Yazarlar
Türkiye Kadınlar Millî Voleybol Takımı’nın Avrupa Voleybol Şampiyonası ve Milletler Ligi’nde şampiyon olması, dikkatleri takımda yer alan sporculara çevirdi. Özellikle “En Değerli Oyuncu” seçilen Melissa Vargas, Küba asıllı olması, İsviçre’ye sığınmacı olarak gidişi ve sonunda Türk vatandaşlığına geçişiyle birlikte anıldı.
Mültecilerle dayanışma içinde olan sosyal medya kanallarının, Melissa Vargas’ın hikâyesini ön plana çıkarması, bir grubun dikkatini çekti. Bir X kullanıcısı, yüzlerce beğeni alan, “Tek bir smaç ile 85 milyonu havalara uçurabilen Melissa Vargas ile vatanını savunmaktan aciz, ne idüğü belirsiz, gittikleri ülkeyi Ortadoğu çöplüğüne çevirenleri mukayese etmek, en hafif tabiriyle haysiyet fukaralığıdır, ahlaksızlıktır, namussuzluktur, vatan hainliğidir!...” şeklindeki paylaşımı zihinlerimizi hemen on yıl öncesine götürüyor.
“Kalıp ülkelerinde savaşsalardı.”, “Ülkelerini savunmaktan acizler.”, “Kadınlar ve çocuklar neyse de erkekler neden geldi?” ve benzeri sayısız cümle... Buradaki sorun öncelikle geçen yıllar içinde cümleler dışında bir değişimin olmaması elbette. Zira konu hakkında hukuki, sosyolojik, psikolojik açıdan sayısız izahat kamuoyuyla defalarca paylaşılmıştı. Öyleyse ikinci soruna ulaşmış oluyoruz. Demek ki bu açıklamaları yaparken ya bir gruba hiç ulaşamıyoruz ya da bir grup iradesini, mülteciler konusunda “değişmeme” üzerine koyuyor. Sonuçta avuçlarımızda şekil değiştiren “aynı”larla kaldığımızı fark ediyoruz.
Peki, gerçekten Suriyeli mülteciler vatanlarını savunmaktan aciz miydi?
Neden kalıp savaşmadırlar?
Neden sadece kadınlar ve çocuklar gelmedi?
Berat Özipek ve Faik Tanrıkulu, “Geçmişten Günümüze Türkiye’de Göç ve Suriyeli Sığınmacılar: Algılar, Olgular ve Gerçekler” isimli çalışmasında bu soruya, “Bir toplumun bütün kesimleri savaşamaz. Özellikle de toptan yok olma tehdidi varsa.” diyerek yanıt vermeye başlıyor. Bir insanın içinde bulunduğu koşullar onu sıcak savaşa girmeye veya çocuklarını alıp ülke sınırlarını aşmaya elbette mecbur edebilir. Bu mecburiyet de sadece Avrupalı mülteciler için geçerli değildir üstelik. Bir Afganistanlı veya Suriyeli de savaşmak yerine sınırları dışına çıkmak zorunda kalabilir. Bunun yanında artık cephelerin cephelere karşı olduğu bir savaştan söz edilemiyor. Bunun yerine dünya, sivillerin yaşadığı büyük bir alanın teknolojinin yardımıyla ağır şekilde bombalandığı durumlarla karşı karşıya.
Özipek ve Tanrıkulu’nun bu hususta verdikleri örnek de oldukça dikkat çekici. “Örneğin çok yakından tanıdığımız Çeçenler de kahramanca direndiler. Rusya’ya karşı kahramanca canlarını ortaya koydular. Ama o kadar asimetrik, o kadar adaletsiz bir karşılaşmaydı ki… Böyle bir ortamda bir milletin topyekûn yok olmasındansa çocukların hayatta kalmasını sağlamak için göç etmek de seçenekler arasındaydı. Bazıları da bunu yaptı.”
Şu bir gerçek ki Suriye halkını yollara döken, memleketlerinden ayıran, yanlarına neredeyse hiçbir şey almadan evlerini terk etmeye zorlayan şey savaştan ziyade karşı karşıya oldukları katliamdı. Bunun örneklerini hâlâ görebiliyoruz. Suriye sınırı içindeki mülteci kamplarının bile bombalandığı bir ortamdan söz ediyoruz ne yazık ki…
Bununla birlikte mültecilerin sadece kadın ve çocuklardan oluşmasını beklemek gerçeklikten oldukça uzak. Çünkü bu en temelde aileleri ikiye ayıran bir uygulama olurdu ve bambaşka sorunları da beraberinde getirebilirdi. Bu sorunların başında dilini ve yaşam koşullarını hiç bilmedikleri bir ülkeye büyük çoğunluğu küçük olan çocuklarla gelen kadınların hayata nasıl tutunacağı geliyor. Hayatı idame ettirmek için nerelerde çalışabilirler veya mülteci kamplarında tüm ihtiyaçlarının karşılandığı süre en çok ne kadar olabilir? Özipek ve Tanrıkulu bu durum için oldukça açıklayıcı bir ifade kullanıyor: “Çünkü çalışacak yaştaki dinamik aile üyeleri savaşa gittiğinde, o insanların geçimini devletin sağlaması gerekecektir.”
Suriye’de yaşanan bir iç savaştı yani iki ülke arasında yapılan bir savaşta değil. Bu noktada tüm halkın istisnasız olarak iç savaşın taraflarından birine dahil olmasını beklemek de gerçeklikten uzak geliyor. Şunu hatırlamakta fayda olabilir. “Kalıp savaşsaydınız!” ifadesi ilke kez Suriyeli mültecilere karşı kullanılmıyor. Daha önce de Balkan göçmenlerine veya Kafkas göçmenlerine karşı da kullanılmıştı. İran-Irak Savaşı sırasında mülteci olan insanlar da benzer cümleleri duymuştu.
Bu türden sorular, savaşın şiddeti ve katliamın yakınlığının unutulduğu, gündemde insan hikâyelerinden çok siyasi manevraların yer alamaya başladığı dönemlerde artıyor. Oysa Türkiye, ilk kez mültecilerle karşılaşmıyor ve neredeyse her evde bir Bulgaristan, Yunanistan, Kafkas veya başka bir göçmen tanıdık var. Zaman zaman tüm tartışmaların ve agresif açıklamaların uzağında sadece düşünmek gerekiyor.