Hakim’in Yolculuğu / Fatma Hazan Türkkol
“Mülteciliğe ve Suriye savaşına, Fransa’nın bir şehrinde ailece bir araya gelmek için 10 ülkeden geçen, botlarla denizlere açılan, kamplarda kalan bir çiftçinin kalbindeki yasla bakmak, herkese bambaşka bir bakış açısı verebilir. Özellikle tüm dünyada, ırkçılığın yükseldiği, yabancı düşmanlığının arttığı, savaş analizlerinin ekonomi ve uluslararası ilişkiler bağlamına takılıp kaldığı zamanlarda…”
“Bir bahçıvanın hayatı” deyince akıllara, dünyanın hemen her yerinde benzer şeyler gelir. Hava durumunu takip eden, tohum alan, ekip biçen, bereket uman, yılı yağmur mevsimlerine bölen bir işçi… Suriyeli Hakim de öyle, herkesin aklına gelebilecek bir hayat sürmekteydi. Onu diğerlerinden ayıran, hayatı sorgulatan bir yolculuğa mecbur bırakan gelişmeler yaşanmadan önce.
Hakim, Suriyeli bir çiftçiydi. 2022 yılından bakınca hayatının oldukça kısa zamanda bu denli nasıl tepetaklak olduğuna kahırla ve hayretle hatırlıyor. Ve tüm savaş mağdurlarının “sıradan hayat”larını özledikleri gibi memleketine duyduğu hasreti, kalbine takılmış bir yas kurdelesi olarak gezdiriyor.
Suriyeli Hakim’in hayatı, 2011 yılında önce ülke içindeki şiddet olayları daha sonra da şiddetin savaşa dönüşmesiyle tümden değişti. Önce üretim yaptığı toprak gasp edildi. Aynı günlerde sokak ortasında kalan yaralılara yardım ettiği için tutuklandı. Şiddetin, korkunun ve savaşın dozu büyük bir hızla artarken elinde tek bir yol kaldı: Yaşamak için kaçmak.
Lübnan, Ürdün, Türkiye, Yunanistan, Makedonya, Sırbistan, Macaristan, Avusturya, İsviçre ve Fransa… Bu uzun yol veya yolun bir kısmı dünyanın bir kesimi için gezi rotası olabilir ancak Hakim için yeni bir hayata başlayabilmek, hayatta kalabilmek için geçilmesi gereken zorlu bir yolculuktu.
Biz, “Bunun benim başıma gelebileceği aklımdan bile geçmezdi. Anlıyorum ki her insan bir gün ‘mülteci’ olabilir... Bunun için ülkenin çökmesi yeterli. Ya sen de onunla birlikte çöküyorsun ya da çekip gidiyorsun.” diyen Hakim’in hikayesini, Fabien Toulme’nin üç ciltlik kitabından öğreniyoruz.
Fabien Toulme, “Hakim’in Yolculuğu” isimli üç ciltlik kitaba dönüştürdüğü hikaye için iki sene kadar birebir görüşmeler yaptığını belirtiyor. Kitapların yazarı ve çizeri olan Fabien Toulme, kitabı yazmaya nasıl karar verdiğini şu sözlerle anlatıyor:
“Akdeniz’i kateden göçmenler üzerine bir kitap yazma fikri, tuhaftır ki bu sorunsalla hiçbir bağı olmayan bir felaket yaşandığında düştü aklıma. Bir uçak kazası.2015’in Mart ayında, Germanwings şirketinin depresif pilotunun kullandığı bir uçak, yolcular ve mürettebatla (150 kişi) birlikte Fransız Alplerinde bir dağa çarptı. O kaçınılmaz sona doğru nasıl korktuklarını hayal ettikçe kurbanlar ve aileleri için büyük bir şefkat hissediyordum. Daha da kötüsü, sevdiklerimle birlikte o uçakta olduğumuzu hayal ettim. Biz de o pilotun kullandığı uçağa binmiş olabilirdik. Bu korkunç dramın ardından haber bültenlerinde durmadan bu konuda haberler yapıldı. Neredeyse özel olarak sadece bu kazadan söz eden haberlerin birinde, programın sonunda sunucu kısaca ekledi: ‘Yine bir göçmen dramı; 400 kişi Akdeniz’i katetmeye çalışırken hayatını kaybetti.’ Hepsi bu. Analiz yoktu. 21. Yüzyılın kuşkusuz en vahim insanlık krizlerinden birini açıklamak için olay mahalline gönderilmiş bir muhabire bağlanılmadı. Sayıların soğukluğu dışında hiçbir şey yoktu. Daha da kötüsü vahim şekilde bundan utanıyordum, uçak yolcuları için hissettiğim şefkati hissetmiyordum. Bu işte bir gariplik var dedim kendi kendime. Göçmenlerin deniz kazalarının sürekli yinelenmesi miydi bizi korkunçluğa alıştıran? Benim tezim şu: Bu iki olayın algılanmasındaki fark, insanın özdeşleştirmesinden ve yakınlık duyma meselesinden kaynaklanıyor. Bizler (halk) savaştaki bir ülkeden ya da açlıktan veya her ikisinden kaçmak için derme çatma bir gemidense uçakta olurduk. Bir de tabii sonuçta bu göçmenler hakkında az şey biliyoruz. Haberlerin sonunda açıklanan sayılar için şefkat hissetmek, öyküsünü bildiğimiz ya da en azından hayal edebildiğimiz insanlara karşı şefkat hissetmekten çok daha zor. Sonuçta bu insanlarla tanışmak, onları tanımak ve tanıtmak istedim. En azından bir aileyi.”
Yazarın, özdeşlik kurabilmek ve empati duygusunu desteklemek için kitapta kullandığı imgeler ve metaforlar da bu açıklamayla oldukça anlamlı hâle geliyor. Göçmenleri, Hakim’in ülkesinde yetiştirdiği bitkilere benzetiyor. Bitkiler başka topraklarda da büyüyebilir ama aynı güçte değil…
Çoğu zaman, bir konuyu en genel çerçeve içinde ele almaya çalışmak bireysel yaşanmışlıkları, gerçekten o konuda zarar görmüş herkesi homojenleştirmeye sebep oluyor. Bu da haber kaynaklarımızı, bakış açımızı, konuyu ele alış biçimimizi, konuşulmaya değer gördüğümüz gündem maddelerini tümüyle etkiliyor, değiştiriyor. Hakim’in akıl almaz yolculuğu tam da bu açıdan oldukça önemli.
Mülteciliğe ve Suriye savaşına, Fransa’nın bir şehrinde ailece bir araya gelmek için 10 ülkeden geçen, botlarla denizlere açılan, kamplarda kalan bir çiftçinin kalbindeki yasla bakmak, herkese bambaşka bir bakış açısı verebilir. Özellikle tüm dünyada, ırkçılığın yükseldiği, yabancı düşmanlığının arttığı, savaş analizlerinin ekonomi ve uluslararası ilişkiler bağlamına takılıp kaldığı zamanlarda…