değerlendirme süreçlerinde genel olarak tüm başvurucuların hayatî tehlike ve beden dokunulmazlığının ihlali tehlikesi göz önünde bulunduruluyordu. Mahkeme verdiği kararda, hem davacının geldiği Suriye'nin kuzeydoğusundaki Haseke vilayetinde hem de ülkenin genelinde böyle bir tehlikenin olmadığını belirtti. Yüksek İdare Mahkemesi'nin aldığı karar, temyiz yolu açık olduğundan henüz kesinleşmiş değil.
Almanya İçişleri Bakanlığı'ndan konuya dair bir soruya verilen yanıtta, "İçişleri Bakanlığı ve Almanya Federal Göç ve Mülteciler Dairesi prensip olarak karar uygulamalarını, eldeki kaynakları temel alarak sürekli gözden geçiriyorlar" denildi, bu kaynaklar arasında mahkeme kararlarının da olduğu ve Yüksek İdare Mahkemelerinin verdiği kararların daha da önem arz ettiği kaydedildi.
Geçen Haziran ayında yapılan federal ve eyaletler düzlemindeki içişleri bakanları toplantısında, suçluların ve tehlikeli İslamcıların Afganistan ve Suriye'ye de sınır dışı edilmeleri hakkında görüş birliği oluşmuştu.
Potsdam kentinde yapılan toplantıda konuşan Almanya İçişleri Bakanı Nancy Faeser, sınır dışı uygulamasını pratiğe dökmek için pek çok ülke ile görüşme halinde olduğunu, Suriye ile ilgili uygulamaya dair soruların yanıtlanmasının yanında bu ülkenin içinde bulunduğu durumun da yeniden değerlendirilmesinin gerekli olduğunu ifade etmişti. Faeser, atılacak bu adımları da yakın bir gelecekte, Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock ile çözüme kavuşturacaklarına inandığını belirtmişti.
Kapat
İzmir’de yaşayan Suriyeli Izedîn El Esanî (15) adlı çocuk, ırkçı saldırıya uğradı. El Arabiya internet sitesinin paylaştığı ...
25 Temmuz - Kayseri’deki saldırıların ardından İzmir’e yerleşen Suriyeli Izedîn El Esanî (15) adlı çocuk, ırkçı saldırıya uğradı. (Nupel TV) Devamı25 Temmuz - Kayseri’deki saldırıların ardından İzmir’e yerleşen Suriyeli Izedîn El Esanî (15) adlı çocuk, ırkçı saldırıya uğradı. (Nupel TV)
İzmir’de yaşayan Suriyeli Izedîn El Esanî (15) adlı çocuk, ırkçı saldırıya uğradı. El Arabiya internet sitesinin paylaştığı bilgilere göre, El Esanî’nin ailesiyle birlikte Kayseri’de kaldığı, ancak Kayseri’de Suriyelilere yönelik şiddet başlayınca temmuz ayı başında İzmir’e taşındığı öğrenildi.
El Esanî’nin araç yıkama işinde çalıştığı sırada ırkçı saldırıya maruz kaldığı ve başından, burnundan yaralandığı, dişlerinin kırıldığı bilgisine yer verilen haberde, Esanî’nin saldırı sonrası bilinç kaybı yaşadığı da belirtildi.
Esanî ailesi, ırkçı saldırganın babasının, kendilerini şikâyetçi olmamaları konusunda tehdit ettiğini aktardı.
https://nupel.tv/izmirde-irkci-saldiri/
KapatGazete Duvar’dan Nuray Pehlivan’ın Halkların Köprüsü Derneği Kurucu Başkanı Prof. Dr. Cem Terzi ile gerçekleştirdiği ...
22 Temmuz - Cem Terzi: “Mülteci meselesi arafta tutulursa çatışma kaçınılmaz” (Enternasyonal Dayanışma) Devamı22 Temmuz - Cem Terzi: “Mülteci meselesi arafta tutulursa çatışma kaçınılmaz” (Enternasyonal Dayanışma)
Gazete Duvar’dan Nuray Pehlivan’ın Halkların Köprüsü Derneği Kurucu Başkanı Prof. Dr. Cem Terzi ile gerçekleştirdiği söyleşiyi okurlarımızın dikkatine sunuyoruz:
1934 İskan Kanunu’yla birlikte Türk olmayan azınlıklara uygulanan iskan politikası ile neler hedeflendi? Ermeni tehciri başta olmak üzere bu coğrafyada neler yaşandı? Mülteci gerçeğinin üzerinde nasıl bir örtü var? Türkiye’ye sığınan insanları vatandaşlıkla eşit statüde nasıl içeririz? Mültecileri insanlık dışı bir muameleye maruz bırakmadan konumlandırabileceğimiz bir düzenleme yapılabilir mi?
Mültecilerle ilgili yaptığı çalışmalarla bilinen Halkların Köprüsü Derneği Kurucu Başkanı Prof. Dr. Cem Terzi sorularımızı cevapladı.
Halkların Köprüsü Derneği barış sürecinin hemen akabinde kuruldu. Amacı Türkiye’de kutuplaşmış, düşmanlaştırılmış halklar arasında köprü olmaktı. Fakat çok kısa bir süre sonra Suriye’de giderek yaygınlaşan iç savaşla birlikte Türkiye büyük bir mülteci akınına uğradı. Derneğin kurucu başkanı olarak o süreci, nasıl bir tutum aldığınızı okurlarımız için kısaca anlatabilir misiniz?
O günler çok farklıydı. Çözüm süreci bir şekilde toplumda barışa dair ümitler yaratmıştı. Meclis çatısı altında hazırlıklar vardı. Şimdi bakınca sanki başka bir ülkeden söz ediyormuşuz gibi… Biz de İzmir’de Türkiye toplumunu oluşturan halklar arasında en tabandan, en sivil, en masumane, en insani çabayı göstermek, küçük de olsa barışa katkıda bulunmak için yola çıktık. Kendi aramızda tartıştıktan sonra ‘kamusal dostluk’ diye bir kavram tanımladık. Kamusal dostluğu; farklı kimliklerin, birbirlerini eşit ve eşdeğer kabul etmesi ve birbirleriyle dayanışmasını sağlayacak demokratik bir ilişki biçimi olarak tanımladık. Türkiye toplumunu oluşturan halklar arasındaki birbirlerine ilişkin korku, nefret, düşmanlık gibi olumsuz, çatışmacı ve ötekileştirici duvarları yıkmayı, bunu da bir araya gelip çok farklı dayanışmalar üreterek, hayatı sokakta eyleyerek katkı koymayı amaçladık. Sadece Kürtler değil, mesela Romanlar da derdimizdi. İlk çalışmamız Roman hemşehrilerimiz ile buluşmak olmuştu.
Suriye’deki savaştan kaçan insanların dalga dalga önce sınır kentlerine sonra, İstanbul, İzmir gibi kentlerin sokaklarına ulaşması ile birlikte mülteciler hayatımıza girdi. Türkiye’nin yeni bir ötekisi oluşmuştu ve yüz binleri bulan bir göç dalgası ile gelmişlerdi. Biz dahil toplum ne olup bittiğini anlamakta güçlük çekiyordu. Başta sağlık, beslenme, barınma olmak üzere acil ihtiyaçları vardı. Bu acil ihtiyaçların karşılanmasını sağlamak, kamu kuruluşlarını göreve çağırmak, toplumu mültecilerin durumu, ihtiyaçları ve kurumların bunları karşılama konusundaki ataletleri hakkında bilgilendirmek için harekete geçtik. Bunlar bizim ilk kuruluş günlerimizde oldu. Derneği kurmaktaki amacımız olan kamusal dostluk arayışı, tam da bu nedenle, bütün enerjimizle bu alana eğilmemizi gerektirdi. Bizim konuya olan ilgimiz kent tarafından anlaşılınca, bir nevi dayanışmanın örgütlenmesinin merkezi haline geldik. Çevremizden, kurumlardan İzmir’deki mültecilerin durumları hakkında bilgi akmaya başladı ve biz de elimizden geleni yapmak için çabaladık. Bizim derneğin en güçlü yanlarından biri 100’e yakın sağlıkçıdan oluşan bir gönüllü grubunun olmasıydı. Adeta küçük bir hastane gibiydik…
Sonra o en sıcak yaz, Haziran 2015 yazı geldi çattı. İzmir göç merkezi haline geldi. Her gün binlerce insan Basmane’den Yunan adalarına geçmeye çalışıyordu. Biz de her gün Basmane’ye gidip sokaktaki insanlara sağlık taraması yapıyor; gıda, giysi, hijyen malzemesi dağıtıyorduk. Durumun vahametini görmemeyi ve hiçbir şey yapmamayı seçen merkezi ve yerel yöneticileri göreve çağıran eylemler yapıyorduk. Bu eylemlere mültecilerin katılması için çok çaba sarf ettik. Basmane’de, kavurucu sıcakta, sokakta asfaltın üzerinde yatan insanları, CHP’li Konak Belediye Başkanı makam odasından seyrediyordu. AKP il binası da bu meydana bakıyordu, pencereden seyrediyorlardı. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar hastalar, binlerce insan; tuvalet yok, banyo yok, su yok, insan kaçakçıları ile buluşmak üzere bekliyorlar. Geceleri derme çatma teknelerle, lastik botlarla Yunan adalarına geçmeye çalışıyorlar. Yerel esnaf işi gücü bırakmış bu insanlara sahte can yelekleri satmakla meşgul. Tam burada büyük bir yeşil alan ve çeşitli hizmetlerin verilebileceği İzmir Fuar’ı var. Mülteciler Fuar alanına giremesin diye kapılarını zincirlediler. Girişleri engellemek için kapılara güvenlik güçleri koydular. Ağacın gölgesini esirgediler insanlardan! Valiliğe, Büyükşehir ve Konak Belediyesi’ne defalarca başvuruda bulunduk. Fuar’ın kapılarını açmaları için fuar önünde basın açıklaması yaptık. Bu ‘medeni, Avrupai, demokrat’ İzmir, ağacın gölgesini esirgedi mültecilerden ve çoğu insan bu durumu sadece seyretti. Aslında bütün şehir seyretti…
Dünya, dört bir yanda yaşanan savaşlarla birlikte belki de insanlık tarihinin gördüğü en kitlesel ve uzun süreli insani ve demografik bir altüst oluş içinde. İklim krizinin bu altüst oluşu daha da arttıracağı öngörülüyor. Bu durumun nedenlerini ve baş etmeye çalıştığımız bu acımasız, eşitsiz sürüklenmeye dair düşünceleriniz nelerdir?
Halen yaklaşık 300 milyon (Dünya nüfusunun yüzde 4‘ü) uluslararası göçmen, doğdukları yerden farklı bir ülkede yaşamını sürdürüyor. Varsıl ve yoksul ülkeler arasındaki büyük ekonomik eşitsizlik, demografik dengesizlikler, küresel kuzeyde doğurganlığın düşük olması ve iş gücü açığı, küresel güneydeki iş gücü fazlası, küreselleşme, neoliberal ekonomi, savaş ve çatışmalar, iklim değişikliği göçün temel nedenleri. Yerinden zorla edilmiş insan sayısı 70 milyon civarında. Orta Doğu’daki askeri müdahaleler, Avrupa’nın uzun zamandır bir tür yeni kölelik olarak kurumsallaştırdığı, göçmenleri ucuz işçiler olarak kullanma geleneği, eski sömürgelerinden bu şekilde yararlanmaya devam etmesi sorunu ateşliyor. Büyük fotoğraf için Batı’nın sömürgeci ve emperyalist geçmişi bugün de varlığını sürdürüyor diyebiliriz.
Amerika Birleşik Devletleri (ABD) eski başkanı George W. Bush’un 2001’de ilan ettiği ‘Global War On Terror’ (Teröre Karşı Küresel Savaş) doğrultusunda, ABD ordusunun açtığı vahşi sekiz savaş yüzünden en az 37 milyon (başka bir hesaplama ile 59 milyon) insan göç etmek zorunda kaldı. ABD askeri hareketleri ile göç etmek zorunda kalan 37 milyon insanın sadece yüzde 2.5’i ABD’ye mülteci olarak kabul edildi. Afganistan işgali 5.3 milyon zorunlu göçmene yol açtı. ABD’nin askeri ve siyasi müdahaleleri Pakistan’da 3.7 milyon, Libya’da 1.2 milyon, Suriye’de 7.1 milyon, Yemen’de 4.4 milyon, Somali’de 4.2 milyon ve Filipinler’de 1.7 milyon zorunlu göçmene yol açtı. Merkez kapitalist ülkeler mültecilerin sadece yüzde 14’üne kapılarını açtı, yüzde 86’sı ise geri kalmış ve gelişmekte olan komşu ülkelerde yaşamlarını sürdürüyor. 2016’da iklim felaketleri (yangın, sel vb. gibi) yüzünden yerinden olan insan sayısı 24 milyona ulaştı. United Nations University çalışması 2050’ye kadar iklim mültecilerinin sayısının 143 milyon hatta 1 milyara kadar çıkabileceğini söylüyor! Öte yandan NATO gelecekteki kitlesel göçlere karşı askeri müdahale hazırlıkları yapıyor. Avrupa yeni ‘demir perdeyi’ göçmenlere karşı oluşturmuş durumda. Mültecilere ve göçmenlere karşı üstü örtük bir savaş yürütülüyor. En varsılın en yoksula açtığı kirli bir savaş!
Basında ve dünya genelinde adeta resmi terminoloji gibi tekrarlanan ‘kaçak göçmen’ sözünü sık sık duyuyoruz. Sahada mültecilerle temas eden ve onlarla dayanışma gösteren bir kurumun temsilcisi olarak mülteci gerçeğinin üzerinde sizce nasıl bir örtü var?
Birleşmiş Milletler (BM) gibi küresel aktörler işlerine gelecek şekilde terminoloji yaratıyorlar. Bugün mülteci, göçmen, ekonomik göçmen ya da kaçak işçi ya da sığınmacılar arasındaki ayrımlar gerçek yaşamda tamamen anlamsızlaştı ve bu tanımlar geçerliliklerini yitirdi. Geçerli tek bir gerçek var: Dünya, uluslararası hukuk ilkelerini hiçe saymakta, baskı ve zulüm sebebiyle ülkelerinden kaçan insanları yasal olarak korumamaktadır. Vatansız kalan insanlar, iç savaş ve çatışmalar yüzünden evini, işini kaybetmiş, geleceğini kendi topraklarında göremeyen, küresel neoliberal politikaların dayattığı ekonomik, siyasi ve kültürel baskılar nedeniyle marjinalize olan, ülkesini terk etmek zorunda kalan insanlar BM’nin mülteci tanımında yer almıyorlar.
Öte yandan yeryüzünde savaş, yoksulluk, iklim değişikliği, siyasal baskılar, diktatörlükler, soykırımlar, sistematik toplumsal terör, küreselleşmenin neoliberal politikaları, toplu yersiz yurtsuzlaştırmalar ve ucuz iş gücü transferleri (köle ticareti) nedeniyle 60 milyon insan, mülteci statüsü olmayan mülteciler durumunda. Bu insanların onurlu bir yaşam sürme hakkı için BM ya da Avrupa Birliği (AB) hiçbir şey yapmıyor. Mültecilerle ilgili en yalın gerçek, bu insanların hayatta kalmak için kendi ülkelerini terk ederek her türlü vatandaşlık haklarını kaybettikleri ve sığındıkları ülkede de haklardan ve vatandaşlıktan mahrum biçimde hayatta kalma mücadelesi verdikleridir.
Göç, doğal ve durdurulamaz bir fenomendir. Avrupa tarihinin göçler tarihi olduğunu, yakın zamanda ABD’nin göç ile kurulduğunu hatırlayınız. İnsan her zaman göç etti. Bu yeni bir durum değil. Aslında tarihsel olarak incelendiğinde, göç çok kültürlü toplumların oluşmasını sağlamıştır ve çok sayıda kültür yan yana yaşayabilmiştir. Göçü siyasi ve sosyal olarak kontrol edilemez hale getiren ve bir trajediye dönüştüren savaşlardır. Batı -batı derken küresel kapitalist sistem demek istiyorum- mültecilere yardım için kendisini sorumlu hissederken göçmenlere karşı böyle bir sorumluluk duymuyor. Mülteciler arasında da ırk ve dine dayalı ayrımcılık yapılıyor. Bunun son örneğini Rusya-Ukrayna savaşında gördük. Suriyelilere kapılarını kapayanlar Ukraynalı mültecilere açtılar.
Aslında kaçak göçmen, düzenli göçmen, mülteci gibi tanımlamalar ve ayrım, güç sahibi kişi ve kurumlar tarafından göçmen ve mültecilerin iyiliği için değil, kendi politik amaçları için yapılıyor. Uluslararası hukuk ısrarla, doğrudan yaşamı tehdit altında olan ‘mülteci’ ile daha iyi yaşam koşulları elde etmeye çalışan ‘ekonomik göçmen’ arasında bu ayrımın yapılmasını öneriyor. Oysa, mülteciler ile göçmenler arasında böyle zorlama ve yapay bir ayrım yapıldığında, insani perspektiften doğan, bu insanların hepsinin yardıma ihtiyacı olduğu gerçeği yok edilerek, göçü kısıtlamaya giden yol açılmış oluyor. Bu nedenle Batı’nın bütün stratejisi bu ayrım üzerine kurulurken, ‘insan hakları perspektifi’ adı altında aslında göç kısıtlanmaya çalışılıyor. Bugün milyonlarca insan doğrudan can güvenliği tehdidi altında olmasa da evi, iş yeri bombalarla yıkıldığı, işsiz kaldığı, ırkı, dini, mezhebi yüzünden iş bulamadığı için yollardadır.
Afrika’da ve Orta Doğu’da insanlar kendi sorunlarını çözmekte, kendi toplumlarını değiştirmekte neden başarısız oluyorlar? Bu soruyu sordukça Batı’nın -küresel kapitalist sistemin- buna neden izin vermediği anlaşılacaktır. Libya Batı’nın müdahalesi ile kaosa sürüklendi. Bugün Libya’da birbiri ile savaşan üç hükümet var. Irak’ta, Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD)’nin yükselmesine neden olan durumun asıl sebebi ABD’nin bu ülkeyi işgal etmesidir. Orta Afrika Cumhuriyeti’nde kuzeydeki Müslümanlar ile güneydeki Hıristiyanlar arasında devam eden iç savaş, bir anda ortaya çıkan bir etnik nefretten ibaret değildir. Çatışmalar kuzeyde petrol bulunmasından sonra Fransa’nın ve Çin’in petrol kaynaklarını kontrol etme girişimleri ile tetiklendi. Bu örnekleri çoğaltabiliriz…
Göç, bugün Batı devletlerinde en önemli güvenlik sorunu olarak görülüyor…
Evet, devletler bilinçli bir şekilde, göçmenleri, işsizlik, şiddet, güvensizlik, uyuşturucu trafiği ve insan kaçakçılığı gibi sorunlardan sorumlu kişiler olarak gösteriyor ve onları kriminalize ediyorlar. Toplumların göçmenlerden korkması sağlanıyor. Bununla da yetinmeyerek göçle ilgili ‘akın’, ‘işgal’, ‘istila’, ‘zorla girme’ gibi ırkçı terimlerle yabancı düşmanlığı körükleniyor. Bu sayede ev sahibi ülkelerdeki sosyopolitik yapının ürettiği yapısal sorunlar toplumun dikkatinden kaçırılmış ve her problem göçmenlere bağlanmış oluyor. Kapitalizmin yapısal sorunları yerine, göçmenlerin sebep olduğu öne sürülen ‘kültürel uyumsuzluk’ söylemine odaklanmayı tercih ediyorlar. Toplumsal sorunların asıl nedeni olan eşitsizliklerin ve ayrımcılığın üstünü bu şekilde örtüyorlar.
Göçmenlerle ilgili sorunlar, aslında o ülkenin vatandaşları için de geçerli olan, yoksulluk, işsizlik, ayrımcılık, yabancı düşmanlığı, farklılık korkusu, milliyetçilik ve ırkçılık gibi yapısal sorunlardır. Refah devletleri çöküş içindedir. Merkez kapitalist ülkelerde ciddi biçimde endüstrisizleşme ortaya çıkmıştır. Sağ siyasetler, tüm bu büyük sorunları, göçmenlerin ulusun birlik ve saflığına karşı tehdit oluşturduğu algısına indirgemeye çalışmaktadır. Göç alan ülkelerin politikacıları, göçmenleri, ‘içerideki düşmanlar’ olarak tanımlıyorlar. Hükümetler, mültecileri ekonomik bir külfet olarak görüyorlar. Göçmenleri toplumun kültürünü bozan, kaynaklarını baltalayan, iş olanaklarını çalan, hayali bir yabancı düşman, hatta son zamanlarda terörist olarak niteliyorlar. AB’nin üye devletleri, sözde yasadışı göçten korunmak için ‘Özgürlük, Güvenlik ve Adalet’ adını verdikleri bir alan ilan ettiler. Bu havalı ismin altında yürüttükleri yasa dışı göç karşıtı faaliyetler, ölümlere yol açan çatışmalara sahne olan kirli bir savaş aslında.
Osmanlı’nın son dönemlerinden Cumhuriyet’e, çok etnisiteli bir imparatorluktan tek tipleştirilmiş, Türkleşmiş bir ulus devlete geçiş sürecinde, çok fazla acı ve yıkım var. İttihat Terakki Cemiyeti ile birlikte, Ermeni tehciri başta olmak üzere bu coğrafyada neler yaşandı?
İmparatorlukların ve ulus devletlerin göç, nüfus ve iskan politikalarının her zaman insan hakları çerçevesinde şekillenmediğini biliyoruz. Bugün karşılaştığımız bu büyük göçü toplumsal olarak nasıl karşılayacağımız ile ilgili dersleri kendi tarihimizden çıkarmaya çalışmak için Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin göç, nüfus ve iskan politikalarına bakmak gerekiyor.
19’uncu yüzyıl ortasından sonraki kitlesel göçler, Osmanlı’da ve ardından Türkiye Cumhuriyeti’nin (TC) başlangıcında, Anadolu’daki Türk-Müslüman nüfusunu oluşturmada çok önemli rol oynadı. Devlet, hem Osmanlı’da hem TC kuruluşu aşamasında Anadolu nüfusunun Türk ve müslümanlaştırılması için göçleri kullandı. 1850’den itibaren Kırım ve Kafkasya’dan Tatar ve Çerkesler geldi. 1877-1878’de, 93 harbi olarak anılan Osmanlı-Rus harbinden sonra, Rumeli göçmenleri adı verilen Romanya, Yunanistan ve Bulgaristan’dan Türk müslüman kökenliler geldi. 1860-1922 arasında gelen Kırım Tatarlarının sayısı 1 milyondan fazladır. 1859 -1879’da gelen Çerkes nüfus ise 2 milyon civarındadır. Daha sonraki yıllarda devlet anlaşmaları ile göçün sürdüğünü görüyoruz. Bulgaristan’la 1893-1902 döneminde yapılan anlaşmalarda 80 bine yakın Müslüman Anadolu’ya alındı. Osmanlı özellikle tarımda çalışacak insan gücünü, bu muhacir akımına toprak ve sermaye vererek değerlendirdi. Ancak bir süre sonra göçmen sayısı öyle bir noktaya ulaştı ki yeni gelenlere toprak ve sermaye vermek imkansızlaştı.
Erken Cumhuriyet yıllarında ise büyük mübadele ile karşılaşıyoruz. Yunanistan’la yapılan anlaşma ile 400 bin göçmenin Türkiye’ye gelmesi ve Anadolu’dan Rumların Yunanistan’a gönderilmesi sağlandı. Türk-Yunan nüfus mübadelesi, dünya göç tarihindeki sayılı nüfus politikalarından biridir. 19’uncu yüzyıl ortalarından TC ’nin kuruluşuna kadar, Anadolu’ya dışarıdan beş milyondan fazla Türk Müslüman geldi. Peki ya gidenler? En düşük tahminlere göre 2,5 milyon Rum ve Ermeni Anadolu’yu terk etmek zorunda kaldı. 1 milyon Ermeni soykırımda öldü.
Nüfus çalışmalarına baktığımızda, bir görüşe göre 1913’te Anadolu nüfusu 16 milyon idi ve 1923’te bu rakam 13 milyona düştü. Diğer bir araştırmaya göre ise Anadolu nüfusu 1912’de 17,5 milyon idi ve 1922’de 12 milyona düştü. Bu rakamlar bize Cumhuriyet dönemi öncesi Anadolu nüfusunun, savaşlar, iç çatışmalar, açlık ve sefalet yüzünden ölenler ve zorunlu göçlerle önemli bir değişime uğradığını gösteriyor. Bu değişimin temel özelliği Türk ve Müslüman nüfusun hem sayısal hem oransal artışı oldu. Savaş ve göçlerde çoğu erkek 2,5 milyon Türk nüfusu ölmesine rağmen bu artış dış göçlerle gelenlerle ve özellikle kırsal kesimde yaşayan ‘Gayri-Müslim’ nüfusun azalması ile gerçekleşti.
1923-1950 döneminde ise Cumhuriyet’in, bir ulusal kimlik arayışı ve aynı zamanda kalkınma ve modernleşme projesi çerçevesinde göç politikaları yürüttüğünü görüyoruz. Yani Osmanlı’nın göç politikasıyla, Cumhuriyet döneminin göç politikaları arasında dramatik bir kopuş yoktur. Temel ilke, Anadolu’nun Türk ve Müslümanlaştırılma projesi, Cumhuriyet ile de devam etti. Cumhuriyet de sınırları içindeki nüfusu dini açıdan homojenleştirmeye çalıştı. Genç Cumhuriyet aldığı göçmenlere toprak ve para yardımı yaptı ve Kürt isyanlarını engellemek için bu göçmenleri Anadolu’ya yerleştirmek suretiyle birtakım iskan politikaları uyguladı.
TC’nin göç politikasını; Balkanlar’dan, Türk soyundan gelen müslüman göçünü teşvik etmek, müslüman olmayanları ise dışlamak, Sünni ve Hanefi Müslüman Rumeli muhacirleri tercih ederken, Orta Asya, Orta Doğu ya da Afrika’dan gelen Türk ya da müslümanları vatandaş olarak benimsememek şeklinde özetlenebilir. Osmanlı’nın göç politikası 2. Abdülhamit’in İslamcı, Türkiye Cumhuriyeti’nin göç politikası da Mustafa Kemal’in laik ve Türk kimliğinin oluşturulmasında önemli bir rol oynadı.
1950 -1980 yılları arasında ise durum değişti. Tarımda modernleşme, kırdan kente büyük bir iç göçe yol açtı. Bu dönem aynı zamanda milli burjuvazinin devlet tarafından güçlendirilmesi dönemidir. Varlık Vergisi, 6-7 Eylül olayları, İstanbullu Rum ve Ermenilerin Türkiye’yi terk etmeleri, 1964’te Yunan pasaportu taşıyan Rumların sınır dışı edilmesi yani ‘Gayri Müslim’ kesimin Anadolu dışına sürülmesi devam etti. 1960’lardan sonra yurt dışına göç başladı. Almanya ile bir anlaşma yapıldı ve Türkiye kendi kır nüfusunu azaltmak üzere, ilk kafileyi tamamen köylerden seçerek, Almanya’ya işçi olarak gönderdi. Bu anlaşma 1973’e kadar devam etti.
1980’lerden sonra siyasi göç ile karşılaşıyoruz. Askeri darbe ve Özal’ın getirdiği neoliberalizm, Türkiye’de solcuların ve siyasi mücadele veren Kürtlerin Avrupa’ya göç etmesine neden oldu. 330 bin kişinin yurtdışına göç ettiği biliniyor. 1990’larda Türkiye iki büyük kitlesel göç ile karşılaştı. Bunların niteliksel farklarına bakmak, devlet refleksini görmemiz açısından çok önemli. Biri 1988’deki Halepçe katliamında Irak’tan gelen Kürtler (467 bin kişi) ve diğeri 1989’da Bulgaristan’dan, Jivkov’un asimilasyon politikaları yüzünden gelen ve soydaş denilen 360 bin kişi. Kürtlere hiçbir zaman vatandaşlık teklif edilmedi ve kalıcı olmaları istenmedi. Ancak, Bulgaristan’dan gelenlere hızlıca vatandaşlık verildiği gibi bazılarına ev, iş yeri, toprak gibi imkanlar sağlandı. Buna rağmen 360 bin kişiden yaklaşık yarısı Bulgaristan’da durum düzeldikten sonra geri döndü. Buradan da görüyoruz ki devlet, Jivkov’un mezaliminden kaçan Türk soydaşlarını mağdur olarak gördü ama Saddam’ın kimyasal bombalarından kaçan Iraklı Kürtlere aynı sempatiyi göstermedi. Oysa, oradan gelen Kürtler de buradaki Kürtlerin akrabası ve soydaşı idi. Iraklı Kürtler sınır illerinde çeşitli kamplarda tutuldular, durumları genellikle çok kötüydü. Irak Kürtlerinin tamamına yakını peyderpey Irak’a geri gönderildi.
İki binli yıllara gelirken, Türkiye göçmenler açısından bir transit ülke konumuna geldi. Öte yandan neoliberal kapitalist ekonomik dönüşüm, Türkiyeli emekçi sınıfına baskı uygularken, dışarıdan emek gücü almayı da teşvik etti. Türkiye’de, Suriyelilerden önce gelen, 1 milyon kayıt dışı yabancı işçi olduğu tahmin ediliyor.
Özetle TC‘nin nüfus ve iskan politikası, pek çok ulus devletinkine benzer şekilde, ulus inşası için kullanılan etkin bir araç oldu. Kendi iç sorunlarından kaynaklanan güvenlik kaygıları, göçmen politikalarında çok belirleyiciydi. Bu yaklaşımı aslında Osmanlı’dan miras aldı ve olduğu gibi devam ettirdi. Yeni TC uluslaşma politikası çerçevesinde yeni ‘vatandaşlık’ tanımı yaptı. Vatandaşlık kavramı ile yasal olarak dil, din, cinsiyet ve diğer bütün ayrımlar gözetilmeksizin, Türkiye’de yaşayan herkesin ‘Türk’ ve dolayısıyla ‘vatandaş’ olduğunu kabul etti. Pratikte ise, bütün ulusçuluk akımları gibi, bu tanım da ayrımcı oldu. Ulusun dili Türkçedir. ‘Vatandaş’ tanımı, büyük ölçüde aksansız Türkçe konuşan, Sünni, Müslüman, kentli, orta sınıfı kapsadı. Dili, dini ve mezhebi ayrı olanlar dışlandığı gibi kent aksanı ile konuşamayan köylüler de dışlandı. Köy-Kent gerilimi yaratıldı ve insanlar ‘vatandaşlık hakkı’’ alabilmek için köyden kente göçmeye başladı. Bunlara vatandaş yerine halk, ‘Bey’ yerine ‘Efendi’ denildi. Bu durum 90’lara kadar devam etti. Ne vatandaş ne de halk olabilen ‘Gayri-Müslimlerin’ ise terk etmekten başka pek şansları kalmadı. Kürtler ve Aleviler ise Türklüğe ve Sünniliğe asimile oldukları kadarı ile vatandaş olabildiler!
1934 İskan Kanunuyla (2510 sayılı kanun) birlikte Türk olmayan azınlıklara yönelik toplu ve zorunlu göç yoluyla yeni bir asimilasyon politikası yürürlüğe girdi. T.C. Devleti azınlıklara uygulamış olduğu iskan politikası ile sizce neleri hedefledi?
1930’da ilan edilen iktisadi programda, dahili asayiş talep edildi ve şimdiye kadar Batı Anadolu’da yoğunlaşan tarım ekonomisinin daha verimli topraklar olan Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya yaygınlaştırılması önerildi. Bunun akabinde 1934’te bir iskan kanunu çıkarıldı ve Kürt Aşiret reisleri batıya doğru iç göçe zorlandı. Mesela Dersim isyanında tam olarak kaç kişinin sürüldüğü bilinmese de en düşük tahminlere göre 12 bin kişinin batıya sürüldüğü düşünülmektedir.
2510 sayılı İskan Kanunu, Cumhuriyet Dönemi iskan kanunları içerisinde en çok tartışılan kanunlardan biridir. TC’nin iskan siyasetinin temel belgesidir. 2510 sayılı İskan Kanunu hükümleri çerçevesinde, yerleşmek amacıyla ülkeye gelen Türk soylu ve Türk kültürüne bağlı kişiler, belirli koşullar altında, ülkeye muhacir (göçmen) olarak kabul edildiler. Muhacir olarak ülkeye kabul edilenler, gerekli işlemlerin tamamlanmasından sonra Bakanlar Kurulu kararıyla Türk vatandaşlığına alındı ve kendilerine bazı muafiyetler sağlandı. Sadece resmi rakamlara göre, 1923-1997 yılları arasında, toplam 1 milyon 648 bin 77 kişi ülkeye göçmen olarak yerleştirildi.
Kanun’un gerekçesinde, Osmanlı Devleti’nin iskan politikası değerlendirilmekte ve Osmanlı Devleti’nin üç asırdan beri anavatana göç eden muhacirleri sistemli bir iskan politikasına tabi tutmadığı ileri sürülmektedir. Osmanlı Devleti’nin, muhacirleri iskan ederken, onları Türk kültürü içerisinde kaynaştıramaması ve Türkçeyi anadil olarak benimsetmeye çalışmamasından şikayet edilmekte ve bu durumun sonuçları değerlendirilmektedir. Yine eleştirilen bir diğer konu da Osmanlı Devleti’nin aşiretleri iskan siyasetidir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde aşiretlerin, ağalığın, beyliğin bir idare tarzı olarak benimsendiği yargısı üzerinde durularak, bu durumun yol açtığı sorunlardan bahsedilir.
Kanunun 2 temel amacı vardır: Türk kültürünü kuvvetlendirmek ve dil davasını çözüme kavuşturmak. Bu amacı gerçekleştirmek için memlekete Türk kültürüne bağlı göçmen getirerek Türk kültürlü nüfusu yoğunlaştırmak, bunun için de milli sınırların dışında kalmış soydaşlara, ülkenin geniş toprakları üzerinde yurt edindirmenin gerekliliğini vurgulamak.
Türk kültürüne bağlı olmayan nüfus kitlelerini bir yerleşim bölgesinden bir başka yerleşim bölgesine taşıyarak dağınık bir şekilde yerleştirmek ve bunları Türk kültürüne bağlayarak Türk kültürünü kuvvetlendirmek.
Bu çerçevede 2510 sayılı İskan Kanunu, ulus devlet idealinin gerçekleştirilmesinde oldukça önemli bir rol üstlendi. 2510 sayılı İskan Kanunu, göçmen kabul politikasına yönelik olarak göçmen ve mülteci tanımlamalarında Türk soy ve kültürüne, mensubiyetine yaptığı vurguya dikkat edilmelidir. Ayrıca kanun metnine hakim olan kimlik vurgusuna rağmen, mülteci ve göçmen kabul pratiklerinde dinin de özel bir yere sahip olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Türk olmayan Müslüman Arnavutlar, Boşnaklar ve Pomakların, mülteci veya göçmen olarak kabul edilmesine rağmen Ortodoks Gagavuz Türkleri veya Şii Azeriler bu ayrıcalıktan faydalanamadı.
İkinci önemli iskan kanunuyla da 2006 yılında karşılaşıyoruz…
Evet, AB katılım sürecinde oldukça önemli bir belge olan 9’uncu Uyum Paketi’ne hazırlık olarak bir dizi kanun tasarı ve teklifinin görüşüldüğü bir dönemde 5543 sayılı İskaan Kanunu, 26/09/2006 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. 5543 sayılı Kanun’a göre göçmen tanımı, Türk soyundan ve Türk kültürüne bağlı olup, yerleşmek amacıyla tek başına veya toplu halde Türkiye’ye gelip bu kanun gereğince kabul olunan kişileri kapsıyor.
Türkiye’de yerleşmek amacıyla, hükümetten iskan yardımı istememek şartıyla dışarıdan gelmek isteyen Türk soyundan kimseler serbest göçmen olarak adlandırılmıştır. Söz konusu kavramların tanımında dikkat çeken nokta, göçebe ve göçmen kavramlarının daha önceki iskan kanunlarına benzer şekilde ele alınarak göçmen ve serbest göçmen olabilmek, Türk soyundan gelmek ve Türk kültürüne bağlı olmak şeklinde çok benzer biçimde tanımlanmış olmasıdır. Göçmen kabulünde Türk soyu ve Türk kültürü kavramları bir kez daha vurgulanmıştır.
2510 sayılı İskaan Kanunu’nun yürürlüğe girdiği 1934 yılında yaklaşık olarak 17 milyon olan ülke nüfusu, 2006 yılı itibarıyla 70 milyonu aşmış durumdaydı. Ülke genelinde yapılan barajlar ve diğer ekonomik tesisler nedeniyle yerlerini terk etmek zorunda kalan ailelerin iskan sorunları giderek büyümüştü. Buna ek olarak, İçişleri Bakanlığı verilerine göre Doğu Anadolu’da çatışmalar dolayısıyla 3 bin 688 köy ve mezra boşaltılmış, 353 bin 280 kişi göç etmek zorunda kalmıştı. Bunlardan 127 bin 820 kişi Köye Dönüş Projesi kapsamına alınmış, Köye Dönüş Yasası gereği zarar görenlerin zararı karşılanmıştı. Köye dönüş projesi kapsamında 69 bin 832 kişi resmi başvuruda bulundu. Aynı dönemde, yerinden edilen 1.500 kişi mağduriyetleri nedeniyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurdu ve TC’ye 14 milyar TL’lik tazminat cezası verildi.
Bu yıllarda önemli bir diğer konu da uluslararası göç hareketleri oldu. 2005 yılı sonuna kadar toplamda 1 milyon 650 bin 604 nüfus, gerek iskanlı gerekse serbest göçmen statüsünde kabul edildi. Bu çerçevede 5543 sayılı İskan Kanunu, uluslararası sisteme uyum sürecinin uzantısı, dolayısıyla da son yüzyılın en önemli ekonomik, toplumsal ve siyasal olgusu olan küreselleşme sürecinin yansıması olarak da değerlendirilebilir.
Özetle yeni kurulan TC’nin ulusal güvenlik algısı temelde doğudaki Kürt nüfusa karşı oldu. Dolayısıyla bu dönemdeki iskan ve göç politikalarında güvenlik kaygıları belirleyici oldu.
İskan siyaseti ve göç politikaları da ulusal güvenliğin tamamen Türk kimliği ve birliği üzerine kurulması nedeniyle bu amacı gerçekleştirmek üzere yürütüldü. 2510 sayılı Kanun ve bu iskan siyasetinde zaman içinde bir değişim, demokrasi kültürünün yerleşmesi beklenirken maalesef 2006 yılında bile güvenlik ve tehdit algısına devam eden yeni kanun da benzer özü korudu.
1960 sonrası dönemde ise “Çok Nüfus, Şen Nüfus, Tok Nüfus” sloganı ile kavramlaştırılmış olan nüfus politikaları, nüfusta belli bir düzeye ulaşılması ve değişen güvenlik algıları nedeniyle yeniden biçimlendi. Bu süreçte göçmenlerin genellikle iskanlı statüde kabul edilmesi şeklindeki politika da değişti ve göçmenlerin çoğunlukla serbest statüde kabul edildiği bir dönem başladı.
1999 Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin AB’ye aday ülke olarak kabul edilmesi, ulus devlet anlayışı çerçevesinde kurgulanan göç ve göçmen kabul politikalarında yeni bir süreci beraberinde getirdi. Ne kadar değişim olduğu ise ayrı bir söyleşinin konusu olabilir.
Osmanlı’da ve TC’de, Gayrı-Müslimler, Sünni olmayan Müslümanlar ve Türk olmayanlar, var olan Sünni-İslam-Türk düzenini bozmadıkça tolere edildiler. TC Sünni, Müslüman, Türk kimliğini benimsedi ve Sünni, Müslüman, Türk olmayan etnik, kültürel ve dini gruplara eşit yaklaşmadı. AKP’den önce ibre Türklüğe doğru iken, AKP ile ibre Sünni İslama döndü. Bu bağlamda göçmenler, (Türk –Müslüman kökenli: örneğin Özbek, Uygur Türkleri, Türkmenler), misafirler, (Müslüman orijin, fakat Türk değil: Ensar, hak yerine dini yardımseverlik, hayırseverlik, himmet ile yaklaşılanlar: örneğin Suriyeliler) ve Yabancılar, (Müslüman olmayanlar: örneğin Avrupa Birliği vatandaşları) tanımları güncel uygulamalara temel oluşturdu.
Cumhurbaşkanı ve AKP, Suriyeli mültecilere yönelik ilk günden itibaren ‘misafir ağırlama’ yaklaşımını ve islami değerlere uygun merhamet duygusunu dillendirdi. ‘Suriye’deki zorba rejimden’ kaçan Suriyelilere muhacir, onlara yardım edenler de ensar -Müslümanların Mekke’den Medine’ye göçmesi ve Medineli halkın yaptıkları yardımlar nedeniyle ensar adını almasına göndermede bulunularak- tanımlaması yapıldı. AKP’nin Suriyeli mültecileri millileştirmesi veya Müslüman kardeşliği üzerinden soydaşlaştırılması çabalarının arkasında bölgesel güç olma arayışı vardır. Bir yandan AB ülkelerinin aksine Türkiye’de Suriyelilere gösterilen misafirperverlik ve merhametin milli gurur kaynağı olduğuna vurgu yapılıyor, öte yandan her fırsatta Suriyelilerin AB’ye karşı bir kitlesel göç silahı olarak kullanılmasından çekinilmiyor.
1990’larda köylerinin yakılmasıyla milyonlarca Kürt köylüsü zorunlu göçe maruz kaldı ve çoğunlukla Türkiye’nin batısına, büyük şehirlere göç ettiler. Bu zorunlu göçün Türkiye’nin siyasal, sosyo kültürel ve ekonomik yapısına ve Kürtlere nasıl etkileri oldu?
1980’lerden itibaren 90’ların ortalarına, 97’lere kadar devlet zorunlu göç politikası uyguladı. Bir çalışmada 1984-2006 arasında 900 bin ile 1 milyon 300 bin arasında Kürt nüfusunun yerinden edildiği bildirilmiştir. Bu rakamı 3-4 milyon olarak tahmin edenler de var. Köyler boşaltıldı ve insanlar İzmir’e, Adana’ya, Mersin’e, İstanbul’a, Ankara’ya göç ettirildi. Bu insanlar devlet geleneği haline gelmiş asimilasyon politikalarına maruz bırakıldılar. Üstelik batı illerinin ucuz iş gücü oldular. Göçtükleri hemen her yerde kültürel ve siyasal olarak reddiye ile karşılaştılar. Bir anti-Kürtlük atmosferi ortaya çıktı.
İzmir de bu konuda başı çekiyordu. 2005 yılında Kıbrıs Şehitleri Caddesi’ne bir stant kuruldu ve ‘’Kürtlerin üremesini engelleyelim’’ broşürleri dağıtıldı. Bu derneğin Kürtlerin üremesinin engellenmesi hakkında başlattığı imza kampanyası yargıya taşındı ancak 2011 yılında dernek bu davadan beraat etti. “Kürtlerin üremesi durdurulsun” diyen dernek kapatıldı ama yine de davadan beraat ettirildi. Bugün batı illerindeki Kürt nüfusun seçimlerdeki tercihlerine bakınca devletin asimilasyon politikalarının istenildiği kadar başarılı olmadığını söyleyebiliriz.
Ülkemizde her geçen gün biraz daha yükselen bir mülteci düşmanlığı söz konusu. Sizce bu koşullarda ve bu nefret ortamında halklar arasında bir köprü kurabilmek gerçekten mümkün mü?
Mültecilerin iç ve dış siyasette, konjonktürel ihtiyaçlara göre siyasi söylemin piyonları olarak kullanılması çok olumsuz bir duruma yol açıyor. Bu söylemler toplumun aklını karıştırıp, gerginliği arttırıyor. Toplumda var olan kendisi gibi olmayana, yabancıya, ötekiye, göçmene ya da mülteciye dair önyargı, rekabet duygusu içinde şiddet barındırıyor. Bugün yaşanan ekonomik kriz nedeniyle şiddet kontrolden çıkabiliyor ve en korkulana; gerçeğe dönüşüyor. Bunu önlemenin yolu haksız rekabeti önlemek. Yokluk, yoksunluk kitleleri kendi adaletini aramaya yönlendirebiliyor. Devlet sosyal adalet için adım atmazsa ve mülteci meselesini arafta tutmaya devam ederse çatışma kaçınılmaz olur.
Son olarak; Türkiye’ye sığınan insanları vatandaşlıkla eşit statüde nasıl içeririz? Onları hem kendi ülkelerine yabancılaştırmadan, özlemlerini, dönüş isteklerini yok etmeden, ama aynı zamanda insanlık dışı bir muameleye maruz bırakmadan konumlandırabileceğimiz bir düzenleme nasıl yapılabilir?
Bunun için kuşkusuz ki yeni bir anayasal düzenleme yapma gereği var. Anayasanın eşit vatandaşlık üzerinden yeniden kurgulanması gerekir. Öte yandan Türkiye sosyal entegrasyona sadece Suriyeliler için ihtiyaç duymuyor. Bütün toplumun sosyal entegrasyona ihtiyacı var. Türkiye’de eşit vatandaşlık meselesinin en önemli sorunu Anayasa aracılığıyla herkese Türk kimliğinin dayatılmasıdır. Oysa Türkiye’de yaşayan herkes Türk değildir. Herkes Türkiyelidir. Eşit vatandaşlık meselesine insan hakları ve demokrasi açısından bakıldığında en az Suriyeliler kadar Türkiyelilerin de sosyal entegrasyona ihtiyacı var. Bu da insan haklarını esas alan demokratik bir anayasa değişikliği ile mümkündür. Bu durumda pek çok sorunun bütünleştiğini görüyoruz. Suriyeli mülteci meselesi ile Türkiye’nin yeni anayasa ihtiyacı aynı anda, aynı masanın üzerinde duruyor. İnsan hakları açısından herhangi bir vatandaşla, ülkesini savaş yüzünden bırakıp buraya gelmiş bir mülteci, göçmen, sığınmacı arasında hiçbir fark yok!
Devletlerin mültecilere vatandaşlık vermesi bir yükümlülük olmamakla beraber, Cenevre Sözleşmesi’nin 34. maddesi bunu kuvvetle tavsiye ediyor. Mültecileri vatandaşlığa almak uluslararası hukuka uygun bir adımdır. Ancak ayrımcılık yapmak; kalifiye ve varlıklı olanı alıp asıl ihtiyaç sahibi milyonlarca yoksul Suriyeliyi dışlamak bir çözüm olamaz. Mülteciler için uygulanan coğrafi kısıtlamayı kaldırmadan, hak ettikleri mülteci statüsünü vermeden, ayrımcı, kısmi ve eksik vatandaşlık hakkı meseleyi çözmekten çok uzaktır. Tüm mültecilere vatandaşlık başvurusu hakkı tanınmadan bunun sadece bazı Suriyeliler için olması da başı başına bir sorun ve ayrımcılıktır.
Türkiye’nin yapması gereken, mültecilerle ilgili 1951 Cenevre Sözleşmesi’ni tam olarak uygulamak; coğrafi kısıtlamayı kaldırmaktır.
Suriyelilerin bir kısmı daha iyi bir yaşam için ya da hali hazırda Avrupa’da bulunan yakınları ile birleşmek için Batı ülkelerine gitmek istiyorlar. Türkiye vatandaşı oldukları zaman bu şansı kaybedecekler. Pek çok Suriyeli ülkesinden tamamen vaz geçmiş değil. Zamanla geri dönmek isteyenler olacaktır. Bu bağlamda barınma ihtiyacından beslenmeye, eğitime, iş hayatına, sağlığa kadar uzanan çok geniş bir yelpazede kişilerin haklara erişimi için pek çok çalışma yapmak gerekiyor.
Temel ilkeler bellidir: Güvenli bir ikamet statüsü, eğitim olanaklarından eşit biçimde yararlanma, emek piyasasında eşit biçimde yer alabilme, sosyal güvenlik ve sağlık hizmetlerine eşit biçimde ulaşabilme, geleneksel kültürlerin korunabilmesi, yabancı düşmanlığından arınmış bir ortamda yaşama olanağının sağlanması, Türkiye’nin toplumsal ve siyasal yaşamına katılabilme olanağının sağlanması.
Toplumun doğru bilgilendirilmesi, Suriyelilerin artık misafir olmadığı, daha kalıcı çözümler için devletin bazı planlamalar yapması ve bunları toplumla paylaşması gerekiyor. Mültecileri dışlama, ırkçılık, hınç gibi reaksiyonlardan korumak için devletin politikalarının açık, tutarlı, gerçekçi ve demokratik olması gerekiyor.
Toplumun orta sınıfı ve laik kesiminde Suriyeli mülteciler bir başka tedirginliğe yol açıyor. Kitlesel göç sonucunda AKP’nin yeni bir müttefik, hatta gelecekte oy deposu kazandığını düşünerek önyargılar geliştiriyorlar. İzmir bu tepkinin yoğun yaşandığı illerden biri. Suriyelilerin yaşam biçimleri, örneğin çok çocuk sahibi olmaları üzerinden yapılan acımasız eleştiriler aslında Türkiye toplumunda bir süredir devam eden kutuplaşmadan besleniyor.
Vatandaşlığın ulus devlet aidiyeti ile sınırlanmasını reddetmeyi başarırsak, ulus devletlerin etnik ve/ veya dinsel totalitarizmin uygulayıcısı olmasını reddetmiş oluruz. Bunun yerine ulus devleti, bir arada yaşam iradesi için yeni gelenlerle de gönüllülükle ortaklaşabilen bir politik toplum formu olarak tanımlamak mümkün. Uygarlık ‘yerleşme’ ile başlar. Birilerinin yerleşme haklarını elinden aldığınızda aslında insanlığın bir kısmını insanlıktan çıkarıyorsunuz ve aslında bu bizzat insanlığı yok etmektir. Ulus ortak bir yerleşme kararından başka bir şey değildir ve yeni gelenlerin bu karara katılması ulusu yok etmez, tersine ulusu genişletir, güçlendirir.
Vatandaşlığı kutsamaktan vaz geçmek lazım: Kişi vatandaştır, ama aynı zamanda insandır. 1789 Bildirgesi’nin başında ‘İnsan ve vatandaş hakları’ denmesinin nedeni budur. Devlet yokken de haklar vardı. Devlet ancak siyasal hakları garanti eder, biz insan olarak zaten belli haklara sahibiz. Devleti insanlar kurdu ve haklar insanlarındır. İnsan onuru ve insan hakları açısından herhangi bir vatandaşla ülkesini bırakıp başka bir ülkeye gelmiş bir mülteci, göçmen ya da sığınmacı arasında hiçbir fark yoktur. Milyonlarca kişiyi nasıl barındıracağınızı, nasıl okutacağınızı bilmeden Esad’a karşı kullanmak üzere kabul etmek insan onuru ile bağdaşmaz. Bu insanlara bakamayacağınızı bile bile AB’den siyasi imtiyazlar koparmak için geri gönderme anlaşmasını imzalamak insan onuru ile bağdaşmaz. AB ile ilişkiler kötü gidince “bu insanları gönderirim” diye şantaj yapmak insan onuru ile bağdaşmaz. İnsan olduğumuzu, önce ve sadece insan olduğumuzu, hiçbir zaman unutmamamız gerekir!
Kapat
Sokak toplayıcılığı en zor iş kollarından biri. Sokak toplayıcılarının önemli bir kısmı Suriye uyruklu. (Yüzde 39,8) Afganistan uyruklu olanların oranı ...
21 Temmuz - Rapor Bülteni: Sokak toplayıcılarının önemli bir kısmı Suriye uyruklu (Yüzde 39,8) Devamı21 Temmuz - Rapor Bülteni: Sokak toplayıcılarının önemli bir kısmı Suriye uyruklu (Yüzde 39,8)
Sokak toplayıcılığı en zor iş kollarından biri. Sokak toplayıcılarının önemli bir kısmı Suriye uyruklu. (Yüzde 39,8) Afganistan uyruklu olanların oranı ise %6,2.
https://twitter.com/raporbulteni/status/1814313692525215821
KapatKayseri Geri Gönderme Merkezi’nde sınır dışı edilmek üzere 150 ailenin alındığı iddia edildi. KARAR’a konuşan MAZLUMDER Şube Başkanı Ahmet ...
19 Temmuz - Mülteci karşıtı saldırılar sonrası 150 Suriyeli aileye sınır dışı şoku - SEMA KIZILARSLAN (Karar) Devamı19 Temmuz - Mülteci karşıtı saldırılar sonrası 150 Suriyeli aileye sınır dışı şoku - SEMA KIZILARSLAN (Karar)
Kayseri Geri Gönderme Merkezi’nde sınır dışı edilmek üzere 150 ailenin alındığı iddia edildi. KARAR’a konuşan MAZLUMDER Şube Başkanı Ahmet Taş, suça karışmamış, ciddi deliller oluşmadan ve yargılama süreci tamamlanmadan sınır dışı edilen ailelerin mağdur edildiğine dikkat çekti.
30 Haziran 2024'te Kayseri'de yabancı uyruklu zihinsel engelli bir kişinin bir kız çocuğuna cinsel istismarda bulunduğu iddiası kentte büyük gerginliğe neden oldu. Bu iddianın yayılması üzerine, Eskişehir Bağları olarak bilinen Danişmentgazi Mahallesi'nde sokağa dökülen tepkili kalabalık, ırkçı sloganlar eşliğinde burada yaşayan Suriyelilerin ev ve işyerlerini hedef aldı. Kayseri'de başlayan Suriyelilere yönelik şiddet olayları farklı şehirlere yayıldı. Antalya'da 17 yaşındaki Suriyeli Ahmet Handan El Naif, uğradığı ırkçı saldırı sonrası bıçaklanarak öldürüldü.
Kayseri’deki olaylar son günlerde duruldu ancak zorla geri gönderme uygulamaları son zamanlarda artmaya başladı. KARAR’a konuşan MAZLUMDER Şube Başkanı Ahmet Taş, içerisinde çocuk ve bebeklerin de olduğu yaklaşık 150 ailenin sınır dışı edilmek üzere Kayseri Geri Gönderme Merkezi’nde tutulduğunu söyledi.
Taş, “150 aile geri gönderme merkezine alınmış. Avukatlarımız merkeze gidip incelem yaptı. ‘Daha bunlar hakkında bir dosya hazırlamadık. Bunlarla ilgili bir işlem yapmanız mümkün değil. Dosyayı hazırladığımda gelin.’ demişler.” dedi.
“150 AİLE DİYORLAR, BELKİ DE 300 İNSAN VARDIR”
Kayseri’de olayların durulduğunu ancak zaman zaman yine Suriyelilere yönelik bazı saldırılar olduğunu ifade eden Taş, Kayseri Geri Gönderme Merkezi’nde yaklaşık 350 kişinin tutulduğuna dikkat çekti:
“Ayrıca bazı insanların da Suriye'ye gitmek veya dönmek için müracaat ettikleri bilgisi bana ulaştı. Şu anda şehirde durum sakin sayılır ama mutlaka güvenlik tedbirlerinin devam etmesi gerekir. Geri gönderme merkezi yüksek kapasiteli bir yer değil. Ben daha önce orayı gördüm. Şimdi orada bir yığıntının olduğundan bahsediyorlar. 150 aile var diyorlar. Belki de 300-350 insan vardır. Oranın bunu kaldıracak kapasitede olmadığını tahmin ediyorum.”
“HUKUKSUZCA YOLLAMAK BİZE YAKIŞMAZ”
Zorla geri gönderme uygulamasını hatırlatan Taş, suç işlediği sabit olan ve delillendiren kişilerin gönderilmesi gerektiğini ancak hukuksuzca tutulan kişilere insanca muamele edilmesi gerektiğini anlattı:
“Devlet, tüm uygulamalarında hukukun içinde kalmalı. Bu insanları yargılamadan deport etmemeli, istemedikleri ülkelere göndermemeli. İnsanca muamele bizim devlet olarak görevimiz. Suç işlemişse, suçu sabitse ve mahkeme kararı varsa gönderelim. Ama eziyet ederek hem devlet yapımızı hem de hukuk yapımızı yok sayarak göndermek bize yakışmaz.”
KapatKayseri’nin Melikgazi ilçesinde 30 Haziran günü 7 yaşındaki çocuğa yönelik cinsel taciz iddiaları üzerine Suriyelilere yönelik ...
19 Temmuz - Yeni türde ırkçılık örgütleniyor – Ercüment Akdeniz (Yeni Yaşam) Devamı19 Temmuz - Yeni türde ırkçılık örgütleniyor – Ercüment Akdeniz (Yeni Yaşam)
Kayseri’nin Melikgazi ilçesinde 30 Haziran günü 7 yaşındaki çocuğa yönelik cinsel taciz iddiaları üzerine Suriyelilere yönelik büyük bir linç başlatıldı. Gece boyunca mültecilere ait işyerleri ve araçlar yakıldı, evler taşlandı. Ertesi gün birçok kente yayılan saldırılarda yağma olayları yaşandı. Irkçı saldırılar; Hatay, Riha (Urfa) ve Dîlok (Antep) gibi mültecilerin yoğun yaşadığı kentlere yayıldı. Mülteciler evlerinden günlerce dışarı çıkamadı ve işyerlerini açamadı. Bu saldırılar sırasında 2 Temmuz’da Antalya’nın Serik ilçesinde caddede yürüyen 17 yaşındaki Ahmet Handan El Naif isimli Suriyeli mülteci çocuk bıçaklanarak katledildi. Gazeteci-yazar Ercüment Akdeniz, AKP iktidarının mülteci politikasını, ırkçı saldırıları, mültecilerin şantaj aracı olarak kullanılmasını ve mülteciler üzerinden kışkırtılan milliyetçi dalgayı gazetemize değerlendirdi.
- Kürt, Alevi ve Hıristiyan halklar hedef listesine Suriyeliler de mi eklendi, yoksa dönemsel bir durum mu?
Bir çocuğun istismarı haberi üzerinden Kayseri’de galeyan olayları gerçekleşti. Evler yakıldı, dükkanlar harap edildi, Suriyelilere ait arabalar devrildi. Oysa istismar olayları yeni değil. Aile içi ensest, çocuk istismarı gibi vakalar yerli insanlar arasında da yaşanıyor. Tarikat yurtlarında onlarca çocuk istismar edilmedi mi? Ama bakınız o zaman böyle bir tepki ya da galeyan olmadı. Toplum çeşitli nedenlerle oluşmuş öfkesini en kolay mülteciler üzerinden gösteriyor. Çünkü en sahipsiz gruplar mülteciler. Mültecilere karşı nefret suçlarında caydırıcı cezalar söz konusu değil. Kolluk kuvvetleri de çoğu durumda seyirci. Linç kalabalıkları sırt sıvanarak, “İstismara uğrayan çocuk Türk değil” denerek yatıştırılırsa bu tür ırkçı saldırılar durmaz, katlanarak büyür. “Irkçı” diyorum çünkü olayların akışında organize güçler de devreye girdi, bozkurt işaretleriyle milliyetçi sloganlar atıldı. Bir insanın suçu bütün mülteci topluma mal ediliyor ve göçmen düşmanı ırkçı sloganlarla saldırı gerçekleşiyorsa o eylem artık ırkçı evreye ulaşmıştır. Galeyan zincirinin devamında Antalya Serik’te 17 yaşındaki Suriyeli işçi bıçakla öldürüldü. Mülteciler pogromun eşiğinden döndüler, şimdilik!
Kayseri ve ardından gelişen linç dalgası 2 Temmuz’da Sivas’ta Alevi katliamının yıldönümüne denk geldi. Sivas yangınındaki alevler bu kez mülteci evlerine uzandı. Suriyelilerin basılan mahalleleri 6-7 Eylül olaylarını hatırlattı, yani Rumlara ve gayrimüslimlere yönelik pogromu. 1990’lı yıllarda köyleri yakılan, boşaltılan, zorunlu göçe tabi tutulan Kürtler de kent yaşamında linçlerin, ırkçı saldırıların hedefi oldular. Birkaç hafta önce Muğla’da 20 kadar Kürt tarım işçisi ırkçı saldırıda darp edildi. Dolayısıyla son dönem yaşanan saldırılar Kürtlere, Alevilere ve azınlık gruplara yapılan saldırılardan bağımsız değil.
Kayseri’deki galeyanda CHP milletvekili gençlerden evlerine dönmelerini istedi. CHP tabanında gençlerin de bu gerici dalgaya çekildiğini söylemek mümkün. CHP’nin zaman zaman mülteci karşıtı söylemleri de buna yol açıyor. Tanju Özcan örneği ortada. Yakın zamanda Dilovası olaylarında Kürt ve Alevi gençlerin Suriyelilere karşı kışkırtılıp linç atmosferine çekildiğini gördük. Bunlar tehlikeli işaretler. Sistem bir yandan mülteci düşmanlığı öte yandan milli maç ve bozkurt simgesi üzerinden yeni türde bir milliyetçilik örgütlüyor. Küresel siyasal atmosfer de buna müsait. Avrupa’da neo faşist, ırkçı partilerin yükselişi Türkiye’yi de etkisi altına alıyor. Prof. Dr. Adam Hanieh’in dediği gibi göçmenler üzerinden herkesi “birleştiren” yeni türde bir ırkçılık örgütleniyor. Ötekileştirilen halklara ve ezilen toplumsal gruplara; hep beraber mültecileri ötekileştirmeleri tavsiye ediliyor. Üst ve egemen kimliğin “alt kimliklere” verdiği bir lütuf sanki bu!
Öte yandan Kayseri olaylarındaki bozkurt işareti ile milli maç sonrası kampanyaya çevrilen bozkurt işareti içsel bir bağa sahip. Göçmen düşmanlığı yeni milliyetçiliğin çimentosu haline geliyor. Siyasal aktörler de bunu arkasına almaya çalışıyor. Son anketlerde Zafer Partisi yüzde 5’leri gördü. Mültecilere karşı nefret söylemine son gaz devam ediyor. Havuz medya Ümit Özdağ ve ZP’ye yüklendi ama iktidar bloku geri göndermeleri artırarak milliyetçi desteği kendi arkasına almak istiyor.
Linç dalgası durulur mu? Kanımca hadise yeniden cereyan edecek dinamiklere sahip. Çünkü hükümetin pragmatist göç politikasında değişiklik yok. Suriye sahasında nelerin olacağı da belli değil. Kayseri’de gözaltına alınan saldırgan kişilerin sabıka kayıtları, organize bir işi akla getiriyor. İçişleri Bakanlığı sahte bot hesaplardan söz etti. Erdoğan “mikser” ifadesini kullandı. O zaman neyse o güç halka açıklanmalı. Yoksa siyasal sorumluluk birinci derecede hükümete aittir. Yeni Şafak gazetesi, Ümit Özdağ’ı “etki ajanı” diye suçladı. Sonra Kayseri olaylarıyla ilgili kışkırtıcı sosyal medya hesapları PKK, FETÖ’ye bağlandı. Bu durum IŞİD saldırıları döneminde Davutoğlu’nun “kokteyl terör” söylemini hatırlatıyor. O zaman da bazı sol örgütler, FETÖ ve IŞİD aynı torbaya kondu. Sonra OHAL yetkisine dayanarak demokrasi güçleri sindirilmeye çalışıldı. Gidişat benzer bir algı yönetiminin havuz medya tarafından örüldüğünü gösteriyor. Ümit Özdağ’ın üzerine giderken sola, Kürtlere de fatura kesilmek isteniyor.
- AKP iktidarı, Suriyeli mültecileri Esad’a ve Avrupa’ya karşı siyasi kart olarak kullanılıyor. AKP burada neyi amaçlıyor?
Hatırlarsanız Suriye göçünün ilk döneminde Başbakan Ahmet Davutoğlu “100 bin sığınmacı sınırdır, ötesini müdahale gerekçesi sayarız” demişti. İlk hedef Esad rejiminin ayağını kaydırmak ve göç nüfusunu kullanmaktı. İçeride ve dışarıda tebaa toplumu yaratmak da başka bir hedefti. Sonrasında mülteciler AB’ye karşı ekonomik ve siyasi pazarlık kozu yapıldı. Savaş politikasına demografik muharebe eklenmiş oldu. Devamında Suriye’de “güvenli bölgeler”, siyasi olarak cep oluşturma planı geldi. Kerpiç kentler böyle gündeme geldi. Çünkü AKP iktidarının o bölgede hegemonyası için ÖSO vb. silahlı güçler yetmez. Sivil mülteci nüfusun da o bölgeye yerleştirilmesi gerekir.
Şam-Ankara ilişkilerinde “normalleşme” dedikleri aslında yeni bir pazarlık masasının kurulması. Ana muhalefete de arabulucu rolü biçiliyor. AKP masaya yerleşik ve kontrolü dahilinde bir nüfus olarak geri gönderilmiş sığınmacıları da sürecek. Bunun Şam yönetimindeki karşılığı ayrı bir konu. Esad, öncelikle Türkiye’nin silahlı güçlerinin çekilmesini ve ÖSO benzeri yapılara desteğin kesilmesini şart koşuyor. Bu olmadan mültecilerin o bölgeye gönderilmesine çok da sıcak bakmayacaktır. Türkiye ise hamiliğe devam etmek istiyor. Ayrıca Kürtlerin siyasi oluşumunu tasfiye edelim diyor. Bütün bu krizler düğümü çözülemeyen yumak gibi. Ayrıca ÖSO ve İdlib gerilimi, “mülteci deposu” kozunun yanında AKP’nin AB’ye karşı cihatçı deposu kozunun da olduğunu gösteriyor. Kısacası mülteciler, onlara kucak açılırken de geri gönderilirken de siyasi hedeflerin enstrümanı olarak görülüyor. Bu politikanın en büyük mağdurları yine mülteciler oluyor. Bölgede demokratik siyasi bir çözüm olmadan ne halklar ne de mülteciler rahat nefes alabilir.
- Suriyeli mültecilere birçok saldırı yapıldı ve bunun yanında Suriyeli mülteciler ucuz iş gücü olarak da kullanılıyorlar. Kayseri’de şirketler “Üretim durdu” endişesiyle şikâyetçi oldu. Bu durumu nasıl okuyabiliriz?
Olayların meydana geldiği Danişmentgazi Mahallesi emekçi yoğun nüfusa sahip. Çoğu OSB’lerdeki fabrikalarda çalışıyor. Mültecileri ucuz emek pazarında rekabet gücü olarak kullandılar. “Anadolu Kaplanları” olarak ifade edilen patron örgütleri “Türk gençler iş beğenmiyor, o yüzden Suriyeli çalıştırıyoruz” diyor. Kayseri Milletvekili Özhaseki de benzer açıklamalar yaptı. Bu söylemler aslında tam bir demagoji. Çünkü göçmen işçiler üzerinden işçi sınıfı baskılanıyor, ücretler aşağıya çekiliyor. OSB’lerde sendikal örgütlenme de çok zayıf. Ortak örgütlenme, ortak hak kazanma ve ortak hak bilinci gelişmemiş yerli işçiler, yaşadıkları yoksulluğun sebebini mülteci işçilere bağlıyor. Bu hem bilinç sorunudur hem de iktidar ve patron baskısı altında işçiler en kolay tepkilerini göçmenlere yüklenerek anlatıyor. Linç dalgasının arkasında böyle bir sınıfsal gerçekliğin olduğu atlanmamalı. Bu nedenle galeyana katılan insanların tümünü ırkçılıkla suçlamak doğru olmaz. Bu rüzgâra kapılan emekçilere sosyo ekonomik gerçekliği anlatmak gerek. Yoksulluğun, açlığın nedeni ucuz çalıştırılan mülteciler değil; iktidar politikaları ve patronlardır.
- Irkçı saldırı dalgalarına karşı demokrasi güçlerinin nasıl bir programı ya da çözümü olmalı?
İstanbul, İzmir gibi kentlerde göçmenlerle dayanışmak için eylemler yapıldı. Bunlar çok değerli. İmzacı kurumlar da genişti. Fakat demokrasi cephesi refleks geliştirmekte geç kalıyor. En az göçmen düşmanı aşırı sağ kadar cüretkâr olmak gerek. Ama göçmenlerle dayanışma çizgisi de yeterli değil. Çünkü göçmenlere karşı bilenen yoksul halka bir şey anlatmadan bu durumun değişmesi zor. Göçün nedenlerini, savaş politikalarını, kapitalist göç rejimini anlatmak gerekiyor. İktidara karşı mücadele kanalları açmak gerekiyor. Yoksulların talepleriyle göç politikaları arasındaki ilişki iyi anlatılmalı. Çünkü bu politikanın tek mağduru yok, iki mağduru var: Hem yerli hem de göçmen yoksullar.
Ayrıca göç sorunu üzerinden gerçekleşen linç kültürü neo faşizmin kurumsallaşması demek. Bu dalga gelir, tüm demokrasi güçlerine yönelir. Emek ve demokrasi güçlerinin birliği için, Türkiye’de güçlü bir demokrasi ittifakının kurulması için göç politikası da karşı bir stratejiyle ele alınabilmeli. Bugünkü dünya ve Türkiye konjonktüründe göç politikalarını ıskalayan bir oluşumun güçlü bir rüzgâr yaratması çok mümkün değil.
Acil çözüm önerileri için şunlar ifade edilebilir: Türkiye’nin Suriye dış politikası derhal değişmeli, savaş ve yayılma politikalarına son verilmeli. Güvenli ve gönüllü geri dönüşler için demokratik bir ortam sağlanmalı. AB ile imzalanan Geri Kabul Anlaşması iptal edilmeli, mültecilerin üçüncü ülkelere geçişi sağlanmalı. Yerli ve göçmen emekçilerin ortak hak mücadelesi için herkese çalışma izni ve eşit koşullarda örgütlenme hakkı tanınmalı. Genç nesil için bir arada yaşamın alt yapısı oluşturulmalı, AKP’nin 12 yılda yapmak istemediği sosyolojik alt temel sağlanmalı. Merkez kapitalist ülkeler göç yükünü kota dahilinde eşit paylaşmalı… Buna benzer talepler hem yerli halkı hem de mültecileri rahatlatacak, ortak çözüm iradesini güçlendirecektir. Demokrasi güçleri anti şoven anti ırkçı ve enternasyonal duruşa sahip olmalı. Halkın aydınlatılması için ortak kampanyalar düşünülmeli.
Demokratik güçler söz kurmalı
- Suriye Kuzey ve Doğu Özerk Yönetimi’nin çözüme dayalı Şam’la anlaşma ihtimalinin Suriye’ye ve Türkiye’ye nasıl bir etkisi olabilir?
Baba Esad’dan oğul Esad’a kadar Suriye’de rejim hep Kürtlerin inkarına ve siyasi varlığına karşı pozisyonda yer aldı. Vatandaşlık, kimlik dahi Kürtlere çok görüldü. Baskı, zulüm, sindirme eksik olmadı. Fakat Suriye eski Suriye değil. İç savaştan sonra Şam yönetimi ayakta kalsa da Rojava bölgesinde gerçekleşen Kürt siyasi oluşumu Esad için uzun vadede bir endişe konusu. Türkiye’nin himayesindeki ÖSO, cihatçılar ve Sünni muhalefet gücü de bir diğer endişe konusu. Dolayısıyla Esad yönetimi Sünni ve İslamcı muhalefet gücüne karşı Kürtlerle siyasi olarak görüşme kapısını açık tutacaktır. Kartlar sadece Suriye için değil, bölge ülkeleri için yeniden karılacak gibi. AKP yönetimi ve devlet Kürtlerin Suriye’deki siyasi oluşumuna kesinlikle karşı. Rusya, ABD, İran vb. devletlerin refleksleri de önem taşıyacak. Suriye’de demokratik bir geçiş süreci olacaksa Kürtlerin varlığını bir kenara iterek bu süreç gerçekleşemez. Bu nedenle sadece devlet yönetimlerine bakılırsa işin içinden çıkmak zor. Demokratik anayasa, demokratik seçim ortamı ve halkların kendi kaderini çizdiği bir Suriye için bölge halklarının ve demokrasi güçlerinin de söz kurması gerekiyor. Demokratik bir geçiş sürecini esas almayan yönelimler bölgeye gönderilen mültecilerin yeni çatışma dinamikleri arasında kalmasına sebep olabilir. Ki bu en kötü senaryo olur.
Kapat
Irkçılık maskesiyle gerçekleştirilen saldırılarda ekmek teknesi harap edilen Suriyeliler arasında yer alan 65 yaşındaki Muhammed el Hacı’nın ...
18 Temmuz - Kayseri'deki ırkçı saldırılarda motoru yakılan Suriyeli'ye hayırseverlerden anlamlı hediye Devamı18 Temmuz - Kayseri'deki ırkçı saldırılarda motoru yakılan Suriyeli'ye hayırseverlerden anlamlı hediye
Irkçılık maskesiyle gerçekleştirilen saldırılarda ekmek teknesi harap edilen Suriyeliler arasında yer alan 65 yaşındaki Muhammed el Hacı’nın motosikleti yakılmıştı. İyilik Bulaşıcıdır Hareketi ve İHH Kayseri Şubesi’nin ortak girişiminde, Suriyeli Muhammed amcanın mağduriyeti giderildi.
Ensar ruhuyla harekete geçen hayırseverlerin topladığı parayla 3 tekerlekli motor satın alınarak Muhammed el Hacı’ya teslim edildi.
Irkçı görünümlü provokatörlerin saldırısında kullanılamaz hale gelen motorunun aynısına tekrar kavuşan Muhammed el Hacı’nın mutluluğu yüzünden okundu.
KapatSTK’lar ve avukatlar aracılığı ile tarafımıza iletilen iddialara göre; geri gönderme merkezlerine alınanlar içinde hamile kadınların da ...
17 Temmuz - Mahmut Şahin: Kayseri’de birçok Suriyeli aile, polis baskınlarıyla gözaltına alınıp geri gönderme merkezlerine gönderilmektedir Devamı17 Temmuz - Mahmut Şahin: Kayseri’de birçok Suriyeli aile, polis baskınlarıyla gözaltına alınıp geri gönderme merkezlerine gönderilmektedir
STK’lar ve avukatlar aracılığı ile tarafımıza iletilen iddialara göre; geri gönderme merkezlerine alınanlar içinde hamile kadınların da bulunduğu onlarca Suriyeli aileye zorla “gönüllü geri dönüş formu” imzalattırıldığı ve avukatlarına vekâlet vermelerinin engellendiği yönündedir.
Kamu görevlilerinin bu kişilere karşı “Sizi geçici olarak aldık, şimdi de aldığımız gibi gönderiyoruz” dedikleri iddia edilenler arasında.
Bu gelişmeler karşısında halihazırda Kayseri’de hayata tutunmaya çalışan Suriyeli aileler, korku ve endişe içindedir.
Özellikle Kayseri’den gelen bu bilgiler insan hakları ve vicdan açısından endişe vermektedir. Her şeyden önce Suriyeli kardeşlerimizin de bizim gibi insan oldukları ve meri hukuk ile haklarının korunduğu unutulmamalıdır.
Suriyeli ailelerin hukuki haklarının askıya alındığına ve kötü muameleye maruz bırakıldığına dair iddiaların, yetkili makamlarca bir an önce etkin bir şekilde soruşturulmasını, haksız ve kötü muamelenin son bulması için gerekli tedbirlerin derhal alınmasını ve konu hakkında kamuoyunun aydınlatılmasını yetkililerden bekliyoruz.
https://x.com/AvMahmutSahin/status/1813657008353997218?s=08
KapatMustafa Yeneroğlu: "17 yaşında bir genç sadece ve sadece Suriyeli diye katledildi. Ülkemizde artan ırkçı dalganın çok daha kanlı olaylara ...
17 Temmuz - Mustafa Yeneroğlu: Kurumsal ırkçılık Avrupa’nın çok ilerisinde (10lar medya) Devamı17 Temmuz - Mustafa Yeneroğlu: Kurumsal ırkçılık Avrupa’nın çok ilerisinde (10lar medya)
Mustafa Yeneroğlu: "17 yaşında bir genç sadece ve sadece Suriyeli diye katledildi. Ülkemizde artan ırkçı dalganın çok daha kanlı olaylara yönelmemesi için öncelikle siyaset kurumu sarsılması gerekirken, tüm toplumsal güçler hep birlikte öldürücü yalancı düşmanlığı ve ırkçılığa karşı medeni bir duruş sergilememiz gerekirken, kimse oralı bile olmadı. Ülkemizdeki kurumsal ırkçılık, Avrupa'nın çok ilerisinde."
https://x.com/10larmedya/status/1813643033243726183?s=46
Kapatİnsanlık evreninde hepimiz Âdem'deniz. Yerde gökte, her nefeste vardır kardeşliğimiz. Mehmet Ali Aslan Türkçe, Yahya Hawwa Arapça ...
17 Temmuz - Yahya Hawwa ve Mehmet Ali Aslan, kardeşlik şarkısı bestelediler Devamı17 Temmuz - Yahya Hawwa ve Mehmet Ali Aslan, kardeşlik şarkısı bestelediler
İnsanlık evreninde hepimiz Âdem'deniz. Yerde gökte, her nefeste vardır kardeşliğimiz. Mehmet Ali Aslan Türkçe, Yahya Hawwa Arapça seslendi. "Türk Arap kardeştir" (عربي تركي) adlı eserde kardeşliğimize melodilerle soluk katmaya çalıştılar. Yaptıkları bu güzel şarkı için Yahya Hawwa ve Mehmet Ali Aslan’a teşekkür ederiz.
https://www.instagram.com/reel/C9hyNiRtMtR/?igsh=MWZ0dzd4dzFoaW5yZg==
Kapat2024 Eurovision’da Yunanistan’ı temsil eden Marina Satti, Sudanlı babasına adadığı “Ah, Deniz” şarkısının klibinde Akdeniz’de boğulan ...
17 Temmuz - Yunanlı şarkıcı Marina Satti denizde boğulan göçmenler için söyledi Devamı17 Temmuz - Yunanlı şarkıcı Marina Satti denizde boğulan göçmenler için söyledi
2024 Eurovision’da Yunanistan’ı temsil eden Marina Satti, Sudanlı babasına adadığı “Ah, Deniz” şarkısının klibinde Akdeniz’de boğulan 30 bin göçmeni anlattı. Satti, şarkının gelirini göçmen çocuklara bağışlayacak.
https://x.com/serbestiyetweb/status/1813603222726320184?s=08
KapatCüneyt Özdemir'i severek takip ederim, kendisine büyük saygım var. Fakat 1 Temmuz olayları daha yeni yaşanmış, yüzlerce Suriyeli ailenin ...
17 Temmuz - Muhammed Akta: Suriyeliler hakkında doğru bilinen bazı yanlışlar Devamı17 Temmuz - Muhammed Akta: Suriyeliler hakkında doğru bilinen bazı yanlışlar
Cüneyt Özdemir'i severek takip ederim, kendisine büyük saygım var. Fakat 1 Temmuz olayları daha yeni yaşanmış, yüzlerce Suriyeli ailenin evleri taşlanmış, bazı evlere girilip ailenin tamamı çocuklar dahil dövülmüş ve bazı evler kundaklanmışken, Kayseri'de tansiyon hala yüksekken ve halk adeta bir darboğazdan geçiyorken Suriyelilerin neler yaşadığını bilmeden onların daha rahat olduğunu söylemek yangına körükle gitmektir.
Peki Suriyeliler gerçekten Cüneyt beyin dediği gibi daha mı şanslı? Cüneyt beye programına Suriyeli birini çıkartıp yaşadıklarını birinci ağızdan dinlemesini ve kamuoyuyla paylaşmasını tavsiye ederim.
Yine de ben doğru bilinen bazı yanlışları aşağıya yazıyorum:
Geçici koruma kapsamındaki Suriyeliler;
- Üniversitelerde sınavsız ya da bedava okumazlar,
- Onlar da işletme açtıkları zaman vergi ödemek zorundalar. Ne kanunda ne vergilendirme sisteminde Suriyeliler tarafından kurulan tüzel kişilikleri muaf tutan bir uygulama yok,
- Yalnızca devletin eğitim ve sağlık hizmetlerinden ücretsiz yararlanırlar.
Fakat bunun yanında;
- Haklarında herhangi bir şikayet olduğu zaman geçici korumalarına tahdit kodu konulur ve geri gönderme merkezlerine alınırlar. Şahsa tahdit kodu konulması için müştekinin beyanı yeterlidir. Kanıta gerek duyulmaz.
- Karakollara müşteki olarak başvurduklarında dahi ifadeleri alındıktan sonra geri gönderme merkezlerine alınabilirler.
- İller arası seyahat etmeleri yasaktır. İzne tabidir ve illerin çoğu izne tamamen kapalıdır. Bu yasak seyahat etmesi gereken yatırımcılar, çalışanlar ve üniversite öğrencileri için de uygulanır.
- Nüfus idareleri tarafından adres kaydına kapatılan mahallelerde oturmaları yasaktır. Ki Türkiye genelinde mahallelerin çoğu kapalı durumda. Ev sahibi tarafından evden çıkarılan Suriyeli kiracı ancak kayıtlı olduğu ilde ve açık olan mahallelerde ev aramak zorunda kalır.
- Adres kaydını yapmayan Suriyelilere de tahdit kodu konulur ve geri gönderme merkezlerine alınır.
- Her sene adres tahkikatı yapılır ve tahkikat sırasında evde bulunmayanların adresleri iptal edilip geçici korumaları pasife alınır. Bu kişilerin veri güncelleme için göç idaresine başvurmaları talep edilir. Tahkikatlar çalışma saatleri dahilinde ve habersiz yapıldığı için çoğu Suriyelinin adres tahkikatı olumsuz geçer ve bir anda yüzbinlerce Suriyeli göç idaresine müracaat etmek zorunda kalır.
- Veri güncelleme yapması gereken bir Suriyeli sığınmacının Göç İdaresinden randevu alması gerekir fakat veri güncelleme yapması gerekenlerin sayısı fazla olduğu için randevusu 2 ayı bulabilir. Bu 2 ay boyunca kimliği pasif olduğu için birçok Suriyeli evden çıkmaya cesaret edemez. Evden çıkamazsa çalışamaz, çalışamazsa geçinemez.
- Depremde Hatay’da evi yıkılan Suriyelilerin adres kayıtları dondurulmuştu. Adres kayıtları dondurulanların geçici korumaları ise pasife alınır. O bölgede mahallelerin çoğu da kapalı. Farklı ile taşınmaları ise yasak. Dolayısıyla bu insanlar çaresiz bırakılıyor.
- Suriyeliler her seçim döneminde yoğun bir siyasi baskıya maruz kalıyorlar. Bu baskıya gelecek hayalleri kuran ve üniversiteye hazırlanan lise öğrencileri de maruz kalıyor, sokakta oyun oynayan çocuklar da.
- Siyaset arenasında Suriyeliler aleyhine açıklamalar yapıldıkça bu açıklamalar halkta da karşılık buluyor. Bu sefer Suriyeliler sokakta, işte, okulda, toplumsal hayatın her alanında baskıya maruz kalıyor. Suriyeli öğrenciler okullarda akran zorbalığına uğrayabiliyor.
- Suriyeliler geçici koruma statüsünde oldukları halde sınava girip üniversite kazandıklarında yabancı statüsünde olanlarla aynı fiyat tarifesine tabi oluyorlar. Bu fiyat tarifesi ise üniversiteden üniversiteye değişmekle birlikte yılda 300 bin TL’ye kadar çıkabiliyor. Birçok Suriyeli öğrenci maddi gücü yetmediği için üniversite okuyamıyor. Başka bir ülkede okumak istese, geçici koruma kapsamında olanların yurtdışına çıkışları yasak olduğu için yine okuyamaz.
Bunlar sadece şimdilik aklıma gelenler.
https://x.com/mohammadakta/status/1813533608268759128
Kapat“Neden kurbanlar daima en zayıf ve en zararsız olanlardan seçilir?” Alexander Douglas, insanları günah keçisi haline getirmenin kirli ...
17 Temmuz - Mültecileri hedef alma politikasının gölgedeki yüzü – Bekir Berat Özipek (Anadolu Ajansı Analiz) Devamı17 Temmuz - Mültecileri hedef alma politikasının gölgedeki yüzü – Bekir Berat Özipek (Anadolu Ajansı Analiz)
“Neden kurbanlar daima en zayıf ve en zararsız olanlardan seçilir?” Alexander Douglas, insanları günah keçisi haline getirmenin kirli siyasetinin analizine bu soruyla başlar. Cevap aslında sorunun içindedir. Onun ifadeleriyle “ensesi kalınlar” günah keçisi olamayacak kadar güçlüdür. “Ayak takımı” da onlara kızabilir. Ama “sosyal anlamda” günah keçisi, güvenli bir şekilde saldırılabilecek bir kurbandır, misilleme tehlikesi olmaksızın hedef alınabilecek bir kurban.
Dünyanın her yanında, etnik ve dini azınlıklar, yabancılar, göçmenler, mülteciler ve herhangi bir kimlik özelliği yüzünden “bizden” görülmeyenler kolay hedeftir. Siyasi bakımdan ise en alttakiler, risk almadan iktidara tırmanmak için üstüne basılıp ezilebilecek insanlardır. Özellikle demokrasi dalgasının geri çekildiği, ayrımcı ve dışlayıcı dalganın tüm dünyayı sarstığı günümüzde, bu daha fazla böyledir. İki hafta önce bir çocuk öldürüldü. Ahmed Handan El Naif, sadece Suriyeli olduğu için, başka bir şehirde, başka birinin işlediği iddia edilen bir suç yüzünden, Antalya’da hiç tanımadığı kişiler tarafından vahşice katledildi.
Bir çocuğun ırkçı bir cinayete kurban gittiği ve onu kurban edenlerin sessizce kenara çekilip yeniden sırasını beklediği bu ortam hepimize sorumluluk yüklüyor. “Bizde olmaz” dediğimiz bir kötülüğün alenileşmesinin sebeplerini sorgulamamız elbette önemli. Ama ahlaki sorumluluğun ötesinde kurumsal ve hukuki boyutlarıyla başka bir sorumluluğumuz daha var ki hem çocukların hayatını korumak hem de ülkeyi bu kötülüğün vereceği tahribattan kurtarmak için öncelikle onu konuşmamız gerekiyor.
Türkiye’nin yumuşak karnı
Sosyal medyanın Türkiye’nin yumuşak karnı olduğunun anlaşıldığı yıllardan bu yana, toplumun her kesimini bir diğerine karşı harekete geçirmek isteyenlerin önüne yeterince denetlenemeyen çok geniş bir alan açıldı. Mülteci düşmanlığı da esas olarak oradan yayılıyor, mültecileri hedef alan siyasi odaklar esas olarak sosyal medya üzerinden taraftar topluyor.
Ülke olarak 10 yıldan fazla bir zamandır bir nefret propagandası ve dezenformasyon bombardımanı altındayız. Sadece bu amaçla oluşturulmuş sayısız sahte hesaptan, yapay zeka ve diğer teknik imkanlarla teçhiz edilen ve sürdürülen sistematik bir operasyondan söz ediliyor. Mültecileri savunanların büyük ölçüde sindirilip susturulduğu bir ortamda alan, Türkiye’nin iyiliğini istiyormuş görünen kötülüğe kalmış durumda. Yalanın söylem üstünlüğü var ve Facebook, Twitter gibi mecralarda da ayrımcı ve ırkçı mesajlar bariz bir görünürlük üstünlüğüne sahip.
Bu durumu medyada olumsuz mesajların daha hızlı yayılma özelliğiyle açıklayanlar da var, söz konusu mecraların Türkiye’de ayrımcı paylaşımları bir şekilde daha görünür hale getirmesiyle açıklayanlar da. Tabii bir de “örgütlü azınlıklar örgütsüz çoğunlukları yönetir” kuralıyla, örgütlenmiş kötülüğün hak temelli yaklaşımı sosyal medyadan elbirliğiyle kovmasıyla da açıklanabilir bu durum.
Yaşadığımız nefret dalgasını arkasına alarak Antalya’daki gibi kriminal olayları çıkaranların, siyasi olarak örgütlenip bu hadiseleri tezgahlayan “vatansever” odakların, bunu başka bir devlet veya devletler adına yaptıkları da dile getiriliyor. Bu yaklaşıma göre başka bir devlet, Türkiye’de mülteci düşmanlığı üzerinden “vatan, millet” gibi kavramlarla gerçek niyetini kamufle eden uzantıları aracılığıyla ülkedeki sosyal barışa saldırıyor ve Türkiye’nin iç ve dış politikasını etkileyecek ve onun manevra alanını daraltacak şekilde etki yapıyor. DEAŞ gibi örgütlerin dini kullanarak Suriye veya Irak’ta yaptığını, onlar da milliyetçiliği kullanarak Türkiye’de yapıyor. Onların bu şekilde sıkıştırması, içte de sağlıklı bir göç politikasının gerektirdiği adımların atılmasını engelliyor.
Meselenin devletler ve istihbarat örgütleriyle ilgili boyutuna dair tartışmalar bu analizin konusu dışında kalıyor. Ancak günümüz dünyasında, demokratik hukuk devleti olarak görünen devletlerin kirli faaliyetlerine ilişkin basit bir hafıza tazelemesi, bu açıklamaları ciddiye alma gereğine işaret ediyor. Günün sonunda yaşadıklarımız ister başka bir devletin Türkiye’deki faaliyeti olsun ister olmasın, alınması gereken öncelikli önlemlerin ve atılması gereken temel adımların aynı olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Karanlık odaklarla mücadele mecburiyeti
Türkiye’nin uzak ve yakın tarihini bilenler ve olayları yakından takip edenler, Altındağ’dan Kayseri’ye yaşananların “kendiliğinden gelişen olay” veya “halkın anlık tepkisi” olarak açıklanamayacağını bilirler. Nitekim Kayseri’de gerçekleşen tutuklamalar da olayın örgütlü siyasi arka planına dair genel gözlemlerle örtüşüyor. Sonrasında yaşananlar da bu kaygıyı pekiştiriyor.
14 yaşında bir çocuk elbette ayaklanma çağrısı da yapabilir, devrim de. Ama o çocuğun paylaşımı Türkiye’deki tüm Suriyelilerin nüfus ve adres bilgilerini içeriyorsa ve bu içerik bir pogromda ev ev herkesin nerede olduğunu bilmek isteyenlerin ihtiyacını karşılıyorsa, bunu bir çocuğun paylaşımından ibaret görmek doğru olmaz. O bilgilerin o çocuğa ulaşmasından, onun eliyle paylaşılmasından önce sızdırılmasından başlayarak yaşananları ciddi bir biçimde incelemek gerekiyor.
Yıllardan beri Suriyelileri, mültecileri nefret objesi olarak işleyenlerin, onları potansiyel katillere hedef gösterenlerin, Türkiye’nin stratejik hedefleri açısından paha biçilmez bir önem verdiği uluslararası öğrencileri hedef alanların ülkeye verdiği zarar rakamsallaştırılabilir olanın çok ötesinde görünüyor. Türkiye’nin uluslararası öğrenci politikasına yaptıkları sabotajda büyük ölçüde amaçlarına ulaştılar. Yüksek Öğretim Kurumu'nun (YÖK) verilerine göre her yıl ortalama yüzde 20 artış gösteren uluslararası öğrencilerin yeni kayıt sayısı, bir önceki yıla göre yüzde 6 düştü. Ama sadece onların başarılı sabotajından dolayı olmadı bu, üniversitelerin uluslararası öğrencilerini Geri Gönderme Merkezlerinden (GGM) toplamaya çalıştığına ilişkin görüntüler de “Türkiye’ye gitmeyin” kampanyalarına malzeme verdi.
“Kanser tek bir hücreyle başlar”
Geldiğimiz aşamada hukuku uygulayıp uygulamamakla, mevzuatta var olan ama karanlık siyasetçilerin ve yerel yöneticilerin alenen çiğnedikleri ayrımcılık yasağını işletip işletmemekle, ülkeyi sanal ortam üzerinden esir alan kötülükle gerçekten mücadele edip etmemekle ilgili bir karar vermek durumundayız. Ama bunu akıl ve bilgelikle, hukuk içinde kalarak yapmak gerekiyor. Bir cerrah titizliğiyle kanserli tüm hücreleri bünyeden söküp atma süreci, meşruluk, iletişim ve ikna boyutlarıyla beraber bütünleşik bir göç politikasının parçası olarak yürütülmeli.
Kayseri örneğinde linç, talan ve cinayet için kriminal profilleri sahaya sürenlerin, gelişmelere bağlı olarak yollarına devam etme derdinde olacaklarını öngörmek güç değil. Eğer hukuk ve adalet tarafından örgütlerini dağıtacak ve hukuki sorumluluklarını gereği gibi sağlayacak bir yaptırımla karşılaşmazlarsa, yarın el artırarak yollarına devam etmenin hesabını yapacaklarından kuşku duymamak gerek.
Alexander Douglas’ın, en zayıfın kolay lokma olduğu için hedef alındığı tespiti doğru. Ama belki de kolay hedef görünen öksüz bir mülteci çocuğun canı, bu kötülüğün şimdiye kadar çarptığı en sert kaya olabilir. Erken teşhis ve uyarı işaretlerini okumak için geç kaldık. Ama Kayseri olayları ve masum bir çocuğun Serik’te çalınan hayatı, bizim için sarsıcı bir uyarı ve dirayetli bir yeniden başlangıç anlamına gelsin.
https://www.aa.com.tr/tr/analiz/multecileri-hedef-alma-politikasinin-golgedeki-yuzu/3277575
Kapat‘Biz’ ve ‘onlar’ ayrımı kuşkusuz, tarihin derinliklerinden itibaren var. Bu ayrım; toplulukların kendi aidiyetlerini ...
16 Temmuz - Irkçılığın günah keçisi yaratma pratiği - Sinan Özbek (Enternasyonal Dayanışma) Devamı16 Temmuz - Irkçılığın günah keçisi yaratma pratiği - Sinan Özbek (Enternasyonal Dayanışma)
‘Biz’ ve ‘onlar’ ayrımı kuşkusuz, tarihin derinliklerinden itibaren var. Bu ayrım; toplulukların kendi aidiyetlerini ‘başkası, öteki’ üzerinden oluşturmasını sağlıyor. Öyle ki antik Yunan’ın “başlangıçta söz vardı” ifadesini, “başlangıçta yabancı vardı” şekline çevirmek mümkün (Poliakov). Başka türlü söylemek gerekirse; her uygarlık, kendisini yabancı olanla ayrıştırarak tanımlama eğilimine sahip. Bundan dolayı bir hiyerarşi düşüncesi de tezahür ediyor. Bu hiyerarşide “biz” basamağın en üstüne, basamağın alt katlarına da “başka olanlar” yerleşiyor. Bir kez hiyerarşi kurulunca, başkalarına karşı uygulanacak mümkün şiddet de meşrulaştırılabiliyor.
“Biz” ve “onlar” ayrımının tarihteki klasik örneği olarak antik Yunan uygarlığı gösteriliyor. Buna rağmen Grekler, “barbar” diye tanımladıkları halkları değersiz, aşağılık olarak görmüyor ve köktenci bir düşmanlık duygusu beslemiyor. Bunun gibi Hint kast sistemi de bir ayrımcılığa klasik örnek oluyor. Kimi ırkçılık teorisyenlerine göre, buradaki ayrımcılık da ırkçılık ya da en azından proto-ırkçılıktır. Ancak bu ve benzeri ayrımcılıkların ırkçılık olduğunu söylemek mümkün değil. Antik Yunan metinleri, “barbar” denilenlere övgülerle doludur. Irkçılığın bu şekilde genelleştirilmesi, başka uygarlıklarda ırkçılığın mümkün izlerini tespit etmek ve bunun dolayımıyla ortak suç anlayışı üretmeye yarıyor.
Irkçılık, dışlama ideolojisi olarak yaklaşık beş yüz yıllık bir geçmişe sahip ve sömürgecilik döneminde ortaya çıkıyor. Yerlilerin “gelişmemiş ve ahlaksal yozlaşmış” insanlar olduğunu ilan etmek, işgalleri meşrulaştırıyor. Yani ırkçılık, işgali meşrulaştırmanın ideolojisi olarak işliyor. Hemen takibinde özellikle Yeni Dünya’da plantajlarda muazzam bir emek gücü birikiyor.
Buradaki ırkçılık, plantaj aristokrasisinin (plantokrasi) ideolojisi. Bu dönemin ırkçılığı, kapitalist üretim ilişkisi içinde kullanılan köle emeğini açıklamayı sağlıyor. Buna ihtiyaç duyuluyor, çünkü kapitalist üretim, ücretli-özgür emeğe dayanır, dolayısıyla tanımı gereği bu üretim ilişkisinde köle emeği kullanmamak gerekir. Ama böyle olmuyor ve köle emeği kullanılıyor. İşte ırkçılık adeta sihirli bir formül oluyor ve kölenin (zenci) “alt-insan”olması üzerinden bu çelişkili durumu açıklıyor.
Irkçılık son derece eklemlenme gücüne sahip bir ideoloji. Daha sömürgecilik ve kölecilik döneminde, yerliye “uygarlık ve ahlak” götüren, alt insan köleye bir hayat veren beyaz egemen, ırkçı ideolojiye başaracağı bir şeyi daha keşfediyor: Amerika’daki günahsız ve korumasız beyaz kadın betimlemesi; yerlilerin, siyahların baskı altında tutulmasını ve katledilmesini açıklamak için kullanılıyor. Korumasız beyaz kadın mitosu, “tehlikeli, vahşi yerlilerin”, çocukları öldürdüğü ve kadınlara tecavüz ettiği retoriğiyle oluşturuluyor. Korumasız beyaz kadın mitosuyla iki şey sağlanıyor, bir taşla iki kuş vuruluyor. Erkeklerin kadınlar üstündeki baskısı, egemenliği; kadınların korunmaya alındığı retoriğiyle meşrulaştırılıyor. Öte yandan “vahşi ve saldırgan” yerlilerin, egemenlik altında tutulmalarının, köleleştirilmelerinin bir zorunluluk olduğu temellendiriliyor (Räthzel). Benzer bir akıl yürütme, bugün de gözleniyor. Göçmenlerin kendi kadınlarını baskı altında tuttuğu eleştirisi -bu gerçek de olsa- egemen ulusun erkeği tarafından, kadınlar üstündeki kendi egemenliğini saklamak için kullanılıyor. İlginç olan; sadece çoğunluğun, egemen ulusun erkeklerinin değil, aynı zamanda feministlerin de aynı eleştiriyi göçmenlere yöneltmesi.
Irkçı ideolojinin esnek eklemlenme becerisi, adeta bir maymuncuk gibi kapitalizm açmazlarını yamalıyor. Sistemin aksayan yönlerini, halk tarafından tahammül edilebilir bir kıvama getiriyor. Asıl müsebbip olanın sorgulanmasını değil, sistemin bir ideolojisi olan ırkçılığın işaret ettiğinin sorumlu tutulmasını sağlıyor. Irkçılık bunu önemli bir işleyişi olan “günah keçisi yaratma pratiğiyle” başarıyor. Günah keçisi yaratma pratiği; en genel anlamıyla sistemin krizlerini, gerilim ve öfke yaratan aksaklıklarını, bir azınlığı işaret ederek, müsebbip olarak göstererek açıklama diye tanımlanabilir. Günah keçisi, sistemin sorun olan bir tek olgusunu açıklamak için kullanılmıyor. Nerdeyse ne kadar sorun varsa sorumlu olarak günah keçisi gösteriliyor: İşsizlik, sağlık ve eğitim sisteminin sorunları, çevre kirliliği, ahlaki yozlaşma ve hatta cinsel partner bulamama günah keçisi üzerinden anlatılıyor. (Yabancılar işimizi ve kadınlarımız elimizden aldı).
Günümüzde güvenlikçi ideolojinin yükselişi, ırk mantığının yeniden harekete geçirilmesini getiriyor. Bu da ırkçılığın yeni bir eklemlenme ile günah keçisi ilan etmesini sağlıyor. Terör tehdidinin dünyanın her tarafına dağılmış hücreler ve ağlarla örgütlenmiş insanlardan geldiğinin düşünülmesi; ülke topraklarının kutsallaştırılmasını ve topluluklarının güvenliğini vazgeçilmez bir koşul haline getiriyor. Bu durum, insanların hareketlerinin kontrol altında tutulmasını meşrulaştırıyor. Bireylerin kontrolünü sağlayacak küresel aygıtlar, biyolojik beden üzerinde iktidar kurulmasını sağlıyor. Bu demek ki güvenlikçi devletin şiddet kullanarak yükselişine, dünyanın teknolojilerle yeniden şekillenmesi ve ırk belirleme eşlik ediyor. Devletin uyguladığı şiddetin idaresinde tekno-elektronik rejimde izler (parmak, iris, retina ses ve yüz şekli vd.) kişinin biricikliğinin ölçülmesine ve arşivlenmesine imkân tanıyor. Bunun sonucunda; Avrupa’ya göçün kontrolünde nüfusun tümü işaretleniyor ve göçmenler ırk ayrımına tabi tutuluyor. (Mbembe).
Peki, ırkçı ideolojinin ilan ettiği günah keçisinin, kötülüğün kaynağı olduğuna insanlar nasıl ikna oluyor? Birey, toplumsal gerilimin yarattığı durumu aşmak için kendisine bir kurban arıyor. İşte bu kurban, toplumsal gerilimin mal edileceği, üzerinden anlatılacağı günah keçisi oluyor. Burada etnik azınlığın suçlu olduğuna ikna olmayı sağlayacak yansıtma (projeksiyon) süreci devreye giriyor. Böylece ırkçı, kendi saldırganlığını kurbanına aktarmış oluyor. Örneğin, cinsellik alanından alıyorum: Sorun hâline gelmiş bir seksüel güdünün denetimine girmiş bir insan, aşırı ve hayvani bir cinsellik yaşamakla suçladığı siyahlardan nefret edecektir. Çünkü ona göre siyahlar, bu özellikleriyle, beyazların insaniliğini tehdit etmektedir. Aslında nefret, ırkçının “ben” zayıflığıyla doğrudan orantılıdır. Dolayısıyla ırkçı, kendi etnik grubuyla özdeş gördüğü bireysel bütünlüğünü kaybetmekten korkan bir nevrotiktir. Irkçı, tutuk bir insandır, kendi bilinçaltını bilmek istemez, egemen sınıfın idelerini kendinin kabul eder ve gücü elinde toplamak ister. (Poliakov).
https://enternasyonaldayanisma.org/2024/07/15/irkciligin-gunah-kecisi-yaratma-pratigi-sinan-ozbek/
Kapat
Afyonkarahisar Belediye meclisinin “Sığınmacılar için nikâh ücretini 25 kat artırarak 10.000 liraya çıkarması” kararının iptaline ...
16 Temmuz - Uluslararası Mülteci Hakları Derneği: Afyon Belediyesinin kararının yürütmesi durduruldu Devamı16 Temmuz - Uluslararası Mülteci Hakları Derneği: Afyon Belediyesinin kararının yürütmesi durduruldu
Afyonkarahisar Belediye meclisinin “Sığınmacılar için nikâh ücretini 25 kat artırarak 10.000 liraya çıkarması” kararının iptaline ilişkin idare mahkemesinde dava açtık, ilgili ve yetkililer hakkında “ayrımcılık ve nefret suçu” kapsamında suç duyurusunda bulunduk.
Mahkeme, Afyon Belediye Meclisinin aldığı bu kararla ilgili, yürütmeyi durdurma kararı verdi. Zulme ve ayrımcılığa maruz kalan muhacirlerin haklarını hukuk önünde savunmaya devam edeceğiz.
https://x.com/multecihakder/status/1813188562000474381?t=eVL-Xo5Lur4CmLmDvjC8SQ&s=08
KapatAhmed Aabo, 2011'de Suriye'deki iç savaşın başlamasıyla ailesi tarafından güvenli bir yaşam umuduyla Türkiye sınırına bırakıldığında ...
16 Temmuz - Ahmed Aabo, Arnavutköy Geri Gönderme Merkezi’nde ölüme terk edildi Devamı16 Temmuz - Ahmed Aabo, Arnavutköy Geri Gönderme Merkezi’nde ölüme terk edildi
Ahmed Aabo, 2011'de Suriye'deki iç savaşın başlamasıyla ailesi tarafından güvenli bir yaşam umuduyla Türkiye sınırına bırakıldığında henüz 10 yaşındaydı.
Türkiye'ye girdikten sonra Geçici Koruma Statüsü'ne alınan Ahmed'in hayatı, yaklaşık sekiz ay önce Kızılay'a kan bağışı yapmasıyla büyük bir değişim yaşadı.
Tedavisi kesintiye uğradı
Kan bağışı sırasında HIV pozitif olduğu tespit edilen Ahmed, Haseki Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde tedaviye başladı ve düzenli olarak ilaçlarını kullanmaya başladı.
Ancak Ahmed'in hayatı, idari kararlar ve bürokratik engellerle daha da zorlaştı.
Kelepçeli şekilde Geri Gönderme Merkezi’ne gönderildi
Bulaşıcı hastalık sebebiyle halk sağlığını tehdit ettiği iddiasıyla G-78* tahdit kodu ile Geçici Koruma Statüsü pasif hale getirildi. Bu nedenle de ilaçlarını alamadı.
Durumu anlamak ve en önemlisi de ilaçlarını almak için Kumkapı Yabancı Şube Müdürlüğü’ne giden Ahmed, burada “kaçak” ve kaçak ikamette olduğu gerekçesiyle Hadımköy Geri Gönderme Merkezi’ne kelepçeli olarak sevk edildi.
Ahmed'in avukatı Hasan Kocapınar, sınır dışı işlemlerinin durdurulması için idare mahkemesinde dava açtı. Dava sonucu beklenirken, bu kez Ahmed Adana Geri Gönderme Merkezi’ne gönderildi ve burada ilaçlarına erişimi sağlanmadı.
Avukatı Kocapınar’ın girişimleri ile yeniden İstanbul'a sevk edilmesiyle ilaçlarını almayı başarsa da tedavi süreci kesintiye uğradı ve sağlık durumu ciddi şekilde kötüleşti.
Yetkililere çağrı
Avukat Kocapınar, müvekkilinin tedavi hakkının engellenmesinin insan hakları ihlali olduğunu belirterek, "Ahmed'in sağlık durumu, tedavi hakkının elinden alınması ve yanlış idari uygulamalar nedeniyle ciddi şekilde zarar gördü. Tedavi hakkının geri verilmesi için gerekli tüm hukuki girişimleri yapacağız" dedi.
Ahmed'in tedavi sürecinin devam etmesi ve sağlık hakkının korunması için destek çağrısında bulunan avukat Kocapınar, yetkililere, uluslararası sözleşmeleri hatırlattı. “Türkiye uluslararası sözleşmelere imza atmış ve Suriyeli Geçici Koruma Stasü’ne aldığı birini koruyacağım demiş bir ülke. Bunu yapmalı. Ayrıca Ahmed, Suriye’ye gönderilirse, orada hayatta kalma şansı hiç yok. HIV+ olduğu için orada aşırı dinci grupların hedefinde olacaktır” dedi.
"Göç İdaresi, Ahmed'in tedavisini engellemesin"
Avukat Kocapınar, ayrıca, “Ahmed’in sadece üç aylık ilacı kaldı ve sonrasında garantisi yok. Sadece üç aylık ilaç temin edildi. İstanbul’daki GGM’de çalışan memurlar ellerinden geleni yapıyorlar fakat durum onların ötesinde. Önemli olan Göç İdaresi Müdürlüğü ve Göç İşleri Başkanlığı’nın bu sorunu çözmedi. Tedavisini engellemeyin” dedi.
Ahmed, hala Arnavutköy Geri Gönderme Merkezi’nde tutuluyor ve tedavi hakkına erişim sağlanmadığı için hayatı tehlikede. Avukat Kocapınar, son olarak "Bu durum, insan hakları ihlalidir ve Ahmed'in sağlığı ve yaşam hakkı korunmalıdır" diye seslendi.
G-77 Tahdit Kodu nedir?
Kamu sağlığını ve güvenliğini tehdit edecek şekilde bulaşıcı hastalık taşıyan yabancılar hakkında G-77 tahdit kodu konularak Türkiye'ye girişleri süresiz olarak yasaklanır.
https://bianet.org/haber/ahmed-aabo-arnavutkoy-geri-gonderme-merkezinde-olume-terk-edildi-297536
KapatJin TV’de Haftaya Bakış programında, Enternasyonal Dayanışma aktivisti Yıldız Önen ile Londra’da katılım gösterdiği Markizm 2024 ...
16 Temmuz - Yıldız Önen ile Marksizm 2024 toplantıları üzerine röportaj Devamı16 Temmuz - Yıldız Önen ile Marksizm 2024 toplantıları üzerine röportaj
Jin TV’de Haftaya Bakış programında, Enternasyonal Dayanışma aktivisti Yıldız Önen ile Londra’da katılım gösterdiği Markizm 2024 toplantıları üzerine sohbet edildi.
Röportaj şöyleydi:
Jin TV: Marksizm 2024 toplantılarında siz de bulundunuz. Nasıl geçti, hangi konular ele alındı diye sormakla başlayalım öncelikle?
Yıldız Önen: Londra’da her sene İngiltere Sosyalist İşçi Partisi’nin (SWP) düzenlediği Marksizm 2024’ün bu seneki toplantıları da oldukça coşkulu geçti. 4 gün boyunca 120 civarında toplantı oldu, 3 binden fazla kişi katıldı. Açılış ve kapanış toplantıları yaklaşık bin kişi ile yapıldı.
Marksizm 2024’ün üç tane ana başlığı vardı. Birincisi Filistin ile dayanışma, soykırıma ortak olan İngiltere hükümetine karşı neler yapılabileceği konusuydu. İngiltere’de Stop the War, yani Filistinle Dayanışma hareketi 7 Ekim’den bugüne 17 büyük yürüyüş yaptı. Sonuncusu 6 Temmuz’da yani konferansın 3. gününde yapıldı, 150 bin kişi katıldı. Dolayısıyla pek çok toplantıda İsrail’in soykırımı ve buna karşı nasıl mücadele edileceği, iki devletli çözümün mümkün olmadığı gibi konular ele alındı.
İkinci ana başlık, dünyayı saran, aşırı sağ partiler denen ki ben faşist partiler demek istiyorum, bu partilere karşı verilecek mücadele, özellikle mültecilere dönük yükselen ırkçılığa karşı mücadele idi.
Üçüncü ana başlık Marksizm’in başladığı 4 Temmuz’da İngiltere’de yapılan genel seçim sonuçlarıydı.
Bu ana başlıklar dışında, cinsiyetçiliğe, homofobiye karşı mücadele konuları konuşuldu, Marx, Engels, Troçki ile ilgili teorik toplantılar yapıldı.
Kültür çadırı vardı. Burada pek çok yazar, sanatçı ile politik konuşmalar, tartışmalar yapıldı.
Bu ana başlıklarda dünyanın içinde bulunduğu çoklu krizlerin: ekonomik, politik, jeopolitik ve ekolojik krizlerin dünyayı yaşanabilir bir durumdan çıkardığı konuşuldu. Bu krizlerden çıkmak için insanlığın lehine gerekli adımların atılmadığı, aksine krizleri derinleştiren savaş ve militaristleşmenin artırıldığı anlatıldı.
Toplantılarda kapitalist sistem sorgulandı, bu krizlerin hem faşistlere alan açtığı ama aynı zamanda solda duran siyasetlere de alan açtığı konuşuldu. Kapitalistlerin toplantılarında G7’de, Davos’ta bile Marx konuşuluyor. Kapitalizme karşı birlikte mücadelenin imkânları konuşuldu.
İngiltere seçimleri çok önemli, İşçi Partisi 14 yıl sonra iktidarı kazandı. Ama İşçi Partisinin az oyla (yüzde 33) bu kadar çok milletvekili seçtirebilmesinin sebebinin bu krizler olduğu anlatıldı. Muhafazakâr veya İşçi Partilerinin krizlere çare bulamayacağını düşünen insanlar seçimlere katılmıyorlar.
Olumlu gelişme, faşist partinin (reform için uk) beklenenin epeyce altında milletvekili çıkarması oldu, ama gene de dikkatli olmakta fayda olduğu konuşuldu. Çünkü faşist partinin oyları epeyce arttı.
Bağımsız adaylardan Jeremy Corbyn de seçimlere katıldı. Londra’da Highbury islington’dan milletvekili seçildi. Nasıl bir duygu yaşadınız.
Corbyn’in seçilmesi ile coşkulu anlar yaşadık. Seçildiği bölgede Kürtler yoğun olarak yaşıyor, bu anlamda seçilmesinde Kürtlerin de payı var.
Corbyn, Kürt meselesinde oldukça önemli bir isim. 12 Eylül sonrası Gülten Kışanak’ı hapishanede ziyaret ettikten sonra, 2010’da İstanbul’da karşılaşmalarında ben de bulunmuştum. Kürt meselesi konusunda epeyce uzun bir sohbet edilmişti.
İngiltere’deki seçimler, Corbyn’in kazanması, solun da kazanabileceği konusunda bizlere umut verdi. Bu açıdan önemli.
Kadına yönelik şiddet ve yürütülen propaganda aslında her yerde var. Konferansta bu konuya da dikkat çekildi. Artan kadına yönelik saldırılara dair çözüm önerileri nelerdi, sizler nasıl değerlendirirsiniz?
En çok toplantı yapılan konulardan biri cinsiyetçilik ve homofobi ve bunlara karşı mücadele oldu. Aşırı sağ siyasi partiler, hükümetler uzun bir zamandır kadın ve LGBTİ+ bireylere dönük yoğun bir saldırı sürdürüyorlar. Türkiye’de İstanbul sözleşmesinin iptal edilmesi gibi pek çok ülkede geri adımlar zorlanıyor. Ancak büyük de bir direniş var. 8 Mart’lar dünya çapında büyük eylemlere sahne oluyor.
Kadınların, kuirlerin haklarını korumak için kontrolü ellerine almaları gerekiyor. Bu konuda pek çok deneyim birikti.
Tabi ki cinsiyetçilik ve homofobiye karşı birlikte mücadelenin öneminin altı çizildi. İşçi sınıfının bu mücadelede aktif katılmasının başarma da önemli bir adım olacağı daha önceki 1968 devrimlerinden ortada.
İnsan son yıllarda hem Türkiye’de hem dünyada olanlara bazen inanamıyor. Yıllarca verilmiş mücadeleler, fedakârlıklarla kazanılan haklarımız gasp ediliyor. Dünyada en önemli başlıklardan biri kürtaj. 60’larda her yerde kazanılan hak şimdi geri alınmaya çalışıyor. Her yerde, Amerika’da, Polonya’da milyonlarca kadın sokağa çıkıyor ve hakkını korumaya çalışıyor.
Türkiye’de 5-10 yıl önce verilen haklar geri alınmaya çalışıyor. Buna karşı güçlü bir kadın hareketi var, kazanacağımıza güvenmek gerekiyor.
Suriyeli kadınların ayrıca ezildiklerinin altını çizmek istiyorum. Dil bilmeyen, iş bulamayan, evlere hapsedilmiş kadınlar. Bir kısmı eşsiz, ailesiz burada yaşam mücadelesi veriyorlar.
Kadın kelimesini mağdurla eşanlamlı kullanmamak gerek, Marksizm toplantılarında bunun altı özellikle çizildi. Kadınlar ve LGBTİ+ bireyler mücadelenin en önündeler. Özellikle Türkiye gibi mücadelenin baskı altında olduğu dönemlerde bile Taksim’de gösteri yaptılar.
Çözüm önerisi olarak şunu söylemek isterim: Sebahat Tuncel’in geçen gün bir toplantıda söylediği gibi; “Direneceğiz, mücadele edeceğiz, kazanacağız.”
İsrail’in 7 Ekim 2023’den beri yürüttüğü savaşa karşı İngiltere’de 17. kez merkezi gösteri düzenlendi. Filistin’le dayanışanlar Londra’da güçlü bir şekilde ses çıkardılar. Siz de oradaydınız. Konferansta da Filistin’e yönelik ırkçılığı tartıştınız. Yapılan eylemselliklere ve savaşa dair neler söylemek istersiniz?
Yıllardan sonra böyle bir eylemde olmak inanılmaz heyecan vericiydi. Bizim 1 Mart 2003’te Irak tezkeresini durdurduğumuz zamanlardaki gibi binlerce insan ile aynı duyguları paylaşmak çok güzeldi. Genç, yaşlı, kadın, erkek, çoluk çocuk, Müslümanlar, Avrupalılar binlerce insan tek ses oldular: Ateşkes hemen, nehirden denize özgür Filistin sloganları atıldı.
Hükümetlerini soykırıma ortak olmakla suçlamakla ilgili çok çarpıcı sloganları vardı. Eski başkanları Sunak’a “bugün kaç çocuk öldürdün” diye soruyorlardı. Bizim adımıza savaşmayın sloganı çok atıldı.
Yürüyüş boyunca tertip edenler, 100 binin altına düşmüyoruz dediler. Saatlerce yağmur altında yürüdük.
İsrail’in bu soykırımı tek başına yapmadığı Avrupa ve Amerika’nın katkıları anlatıldı. Siyonist İsrail’in var olmaya devam etmesi ile iki devletli çözümün geçerli olmadığı, ortak bir devletin yeniden kurulması gerektiği anlatıldı. Siyonist İsrail devletinin ırkçı yapısı anlatıldı. Savaşan Filistinlilere destek verildi. Filistinli konuşmacılar da mücadelenin önemini vurguladı.
Maalesef Türkiye’de bu büyüklükte bu çeşitlilikte bir eylemlilik göremedik. İslamcılar ayrı, Solcular ayrı eylem yapıyorlar.
Hükümet Hamas ile görüşüp destek sunarken İsrail ile ticari ve askeri ilişkileri sürdürüyor. Bu ilişkileri teşhir etmeye çalışanlar gözaltına alınıyor, tutuklanıyor, engelleniyor.
Gözümüzün önünde on binlerce insan kadın, yaşlı, çocuk öldürüldü, iki milyonluk bir alan insansızlaştırıldı. Çok az şey yapılabildi.
Türkiye’de de ırkçılıkla, farklı zamanlarda mültecilere dönük pogrom örnekleriyle karşılaşıyoruz. Son olarak Kayseri’de yaşandı ve yayıldı. Antalya’da bir çocuk bu saldırılar sonucu yaşamını yitirdi. Yaşananlara karşı sizlerin de uyarıları, çağrıları oldu. İzleyicilerimize neler aktarmak istersiniz?
Kayseri’de özel olarak desteklenen gruplar linç ediyor, saldırıyor. Bu saldırıların geçmişte Sivas’ta, Maraş’ta yaşanan linçlerden farkı yok.
Biz Sığınmacılar Platformu olarak 2019 yerel seçimlerden bu yana çağrı yapıyoruz. Sığınmacılara dönük muhalif siyasetçilerin yaptığı konuşmaların, hükümetin, belediyelerin, göç idaresinin uygulamalarının ve söylemlerinin sığınmacıları hedef halinde getirdiğini anlatmaya çalıştık. Ben Mayıs seçimlerinden sonra “Muhalefet vaat etmişti, iktidara ‘nasip’ oldu” diye yazmıştım. Sayamayacağım kadar hak ihlali ve yanlış uygulamalar var.
Ortada 3-4 milyon arası kadın, çocuk, yaşlı insan savaşlardan, diktatörlüklerden kaçan insan var. Bunun altını çizmek istiyorum. En az 1 milyonu 15 yaş altı, en az 1 milyonu kadın olan bu insanların hepsi sakallı, genç, şeriatçı erkekler olarak anlatılıyor, bu çok yanlış. Netanyahu’nun Filistinlilere yaptıkları, başta Suriyeliler olmak üzere tüm sığınmacılara yapılıyor.
Hem CHP hem AKP Esad ile konuşmaya çabalıyor. Yüzbinlerce insanı öldüren bir diktatörden bahsediyoruz. Kimyasal kullanan, cezaevlerinde insanları katleden bir hükümet söz konusu. Afganistan, İran, Irak tüm bu ülkelerin diktatörlüklerle yönetilmesinde, batının ve Türkiye’nin rolü büyük.
Türkiye BM ve AB ile yaptığı anlaşmalarla bu sığınmacıları kabul ediyor. Karşılığında pazarlık masasına oturuyor ve para yardımı alıyor. Ama bunları anlatmadığı için sığınmacılar yük gibi algılanıyor. Böyle bir şey yok. 3-4 milyon göçmen, Türkiye’de entegre olabilir. Almanya’da 5 milyon Türkiyeli var. Avrupa çapında 10 milyon Türkiyeli var.
Doğru politikalarla bu iş çözülebilirken krizlerin sorumlusu GÜNAH KEÇİSİ sığınmacılar ilan edilip bir taşla iki kuş vuruluyor. Birincisi, ekonomik kriz onlara faturalandırılıyor, işçi sınıfı bölünüyor ve zayıflıyor; ikincisi krizi çözmek için mülteciler kaçak ucuz işçiler olarak kullanılıyor. Günah keçisi yaratma pratiği; en genel anlamıyla sistemin krizlerini, gerilim ve öfke yaratan aksaklıklarını, bir azınlığı işaret ederek, müsebbip olarak göstererek açıklama diye tanımlanabilir. Günah keçisi, sistemin sorun olan bir tek olgusunu açıklamak için kullanılmıyor. Nerdeyse ne kadar sorun varsa sorumlu olarak günah keçisi gösteriliyor: İşsizlik, sağlık ve eğitim sisteminin sorunları, çevre kirliliği, ahlaki yozlaşma.
Sığınmacılara karşı yükselen ırkçılığı engellememiz gerek. Bunu durduramazsak Kürtlerin, Alevilerin, tüm ezilenlerin sırada olduğunu unutmamamız gerek.
Kayseri’de olan, 2 Temmuz Sivas katliamından farksızdı. Bunu unutmayalım.
Teşekkür ederiz.
KapatAKP-MHP iktidarının 2019 yerel seçimleri sonrasında başlattığı “gönüllü” adı altında zorla geri göndermeler devam ediyor. O ...
15 Temmuz - İktidar Suriyelileri zorla geri gönderiyor ama “kimseyi zorla göndermeyeceğiz” diyor (Enternasyonal Dayanışma) Devamı15 Temmuz - İktidar Suriyelileri zorla geri gönderiyor ama “kimseyi zorla göndermeyeceğiz” diyor (Enternasyonal Dayanışma)
AKP-MHP iktidarının 2019 yerel seçimleri sonrasında başlattığı “gönüllü” adı altında zorla geri göndermeler devam ediyor. O günden beri yaklaşık 600 bin Suriyeli geri gönderildi. Geri gönderilenler arasında Faslı turistler bile var. Ama Dışişleri Bakanı Hakan Fidan dün “Biz kimseyi zorla gönderecek değiliz” dedi.
2024 yerel seçimleri sonrasında Suriyelilere dönük ırkçı saldırılarda çok büyük bir artış yaşandı. En son Kayseri’de başlayıp pek çok kente yayılan saldırılarda bir Suriyeli çocuk öldürüldü, onlarca Suriyeli yaralandı. Bine yakın ev ve işyeri kundaklandı, yakıldı, yıkıldı. Araçlar yakıldı.
Irkçı saldırılar sonrasında bir kısım Suriyeli, Suriye’ye geri dönmeye başladı. Bir kısım Suriyeli ise, özellikle ev kiralamalarında yaşadıkları fahiş fiyat artışları nedeniyle, geri dönmekten başka yol bulamadı.
Bu konuda Suriyelilerin verdikleri bilgiler şöyle:
“Ev sahipleri Suriyelilerden yüksek kira bedeli talep ediyorlar, ya da 1 yıllık peşin istiyorlar. Bunu karşılamak istemeyen Suriyeliler Türkiye’yi terk ediyor. İnsanları sıkıştırarak bu noktaya varmak istiyorlardı ve vardılar.
Kırıkhan’da bazı aileler saldırıya uğrarız korkusu nedeniyle evlerini boşaltıp gittiler. Kayseri’de de benzer durum yaşanıyor, pek çok Suriyeli aile, geçici koruma kimlikleri olmasına rağmen Suriye’ye dönüyorlar.
Aslında devlet topluca alıp sınırdışı etse bu korkuyu yaşatmasından daha iyidir. Sınırdışı başka, iki millet arasında düşmanlık bambaşka. Şu an bütün bu gidenler öfke ve üzüntüyle gidiyorlar.”
Örnek bir “gönüllü” sınır dışı!
10lar medya’da yayınlanan bir haberde; Kayseri’den 2 Temmuz gecesi evlerinden alınıp 4 gün sonra Afrin’e gönüllü adı altında zorla sınırdışı edilen 3 ailenin yaşadıkları anlatılıyor. Üç aileye ‘’Sizi koruma altına alacağız’’ deniliyor. Önce karakolda tutuluyorlar, sonra Geri Gönderme Merkezi’nde tutuluyorlar. İlaç, su, elbise, para almalarına izin verilmiyor. Ardından da sınır dışı işlemi uygulanıyor. Muhammed Merruş yaşadıklarını anlatıyor: https://x.com/10larMedya/status/1810719776819552402
Hakan Fidan: Kimseyi buradan zorla gönderecek değiliz
Her ay binlerce Suriyeli mülteci İç İşleri Bakanlığına bağlı Göç İdaresi tarafından gönüllü adı altında zorla sınırdışı edilirken, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan dün şu açıklamayı yaptı:
“Mülteci kardeşlerimiz ile ilgili hükümet politikamız hiçbir zaman değişmemiştir. Gönüllü olmadığı sürece biz kimseyi buradan zorla gönderecek durumda değiliz. Biz Suriye muhalifleri ile ilgili durduğumuz yeri değiştirmiyoruz. Omuz omuza savaştık. Onları yarı yolda bırakmamız diye bir şey söz konusu değil.”
Suriyelilerin geri dönebilmesi için, Suriye’de kalıcı ve adil bir barışın sağlanması gerekir. Bunun ilk adımı da tüm dış güçlerin Suriye’deki askeri varlığının sona erdirilmesi, Suriye halkının kendi geleceğine kendisinin karar verebileceği bir ortamın sağlanmasıdır.
KapatKayseri’deki pogrom girişiminden sonra ırkçılık karşıtı tweetler attığı için tutuklanan LGBTİ+ hakları aktivisti İris Mozalar, 12 Temmuz ...
13 Temmuz - Göçmenleri savunan İris Mozalar tahliye edildi (Enternasyonal Dayanışma) Devamı13 Temmuz - Göçmenleri savunan İris Mozalar tahliye edildi (Enternasyonal Dayanışma)
Kayseri’deki pogrom girişiminden sonra ırkçılık karşıtı tweetler attığı için tutuklanan LGBTİ+ hakları aktivisti İris Mozalar, 12 Temmuz günü akşam saatlerinde tahliye edildi.
İris Mozalar, 10 Temmuz Çarşamba akşamı ev baskınıyla İstanbul’da gözaltına alınmıştı. Mozalar, ardından tutuklama talebiyle sulh ceza hakimliğine sevk edildi. Mahkeme, 11 Temmuz Perşembe günü Mozalar’ın halkı kin ve düşmanlığa tahrik suçundan tutuklanmasına karar verdi.
Mozalar’ın tutuklanmasında, 30 Haziran’da Kayseri’nin Melikgazi ilçesi Danışmentgazi Mahallesi’nde başlayan ve diğer illere yayılan, ırkçıların Suriyelilere ait işyeri ve araçlara saldırılmasıyla ilgili sosyal medyadaki paylaşımları gerekçe gösterildi.
Dün akşam saatlerinde, üyesi olduğu Türkiye İşçi Partisi (TİP) tarafından yapılan açıklamada İris Mozalar’ın tahliye edildiği duyuruldu.
“İris’e özgürlük” X hesabı da şu ifadeleri paylaştı:
“Sizler göçmenlere ve translara gözdağı vermek için yaşamı savunan arkadaşımızı tutsak ettiniz. Bizler sizden korkmadık, bir araya geldik. BASKILARINIZA, YASAKLARINIZA BOYUN EĞMİYORUZ Bizimle başa çıkamazsınız dememiş miydik?”
https://enternasyonaldayanisma.org/2024/07/13/gocmenleri-savunan-iris-mozalar-tahliye-edildi/
Kapat
Köklü Değişim Medya tarafından İstanbul Üsküdar’da düzenlenen “Bir Konu Bir Konuk” programına bu ay 'Saldırı ...
13 Temmuz - Saldırı Altındaki Suriyeli Muhacirlerin Durumu – Taha Elgazi (Köklü Değişim Medya) Devamı13 Temmuz - Saldırı Altındaki Suriyeli Muhacirlerin Durumu – Taha Elgazi (Köklü Değişim Medya)
Köklü Değişim Medya tarafından İstanbul Üsküdar’da düzenlenen “Bir Konu Bir Konuk” programına bu ay 'Saldırı Altındaki Suriyeli Muhacirlerin Durumu' konusu ile Uluslararası Mülteci Araştırmaları Merkezi Genel Başkanı Taha Elgazi konuk oldu.
https://x.com/KokluDegisim/status/1811845951255928903
KapatBir dönem Suriye muhalefetinin liderliğini yapan Alptekin Hocaoğlu: Türkiye’nin etkin olduğu bölgenin yönetimi ‘At hırsızı’ ...
13 Temmuz - ÖZEL RÖPORTAJ | Alptekin Hocaoğlu ile Suriye muhalefeti – Bülent Şahin Erdeğer (Serbestiyet) Devamı13 Temmuz - ÖZEL RÖPORTAJ | Alptekin Hocaoğlu ile Suriye muhalefeti – Bülent Şahin Erdeğer (Serbestiyet)
Bir dönem Suriye muhalefetinin liderliğini yapan Alptekin Hocaoğlu: Türkiye’nin etkin olduğu bölgenin yönetimi ‘At hırsızı’ komutanlara verildi. 5 milyon kişinin yaşadığı bölgeyi 3-5 komutan yönetiyor. Sınırlar çizildikten sonra ailemin bir kısmı Suriye’de kalmış bir Türkmen olarak söylüyorum: Türkiye, Suriye tarafında sadece Türkmenlere oynayarak Türkmenlere büyük kötülük yapıyor. Çünkü Türkmen-Arap-Kürt ilişkilerini bozuyor. Büyük bir kısmı Kürt nüfustan oluşan Afrin’de Kürtçe tabelaların silinmesi, sanki Türkiye'nin bir iliymiş gibi davranılması PKK unsurlarının taban kazanmasına yol açıyor.
Hem Türk hem Suriyeli olan Alptekin Hocaoğlu, 2015-2016 arasında Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu Başkanlığı yaptı. Şu anda Gelecek Partisi Genel Başkan yardımcısı olan Hocaoğlu ile hem Türkiye’deki sığınmacı sorununun sebeplerini hem de Suriye’deki son durumu ve Türkiye’ye yönelik tepkilerin nedenlerini konuştuk.
Söyleşiden satırbaşları:
“Yaklaşık 5-6 yıldır millet dolduruluyor. 2016 öncesine kadar bu kadar mültecilere karşı geniş çaplı bir öfke hareketi yoktu. 2016 sonrasında Türkiye’de bir yönetim değişimi oldu biliyorsunuz. İktidar yapısı 15 Temmuz darbe girişimi sonrası değişti ve 2016 öncesi sığınmacıları himaye etmek devlet politikası iken yeni kurulan milliyetçi ittifakta bir devlet politikası olmaktan çıktı. Mültecilerin gönderilmesi esas oldu. Bunun üzerine partiler de kuruldu. Sayın Erdoğan’ın 2018’de ekonomik krizde ekonomik krizin baş gösterdiği dönemde Suriyelilere 40 milyar dolar harcadık demesi de aslında bu öfkeyi ateşledi.
Sayın Erdoğan’ın kendi hükümeti, Kızılay, AFAD her ne kadar bir dolar bile harcamadık demiş de olsa Sayın Erdoğan’ın demeci daha fazla yayılmış oldu.
2022’nin Mart ayına kadar Avrupa Birliği, Suriyelilere harcanmak üzere 22,5 milyar euro Türkiye’ye gönderdiğini açıklamıştı. Hatırlıyorsanız ilk başta mülteciler akın ederken bir milyon sayısına varmıştı. Fakat o bir milyon mülteci Birleşmiş Milletler tarafından kayıt altına alınıyordu ve onun üzerine Türkiye’ye yardım ediliyordu. Sayın Numan Kurtulmuş eğer gönderirse bir milyon daha karşılarız demesi, Türkiye’nin açık kapı politikası benimsemesi, Esad’ın tamamen Suriyelilerden ve muhaliflerden kurtulmasına neden olduğu şiddeti ve göçü arttırdı. Gelen Suriyelilerin en az yarısının Esad’la bir sıkıntısı yoktu. Hatta Şam’dan ve diğer ülkelerden de gelmeye başladı. Çünkü tamamen artık vizesiz bu politika çerçevesinde Suriyeliler Türkiye’ye gelmeye başladı.
Avrasyacılar iktidarın görünmez ortağı
15 Temmuz sonrası ABD’den uzaklaşan Ankara Rusya eksenine girdi. 2016 sonrasında yeni kurulan hükümette hala devam eden iktidarda görülmeyen bir ortak da var. Görülmeyen derken aslında kendini hissettiren bir ortak var. O da Avrasyacılar, Vatan Partisi. Vatan Partisi, Esad’la çok iyi ilişkiler içerisinde. Putin’le barışılmasında arka kanallar kurdu, Esad’la defalarca görüştü. En son Sayın Erdoğan’ın görüşü o yönde devam etti. Bu değişiklik içerisinde Suriye muhalefetine ve Esad’dan özgürleştirilmiş topraklarda yaşayan yaklaşık 5 milyonluk insana farklı davranılmaya başlandı. Asıl sorun orada başladı.
Güvenli bölgelerde yerel meclisler engellendi
O bölge, yani İdlib dahil yaklaşık 8000 metrekarelik bir bölgeden bahsediyoruz. Savaş öncesinde 350.000 ila 400.000 insan yaşıyordu. Şu anda 4,5-5 milyon arasında insan yaşıyor. Nüfus 10 katına çıkmış durumda. %90’ı evsiz, barksız. Altyapısı yok. Hala çadırlarda yaşıyorlar. Her kış orada bir trajedi yaşanıyor. 13 yıl boyunca yerel halk tarafından seçilmesi gereken yerel meclisler engellendi. Halbuki 2016 öncesinde Türkiye, yerel meclisleri destekledi. Halk tarafından seçilecek sivil meclisler iyi bir yönetim modeli oluştururdu. Rejimin baskısı altında yaşayan halk da bunu görerek rejime baskı yapabilirdi.
Muhalefet çözüme kapalı, rejimle müzakere etmiyor söylemi de yanlış ve saptırma. Muhalefet en başından beri tüm uluslararası platformlarda Şam rejimiyle görüşmeleri terk etmedi. Fakat Esad’ın yani şartlarıyla devam etmek mümkün değil. Rejim, BM himayesindeki Cenevre görüşmelerinde ortaya konan hiçbir geçiş süreci şartlarını tanımadı. En basit insan hakları düzenlemeleri, düşünce suçlularının serbest bırakılması gibi en ufak adımları dahi atmadı. Aksine Sezar sızıntılarında da tüm dünyanın şahit olduğu gibi rejim işkence ile yargısız infazları kayıt altına alarak kamuoyuna gözdağı vermeye devam etti.
“Güvenli bölgeler” at hırsızlarına teslim edildi
Türkiye’nin etkin olduğu bölgenin yönetimi ‘At hırsızı’ komutanlara verildi. Suriye Milli Ordusu halkın karşı çıktığı, bezdiği her türlü kirli ilişki, uyuşturucu kaçakçılarıyla, fuhuş çeteleriyle, suikast çeteleriyle kuruldu. Bölgede paralel bir ekonomi oluşturuldu. Buna karşı çıkanlara ise baskı uygulandı. Bu sefer halk diyor ki, Esad’dan ne farkınız kaldı? 5 milyon kişinin yaşadığı bölgeyi 3-5 komutan yönetiyor.
Demografik politika yanlışları iç savaşı doğurur
Sınırlar çizildikten sonra ailemin bir kısmı Suriye’de kalmış bir Türkmen olarak söylüyorum: Türkiye, Suriye tarafında sadece Türkmenlere oynayarak Türkmenlere büyük kötülük yapıyor. Çünkü Türkmen-Arap-Kürt ilişkilerini bozuyor. Yarın öbürgün Suriye’den çekilince oluşan husumetlerin cefasını Türkmenler çekecekler.
Örneğin Afrin’in de büyük bir kısmı Kürt nüfustan oluşuyor. Ama Kürtçe tabelaların silindiğini, işte her yere Türkçe tabela asıldığını, sanki Türkiye’nin bir iliymiş gibi davranıldığını görüyoruz. Bu da Afrin’deki PKK unsurlarının taban kazanmasına yol açıyor.
Afrin, PKK’dan bezmiş durumdaydı. En iyi ihtimalle PKK’ya olan destek Afrin’deki yaşayan Kürt toplumunda %30’u geçmezdi. PKK/PYD Kuzey Doğu’da IŞİD’ten toprakları ele geçirirken Araplara zulmetti, arazilerini gasp etti. Oradan kaçan Araplar Suriye Milli Ordusu’na katıldı, intikamı Afrin’deki Kürtlerden aldı. Çok yanlış bir politika. Zeytin bahçelerine saldırdılar, yerel halkın evlerine saldırdılar, gasp ettiler.
PKK ne yaptıysa aynı şeyler yapıldı. Bunun ilerisi bir iç savaştır. Rejimle yaşanan dahi halklar arasında yaşanmadığından bir iç savaş değildir. Halklar arasında çatışma çıkarmayı IŞİD denemişti başarısız olmuştu. Ancak Türkmenler, Kürtler ve Araplar arasında geldiğimiz nokta uzun vaadede düzeltilemeyecek husumetlerin oluşturulmasıdır.
Ülkenin kuzeyindeki 5 milyon insanın Esad’a sempati duyması da imkansız. Güneyde Suveyda kentinde de Dürziler ve Dera’da Sünni Arap aşiretleri Şam’a karşı bayrak açmış durumda. Esad, kuzeyi ve güneyi unutmuş durumda.
Suriye’den göç devam ediyor
Esad rejimi Suriye’nin en büyük şehirlerinde Şam, Humus, Hama ve Lazkiye bölgelerini kontrol altına almış, oraya odaklanmış durumda. Oradaki halka da zaman zaman böyle kapı açıyor. Mısır’a gidiyorlar, yurt dışına gidiyorlar, bir daha dönmüyorlar. Dışarıya doğru göç devam ediyor. Alt ve üst yapısı çökmüş kentleriyle Gazze’yi andırıyor Suriye şehirleri. İran ve Rusya güçleri güvenliği sağlıyor genelde.
Suriye’de normalleşme adına hiçbir adım atmayan Esad rejimiyle barışma noktasına geldi Erdoğan. Peki Suriye halkı ne olacak? Suriye halkının görüşüne önem vermek lazım süreç içerisinde.
Birçok yorumcu Suriye tarafında Türkiye karşıtı tepkilerin Kayseri olaylarına tepki olarak yapıldığını söylüyor. Kayseri olayları olmasa bir şekilde bu patlama olacaktı ve ileride de daha büyük bir patlamanın göstergesidir bu. Nedir orada? “Yok sayılıyoruz tepkisi”.
Bu Esad’la başlatılan yeni süreçte biz yok sayılıyoruz. Peki biz ne olacağız tepkide? Muhalefetten hiçbir açıklama yapamadık. SMO’dan ve hiçbir resmi muhalefet kurumundan açıklama yok. Tamamen muhalefet yok sayılmış.
Bayrak öptürmek çok yanlış bir yöntem
Düşünün başka bir ülke vatandaşı kendi topraklarında bizim bayrağımıza saldırıyor. Bunu kınıyoruz, dile getiriyoruz, lanetliyoruz ama kendi siyasi sınırınızın ötesinde bir harekat gerçekleştiriyorsunuz, oranın vatandaşını alıyorsunuz, uluslararası hukuka aykırı olarak ülkeye getiriyorsunuz ve zorla özür dilettiriyorsunuz ve kendi TV kanallarınızda da yayınlıyorsunuz. Bu çok yanlış bir yöntem.
Rejim askeri okullarda veya bir çok platformda Türk bayrağını yere resmetmiş. Yerde Türk bayrağı, zeminde boyalı, geçen herkes onun üzerinden geçiyor. Ona niye tepki göstermiyoruz?
Esad-Rusya güçleri 34 şehidimizi katletti. Onlara niye tepki göstermiyor Türkiye kamuoyu? Niye rejime o kadar müsamahakar davranıyoruz? Burada kantarın topuzu kaçmış durumda. Ben diyorum ki, yöntem yanlış. Halep Today gibi Suriye’de muhalefetin kendi televizyonları var. Muhalefet İstanbul’dan yayın yapıyor. Oradan bir muhabir gönderip, adamlarla bir röportaj yapsa, ya biz galeyana geldik, özür dileriz demese daha iyi olmaz mıydı? Çok daha etkili olurdu. husumet yerine kamu diplomasisi gelişirdi.
https://x.com/serbestiyetweb/status/1812103219746689264?s=08
Kapat
Kayseri’de Suriyelilerin yaşadığı 9 mahallede 400’e yakın ev, iş yeri ve aracın zarar gördüğü saldırılarda gözaltına alınanların ...
12 Temmuz - 450 vandal Zafer Partili (Yeni Şafak) Devamı12 Temmuz - 450 vandal Zafer Partili (Yeni Şafak)
Kayseri’de Suriyelilerin yaşadığı 9 mahallede 400’e yakın ev, iş yeri ve aracın zarar gördüğü saldırılarda gözaltına alınanların profili, provokasyonun arkasında Zafer Partisi olduğunu gösteriyor. Soruşturmada yer alan yetkililerin verdiği bilgiye göre, 855 vandalın yaklaşık 450’si partiye yakınlık duyuyor. Olaylar sürerken Zafer Partisi Genel Başkan Yardımcıları Ali Dinçer Çolak, Seyit Yücel, Bölge Başkanı Haşim Günkaya ve Teşkilat Başkan Yardımcısı Mert Osman Sürmen’in Kayseri’ye gittiği tespit edildi.
Kayseri’de Suriyeli bir sığınmacının yine Suriyeli 7 yaşındaki bir kızı taciz etmesi üzerine başlayan sokak olaylarının yankıları sürüyor. Organize provokasyonla, Suriyelilere ait 400’e yakın ev ve iş yerinin taşlanıp yakıldığı kentte yine Suriyelilere ait 14 araç da zarar görmüştü. Kayseri’deki ırkçı terörde Zafer Partisi bağı her geçen gün daha da netleşiyor.
Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ’ın, 2 ay önce kentteki Suriyelilere ait iş yerlerini, 2,9 milyon takipçili sosyal medya hesabından yayınladığı videoyla tek tek hedef gösterdiği ortaya çıkmıştı. Şimdi de sokakları savaş alanına çevirdiği için gözaltına alınan 855 provokatörün yarısının Zafer Partili olduğu belirlendi. Bunların 450’ye yakınının sorgu ve ifadelerinde partiyle bağı tespit edildi.
KAYSERİ’DE NE İŞİNİZ VARDI?
Zafer Partili yöneticiler de olayları körüklemek için kente çıkarma yapmış. Zafer Partisi Teşkilatlardan Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Ali Dinçer Çolak, Siyasi İşlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Seyit Yücel, Bölge Başkanı Haşim Günkaya ve Teşkilat Başkan Yardımcısı Mert Osman Sürmen’in, saldırılardan sonra 2 Temmuz’da Kayseri'ye gittiği öğrenildi.
ESKİ İL BAŞKANI DA İŞİN İÇİNDE
Partinin eski Kayseri İl Başkanı Hacı Ali Demirkaya'nın da provokatörler arasında olduğu ifade ediliyor. Demirkaya'nın olaylarla bağı araştırılıyor. 6 ay önce Ankara'da yürütülen bir soruşturma kapsamında “halkı kin ve düşmanlığa sevk etmek” suçundan Kayseri’de gözaltına alınan Demirkaya, Ankara'ya götürülmüş ve yurt dışına çıkış yasağıyla serbest bırakılmıştı.
https://www.yenisafak.com/gundem/450-vandal-zafer-partili-4632540
KapatÖncelikle, bugün gelinen noktanın çift başlı yozlaşma ikliminin bir sonucu olduğunu tespit etmek gerek. Ana muhalefet ve ayrımcı partilerin ulusalcı ...
12 Temmuz - Sığınmacıları Kurban Vererek Göçü Yönetemezsiniz – Bahadır Kurbanoğlu (Perspektif) Devamı12 Temmuz - Sığınmacıları Kurban Vererek Göçü Yönetemezsiniz – Bahadır Kurbanoğlu (Perspektif)
Öncelikle, bugün gelinen noktanın çift başlı yozlaşma ikliminin bir sonucu olduğunu tespit etmek gerek. Ana muhalefet ve ayrımcı partilerin ulusalcı söylemler üzerinden iktidarı yıpratmada konforlu alan olarak gördükleri yabancı düşmanlığının 12 yılın ardından söylem üstünlüğünü ele geçirdiği nokta bu. Bu ahlak dışı siyasetin “başarılı” olmasını kolaylaştıran ise iktidarın yönetimsel yozlaşmasıyla çakışması ve onun da kendi zaaf, cürüm ve günahlarının bedelini göçmenlere yükleyen bir siyasi yol yürümeyi tercih etmesi.
Siyasetteki Çifte Yozlaşma Sığınmacıları Sahipsiz Kıldı
Siyasette tüm ideolojik ve etnik kimliklerin bir şekilde sahipleri olduğu halde, sığınmacılar temsiliyet noktasında artık sahipsiz görünüyorlar. “Artık” diyoruz, çünkü 2000’li yılların başarılı siyasetleri sayesinde iktidar, hem İslam dünyasında hem de ülkede ciddi bir halk desteğini arkasına almaktaydı. İçte ve dışta demokrat kesimlerin de İslami STK’ların da büyük desteğini alan iktidar, inşa ettiği ahlaki meşruiyet ile Arap Baharı’ndan mülteci siyasetine değin her konuda söz ve icraat üstünlüğünü elinde tutuyordu. Bu da, Suriye politikası karşıtlığı bir yana, bunu bahane edip sığınmacı karşıtı söylemlere yol veren muhalefetin sözünün ciddiye alınmasını veya etkili olmasını engellemekteydi. Son 7-8 yıllık önce kötü eko-politik yönetim, ardından dış politikadaki tutarsızlıklar ve hepsiyle birlikte hukuksuzlukların ve yolsuzlukların ivmelendiği yozlaşma iklimi bu üstünlüğü sona erdirdi.
Sığınmacıların hamisi pozisyonunda olan hümanist, demokratik ve muhafazakâr-mütedeyyin sivil toplum unsurları (ki sayıları 400’leri geçmekte) bu rolü ifa etmeyi sürdürmeye çalıştıkları halde karşılarında artık sadece muhalefet değil, iktidar mahfillerini de buldular. Nitekim günümüzde en fazla şikâyet konusu olan, Göç İdareleri ve Geri Gönderme Merkezlerindeki (GGM) bürokratik kadroların belli ideolojik çevrelerden olması da hukuksuz ve hedefsiz, sığınmacıları kriminalize eden yozlaşma iklimini katmerleştirdi. Sığınmacılar bir yandan faşizan söylemlerin hedefi haline gelirken, diğer yandan kötü yönetimin göç siyasetinde görevli kadrolarının kodlarında da negatif anlamlarla anılmaya başlandı.
Hastalıklı anti-Arap, anti-Suriyeli, ulusalcı ve faşizan söylemlerin halkta etkili olmasının en önemli saiki, geçim şartlarının olumsuzlaşmasının asıl sebebinin ülkenin başına “sığınmacıların musallat edilmesi” olarak zihinlere kodlanması oldu. Toplumun önemli bir bölümü, kötü yönetim, yandaş ve akraba kayırmacılığı, yolsuzluk ve rant politikaları ile fakirleştiren iktidarın başına bir de sığınmacı “belasını” sarmış olmasını öfkesinin merkezine koyarken, iktidar da içine düştüğü girdapta bu “bela”dan kurtulmak dışında bir çözüme yönelemez oldu. Artık entegrasyon politikalarının konuşulduğu günler de geride kaldı. Göç olgusunun ülkeye getirdiği faydaları akademik göç çalışmaları ve istatistiklerle ispat da gündemde değil. “Sığınmacılar kötü ve ülkeye zararlı” illüzyonu, tersini söyleyen akademik ve bilimsel çalışmaları çoktan gölgede bıraktı.
Geldiğimiz noktada zihni “geri gönderme”den başka bir şeye çalışmayan devlet aklının resmini 1-2 Kasım 2024 tarihinde İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi’nce gerçekleştirilecek olan “III. Uluslararası Göç Konferansı”nın konu başlıkları özetlemekte:
- Geri Dönüşte Ülke Politikaları
- Geri Dönüş Motivasyonu
- Gönüllü Geri Dönüş Yolculuğu
- Geri Dönüş Sonrası Yeni Başlangıç
- Geri Dönüş ve Teknoloji
Kayseri ve Sonrasını Doğru Anlamak
İkitelli, Altındağ, Torbalı, Güzelbahçe derken, bu defa Solingen benzeri olaylar zincirine Kayseri dahil oldu. Kayseri’deki pogromvari olayların gerçekleşme biçimi, yayılım hızı, diğer şehirlere sıçrama biçimi, pek çok cevapsız soruyu da beraberinde getirdi.
Türkiye’nin güvenlik konsepti içinde yer alan bölgelerdeki yönetim sorunları nasıl çözülecek? Buralardaki memnuniyetsizlikleri giderecek alternatif formüller nelerdir? Mesela Rusya ile görüşüp Esed’i masaya oturmaya razı ettiğiniz Suriye coğrafyasına ilişkin “uygulanabilir” gelecek projeksiyonunuz nedir? Halkından 1 milyon 400 bin kişiyi katletmiş, Lübnan’dan, Ürdün’den, Türkiye’den gönüllü ya da zorla tehcir edilmiş insanların tutuklanma ve işkence dahil insani trajediler yaşadığı, 2015’teki BM kararlarının uygulanamayıp/uygulanması engellenip uluslararası güvencenin sağlanamadığı, savaş koşullarının halen devam ettiği, tehcir edilen bir kısım insanın YPG gibi örgütlerin zorla silah altına alma siyasetlerine kurban verilme risklerinin had safhada yaşandığı, ya da Türkiye’nin yönetimindeki ekonomik, yönetimsel ve demografik problemlerin olduğu bölgelere gönderilmelerinin bambaşka sorunlara kaynaklık edeceği bilindiği halde, “geri gönderme siyaseti”nin ötesinde bir yaklaşım modeline rast gelinmediği bir ortamda sığınmacıların yaşam güvenceleri nasıl teminat altına alınabilecek?
Sığınmacı karşıtı söyleminin ağır etkisi altındaki siyaset, Suriyeli göçmenlerin dehumanize edilmesi, şeytanlaştırılması ve pogrom hikâyelerini betimleyen iki simge kazındı zihinlerimize. Biri, “Kur’an Kursu Türklere Aittir” uyarı yazısı; diğeriyse, bir Suriyelinin ağzından dökülen, “Çaresizce evlerimizin yakılışını izledik, tıpkı savaş günlerindeki gibi” sözleri. Resmî ideolojinin, hastalıklı ulusalcılığın, İslamofobi’nin, anti-Arap zihniyetin ve 10 yıl önceki anti-Kürt söylemlerinin tekrarlanmasının çare olmadığını bildiğimiz halde izlemek zorunda kaldığımız günlerdeyiz.
İçişleri Bakanı’nın yerel halkın yüreğine su serpmek ve sorumluluğu dağıtmak için meseleyi suç örgütlerine bağlayan tweet’ler atması, son bir yıldır ivmelenen yanlış siyasetleri maskelemenin ötesinde bir anlam ihtiva etmiyor. Sonuçta bunların yaşanmış olması, Konya’daki Halep lokantasının taşlanarak yerle bir edilmesi ya da Antalya Serik’te yaşayan, YPG’den kaçarak ülkemize gelen 17 yaşındaki Ahmet El Naif’in linççi güruhlarca katledilmesi bir başarısızlık olarak önümüzde duruyor. Böylesi bir trajedinin ardından Kayseri’de bir tane bile sığınmacı evini ziyaret etmeden, linççi güruhlara burada iki çift söz söylemeden ayrılmış olmasının da bu güruhları cesaretlendirmekten başka bir anlamı bulunmuyor. Ev yıkmak için “kepçe bulup getiren” kişilere dönük tedbirlerin alınıp alınmadığı da net biçimde ortaya koyulmuş değil. Başta Cumhurbaşkanı olmak üzere devletin en üst makamlarından olayların ardında istihbari yapıların olabileceği imaları yapıldığı ve halkın bu provokasyonlara gelmemesi gerektiği hatırlatıldığı halde sığınmacılara dönük “örgütlü” saldırıların Konya, Antalya, Bursa gibi illere sıçraması engellenemedi. Bu tablo da pek çok gözlemci açısından, sığınmacıların bir parça korkutulup “gönüllü” olarak ülkeyi terk etmelerini sağlayacak bir iklimin bizzat devletin de gönlünden geçiyor olabileceği algısını beraberinde getirdi. Öyle ya da değil ama sonuçta devletin onlarca evin, dükkânın, aracın yakılıp yıkılması hadiselerinde aciz kalmasını tarif edebilecek bir yetkiliye ulaşabilmek mümkün olamadı.
Dahası; devlet yetkililerinden, nereye varacağı bilinmez pogrom vahşeti karşısında yeterli sesin çıkmaması bir yana, Kayseri gibi kadim muhafazakâr kimliğiyle malum bir sanayi şehrinde müftüden, belediye başkanından veya Sanayi Odası gibi teşekküllerden tek bir tepkinin, dayanışma ve barış mesajının gelmemesi de tepki topladı. Yerelde, kapalı kapılar ardında iş gücünün tehdit altında olduğu ve Suriyelilerin şehri terk etmelerinin iş piyasasını olumsuz etkileyeceği şikâyetlerinde bulunan iş çevreleri ve dahi ilgili bakanlıktan konuyla ilgili tek bir açıklama gelmedi. Devlet, sade suya tirit açıklamalar dışında sessiz kalır, esas böyle zamanlarda görünür olması gereken Diyanet İşleri Başkanlığı lal kesilirken, şehir bu manada derin bir sessizliğe büründü. Sessiz kalarak, geçiştirerek, örterek bir tehlikeyi daha savuşturduğumuzu zannetmiş olduk! Halbuki daha önce olanlar bugünlerin habercisiydi; Kayseri’nin nelere gebe olduğunu da eğer gerekli tedbirler alınmazsa belki de çok uzak olmayan bir gelecekte daha acılarını tecrübe ederek göreceğiz.
Irkçılık Yine Geçiştirildi; Cezasızlıkla Ödüllendirildi
Hepsinden öte, bazı gözaltı ve tutuklamalar gerçekleştiyse bile, yangına körükle gidenlere ilişkin cezasızlık iklimi sürdürüldü. Sinan Oğan’ın Türkiye İttifakı ve Ümit Özdağ’ın Zafer Partisi’nin başını çektiği Ata İttifakı’nın bileşenlerinin olayların öncesi ve sonrasında yaptığı paylaşım ve açıklamalar herhangi bir müeyyide konusu yapılmadı. Özdağ’ın ve partisinin trollerinin Nisan ayında Kayseri’nin sokak sokak, adres adres, dükkân dükkân haritasını çıkardıkları ve sığınmacıları belli odaklara hedef gösterdikleri video da; sadece Göç İdaresi’nin uhdesinde bulunması gerekirken -belli ki içeriden- sızdırılmış olan ve sığınmacıların isim ve adres bilgilerini içeren listenin “Ayaklanış Türkiye” adlı bir hesaptan “14 yaşındaki bir çocuk” eliyle paylaşılıp Özdağ tarafından sitayişle lanse edilmesi de; Oğan’ın düzensiz göçle mücadelede sokak sokak dolaşan minibüsleri paylaşıp bu “planlı politika”da kendi iradesinin de payı olduğunu ima eden paylaşımı da -duyarlı çevrelerin serzenişleri dışında- kayda alınmadı.
Oysa olayların dış istihbarat boyutunun gizemi bir tarafa (ki bu varsa zaten devlet gerekeni yapıyor olmalıydı) içerideki örgütlü yapıların kendilerini aleni teşhirinin göz ardı edilmesi ne insani ne hukuki ne de güvenlik boyutu açısından kabul edilebilir. Kayseri gibi bir facia yaşandıktan sonra bile pervasızlığı, pişkinliği, cesaretli (!) şekilde sürdüren ve farklı illerde baskı ve saldırılarına devam eden güruhların sırtlarını bu iklime dayadıklarını ve cezasızlık zırhından cesaret aldıklarını tespit etmek mümkün.
Görüldüğü üzere artık mesele çok daha geniş boyutlu olmak kaydıyla ele alınması gereken bir hal almış durumda. Hükümet-devlet siyaseti hukuksuzluklar da içerse, “geri dönüş” kodlu olmak üzere bir karara varmış görünüyor. İçeriyi ve sınır ötesini planlama becerisinin ötesinde, kitlelerin gazını almaya dönük popülist ve popülist olduğu ölçüde yanlış bir karar bu. Süreci yönetmeyi değil günü kurtarmayı önceleyen, Suriyelileri nasıl daha fazla gönderebiliriz dar görüşlülüğünün göç politikası olarak benimsendiğini düşündüren bir savrulma görüntüsü. Kitlelere de “merak buyurmayın ama davulla zurnayla, ama zorla bir şekilde bu fazlalıkları ülkeden göndereceğiz” mesajını veren bir siyaset dili de bu savrulma haline eşlik ediyor görünüyor.
Ne Yapmalı?
Ama bu böyledir diye bir çaresizlik ve ümitsizlik iklimine teslim olmanın manası yok. Nitekim burada doğup büyüyenler de dahil olmak üzere, toprakları sütliman bile olsa ciddi bir mülteci nüfus ülkemizde kalmaya devam edecek. O halde konjonktür rüzgârına kapılmaktansa akıl tutulmalarından sıyrılıp çıkmaya gayret gösterilmeli; sabır ve metanetle doğru entegrasyon politikaları üzerinde ç