Haberler
Türkiye’nin Göç Tarihinden Bir Sayfa: KARAÇAY-BALKAR SÜRGÜNÜ
Türkiye’nin Göç Tarihinden Bir Sayfa:
KARAÇAY-BALKAR SÜRGÜNÜ
Yılmaz NEVRUZ ile söyleşi
Elif Kaya-Çiçek Yazıcı
“Zorla sürülenlerin Anavatanlarına dönme ümitleri yoktur. Kendi ülkelerinde yaşanan savaş sebebiyle daha güvenli ülkelere sığınan göçmenlerin barış sağlandıktan sonra kendi topraklarına dönme niyeti taşıdıkları açıktır. Bazı bireylerin veya küçük grupların sığınılan ülkede yerleşmeleri sonucu değiştirmez. Mültecilerin hikâyeleri ile sürgün hikâyeleri arasında tıpatıp benzerlik olduğu söylenemez. Sadece yolculuğun çok kötü şartlarda yapılması, geçici göçmen kampları ve insanların bir biçimde yaşama sarılma eylemleri arasında benzerlik vardır. Kalıcı sonuç bakımından benzerlik yoktur.”
Türkiye’de yabancı karşıtlığı her geçen gün artıyor. Bu söylem üzerinden strateji geliştiren siyasetçilerin de etkisiyle bu düşmanlık, toplumsal felaketlerin fitilini ateşliyor. Öyle ki bu durum, etiketleyen ve hedef gösteren söylemlerden etkilenen vatandaşların Afgan, Arap, Afrikalı ve diğer farklı etnik kökenlerden insanların tamamına zarar vermek isteyecekleri bir boyuta ulaştı.
Tartışmalar son yıllarda Suriyeli mülteci ve sığınmacılar üzerinden yürütülse de aslında Türkiye, uzun ve oldukça geniş bir göç tarihine sahip. Türkiye’ye uzun yıllar önce sürgünle gelen Kafkas Türkleri, göç tarihimizin sayfalarından biri.
Ailesi de Kafkas göçmeni olan Yılmaz Nevruz ile Halimat Bayramuk’un “Kafkaslar Ağlıyor-14 Yıl” romanı üzerinden 1943 yılında Sovyet Rusya tarafından sürgün edilen Karaçay-Balkarlıların hikâyesini, sürgün ve mültecilik arasındaki farkları, toplumsal hafızanın önemini ve korumanın yollarını ve önemini konuştuk.
Baştan, sürgün öncesinden başlayalım dilerseniz. Sürgün öncesinde Sovyet Rusya içinde Karaçay-Balkarlıların durumu, konumu nasıldı?
1917 yılı Ekim Devrimi’ni takiben Bolşevikler Rusya’ya hâkim olmak için yıllarca süren kanlı bir iç savaştan sonra ülkenin yönetimini ele geçirdiler ve 1921 yılında birlik sağladılar. 30 Aralık 1922’de ”Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti“ kuruldu. Bolşevik Devrimi’nin lideri ve Sovyetler Birliği’nin kurucusu Lenin, 1923 yılında felç geçirip konuşamaz hâle gelince Sovyet Rusya’yı yönetmeye fırsat bulamadı. Sovyetler Birliği Yüksek Prezidyumu Lenin’in sembolik liderliğinde ülkeyi yönetti. 21 Ocak 1924’te Lenin ölünce liderliğe Gürcü kökenli Josef Stalin seçildi. Aynı yıl içinde yedi cumhuriyetten (Rusya, Belarusya, Ukrayna, Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan ve Trans-Kafkasya Cumhuriyetleri) oluşan federal devlet teşkilatı kuruldu. Bu teşkilatta Kuzey Kafkasya Dağlı Cumhuriyeti’ne yer verilmemiştir. 1936 değişikliğinde federe cumhuriyetlerin sayısı 11’e yükseltilerek 4 yeni üye dâhil edildi: Kazakistan, Kırgızistan, Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan). Görüldüğü gibi Kuzey Kafkasya yine listeye dâhil değildir ve Rusya Federatif Sovyet Cumhuriyeti’ne dâhil edilmiştir. Anılan Cumhuriyete Kuzey Kafkasya’da oluşturulan göstermelik cumhuriyetlerden Dağıstan, Çeçen-İnguş, Kuzey Osetya ve Kabardino-Balkar Sovyet Cumhuriyetleri dâhil edilmiştir. Karaçay ise “özerk bölge” statüsünde “Karaçay Özerk Bölgesi” adıyla Stavropol Vilayetine bağlanmıştır ve bu durum Sovyetler Birliği dağılana kadar devam etmiştir. Keza batıdaki “Adıgey Özerk Bölges”i Krasnodar vilayetine, “Çerkes Özerk Bölgesi” de yine Stavropol Vilayetine bağlanmıştır. Abhazya ise “özerk cumhuriyet statüsü” verilerek Gürcüstan Sovyet Cumhuriyeti’ne dâhil edilmiştir.
Karaçayların “Özerk Bölge” olarak konumu fazla bir şey ifade etmiyordu. Nüfusun yarıdan fazlasını başta Ruslar olmak üzere Ortodoks Kazaklar, Ukraynlar ve diğer Slavyanlar ve Slavyan olmayan Hıristiyenlar (Ermeni, Gürcü, Rum gibi) teşkil ettiği için yönetimde Karaçayların pek ağırlığı yoktu. Göstermelik yönetimde Karaçaylara layık görülen alan sadece kültür bakanlığıydı. Tarım, sanayi, eğitim, içişleri, turizm, ulaşım, Güvenlik gibi alanlar Rusların yönetimi altındaydı. Göstermelik prezidentlik-cumhurbaşkanlığı makamına ise Karaçay kökenli bir kişi atanıyordu ve hiçbir yetkisi de yoktu sadece Komünist Partisi Örgütü’nü temsil ediyor, politik konular ve protokol işleriyle ilgileniyordu. Karaçaylılar her alanda geri bırakılmıştı. Mesela Sovyetler Birliği döneminde hiçbir Karaçay-Baykar kökenli bilim adamına “doktora çalışması” yapma hakkı verilmemiştir.
Sizin Türkiye Türkçesine aktardığınız “14 Yıl” kitabındaki ana karakter, Stalin bağlılığını kendi kendine sorguluyor. Sürgüne giderken bile onun portresini yanına alıyor. Ancak süreç içinde “bunu bize yapan o” düşüncesine evriliyor. Buradan yola çıkarak şunu sormak istiyorum: Bu bağlılık nasıl oluşmuştu?
Diktatörler tarafından yönetilen ülkelerde diktatörün adeta ilahlaştırılması rejimin doğasının vazgeçilmez unsurudur. Zamanımızda bunun en tipik örneği Kuzey Kore’deki dikta yönetimidir. Stalin’in, çağdaşı Hitler’den farkı yoktur. Hitler yönetimde diktatördür ama Germen Ulusuna karşı fevkalade yumuşaktır. Stalin ise Sovyet Rusya’da yaşayan tüm uluslara karşı (ufak nüans farklılıklarıyla) katı bir yönetim biçimi uygulamıştır.
Hiçbir diktatör kendi kılıç gücüyle diktatör olmamıştır: Ya Almanya’da olduğu gibi etkili bir zümre (NAZİ) Partisi tarafından ya Sovyetler Birliğinde olduğu gibi (Sovyetler Birliği Yüksek Prezidyumu) tarafından desteklenmiştir ya da Kuzey Kore örneğinde olduğu gibi askeri gücün seçtiği bir diktatör söz konusudur. Ancak böyle bir caydırıcı gücün desteğiyledir ki diktatör katı yönetimini devam ettirebilir. Diğer yandan diktatörler çağdaşları olan insanlara ve toplumlara güvenemedikleri için kendilerini kayıtsız şartsız destekleyecek bir gençlik yetiştirmeye büyük özen gösterirler.
Beyin yıkayıcı eğitime okul öncesi dönemden başlanarak ilk ve orta öğretim sonuna kadar devam edilir. Bunu değişik meslekler ve bilim dallarında çalışacak insanların eğitilmesi takip eder. Özel eğitim yöntemleriyle beyinleri iyice yıkanan insanlar mankurtlaşırlar ve diktatörü “ulusun atası” olarak benimserler hatta farkına varmadan onu ilahlaştırırlar. Halimat Bayramuk da ilk okul çağından itibaren anılan “mankurtlaştırma süreci”nin tüm aşamalarını içine sindirerek olgunlaşmış ve öğretmen olarak (insanların değil) rejimi temsil eden Stalin’in hizmetine girmiştir. Burada hatırlanması gereken bir husus vardır: Beyin yıkamaya yönelik eğitim sürecinde veya iş yaşamı sırasında en ufak bir bireysel veya toplu karşı duruş bireyin veya topluluğun acımasızca yok edilmesi demektir. Bu sebepten insanlar zamanla her türlü milli ve manevi değerlerini kaybederek ruhsuzlaşırlar ve koyun gibi güdülmeyi kabullenirler. Majay Kızı Dr. Gokka (Halimat Bayramuk) büyük ihtimalle bu derecede bir “Homo sovieticus-Sovyet insanı) değildi ama kendi şahsında mevcut gerçeği dile getirmiştir. Bu arada çok önemli bir gerçeği hatırlatmakta yarar görüyorum: Hiçbir diktatör tarihe geçecek, toplumu sarsacak, yaşamı etkileyecek çok önemli bir kararı tek başına alamaz. Karar alma yetkisi diktatörün geri planında kalmayı tercih eden ve sayısı fazla olmayan “Tepe Yönetimi”nin uhdesindedir. Diktatör ise uygulayıcıdır. Diktatörlükle yönetilen ülkelerde yapılan gayri insani uygulamalardan söz edilirken:
-Bunu kim yatı?
-Stalin yaptı!
-Bunu kim yaptı?
-Hitler yaptı?
Şeklinde konuşmak adet hâline gelmiştir. Karaçayca bir atasözü vardır: “Aşasa aşamasa da börünü avzu kan” Yani “Yese de yemese de kurdun ağzı kan.”. Hakikat hâlde insanlık suçunu işleten azmettirici makam “Tepe Yönetimi”dir, diktatör de tetikçi durumundadır. Kime sorarsanız sorun: Karaçay-Balkarları, Çeçen-İnguşları, Kırım Tatarlarını, Ahıska Türklerini ve diğerlerini topyekûn sürgüne gönderen kimdir?
El-cevap: Stalin’dir.
Bu yaklaşım son derece yanlıştır. En sorumlu fail “Tepe Yönetimi”dir sonra da anılan dikta yönetiminin gayri insani icraatlarını görmezden gelen Rus Ulusu’dur. Bu hiyerarşide Stalin üçüncü basamaktadır. “Kim yaptı? Stalin yaptı!” yaklaşımından Ruslar çok memnun. Zira onların hiç suçu yok, bütün suç Gürcü asıllı Stalin’e aittir.
Karaçay-Balkarlılar için sürgün sırasında Türkiye ne anlama geliyordu? Şimdi ne anlama geliyor?
Karaçay-Balkarlıların sürgün sırasında Türkiye’den bir beklentileri olduğunu sanmıyorum. Zira 1911’den itibaren uzun süren savaşlar (Balkan Harbi, Birinci Dünya Harbi, Türk İstiklal Harbi) ve Rusya’da dışarıya kapalı bir rejimin kurulması sebebiyle iki ülke arasında gidip-gelme faaliyetleri tamamen durmuş, Sovyet Hükümeti’nin Türkiye’ye karşı hasmane bir politika izlemesi karşılıklı sosyal ilişkileri durma noktasına getirmiştir. Mesela benim ailem 1905’te cereyan eden Türkiye’ye İkinci Karaçay göçü sırasında Karaçay’da kalan babamın ablası ve onun çocukları ile hiçbir bağlantı imkânı bulamadık ta ki Perestroyka’ya kadar. Fiili bağlantıyı 1990 yılı başlarında (mektupla) kurabildik. Hâl böyle olunca Sovyet mekteplerinde Türkiye düşmanlığıyla yetişen Karaçay-Balkarların ve diğer Kafkas Halkları’nın Türkiye hakkında doğru bilgi edinememeleri sebebiyle Türkiye’den bir beklentileri olmadığı söylenebilir.
Günümüze gelince: Yakınlarda vefat eden son Sovyet İmparatoru Gorbaçov’un Perestroyka ve Açıklık politikası sonucu Demirperde aralandı. Türkiye ile Sovyet Rusya arasında karşılıklı seyahatler başlayınca birçok insan yakın akrabalarıyla tanışma-buluşma fırsatı buldu. Oradan gelenler zihinlerindeki Türkiye ile gördükleri Türkiye arasında hiç benzerlik olmadığını anlayarak büyük şaşkınlığa düştüler ve on yıllarca yanlış bilgilerle aldatıldıklarını öğrendiler. Türkiye’deki can ve mal güvenliğine hayran kaldılar. O günlerde ünlü Karaçay yazarı Nazifat Kağıy Eskişehir’e gelmişti. Ziyaretine gittim, zaten gıyaben tanışıyorduk. Akşam yemeğinden sonra ana caddelerden birinde gezinti yaptık. Sokaklardan geçerken pek çok otomobilin yol kenarlarına park edildiğini görünce bana dönerek, “Bu arabalar geceleyin burada mı kalacaklar?” diye sordu.
“Evet burada kalacaklar, niye sorduğunuzu anlayamadım,” dedim. “Bizde olsa sabahleyin bu arabaların hiçbirini park ettiğiniz yerde bulamazsınız,” dedi.
Yazar Nazifat Hanım Türkiye’deki can ve mal emniyeti karşısında hayretler içinde kalmış, kendilerine tanıtılan Türkiye ile gördüğü Türkiye’nin hiç de benzeşmediğini anlamıştı.
Yine 90’lı yıllarda zamanın Türk Hükümeti Sovyetler Birliğindeki Türk Toplulukları ve yeni kurulan Türk Cumhuriyetlerinden gelecek öğrencilere üniversitelerde kontenjan ayırıp okuma imkânı sağlayınca Karaçay-Balkar’dan da pek çok öğrenci geldi. Bunlar aracılığıyla ilişkiler daha da yoğunlaştı. Netice itibariyle Türkiye’de yaşayan Karaçay-Balkarlıların Anavatan’da yaşayan Karaçay-Balkarlılardan çok daha iyi bir durumda oldukları ortaya çıktı. Pek çok Karaçay-Balkarlı Türkiye’de çalışmak ve yerleşmek istiyordu. Lakin bürokratik engeller buna imkân vermedi. 30 yıldan beri Karaçay-Balkar’dan Türkiye’ye bir hayli gelin geldi ama oraya Türkiye’den hiç gelin gitmedi. Günümüzde Karaçay-Balkarlılar için Türkiye imrenilen bir ülkedir. Onlar hem dil birliği hem de din kardeşliği çerçevesinde Türkiye’den daha fazla maddi ve manevi yardım bekliyorlar. Ama bu isteğin gerçekleşmesi Rusya’daki totaliter rejim yüzünden mümkün görünmüyor. Rus Devleti zorunlu göçle Türkiye’ye gelip yerleşen Kafkasların torunlarının anavatanlarına dönmelerine imkân tanıyan bir kanun çıkarmıştı, lakin aşılmaz bürokratik engeller yüzünden kanun lafta kaldı ve uygulanmadı.
Netice itibariyle günümüzde Kafkasya’da yaşayan Karaçay-Balkarlılar kardeş Türkiye’den çok şey bekliyorlar ve karşılıklı ilişkilerin mümkün olan en yüksek düzeye çıkmasını arzu ediyorlar.
Halimat Bayranuk’tan da kısaca bahsedeceğim. 1992 yılında Türkiye’de yaşayan Karaçay-Balkarlılardan 45-50 kişilik bir grup Karaçay-Balkar’a gitti. Bunu duyan Merhume Halimat Bayramuk 70 küsur yaşında olmasına rağmen Çerkessk şehrinden Karaçaevsk şehrine giderek misafirlerle buluştu. Gidenler onun heyecanını ve sevincini anlatmakla bitirememişlerdi. Bu durum resimlerde de fark edilmektedir. Kendisini Türkiye’ye davet etmek istiyorduk. Ama biz hazırlanana kadar yaşamını yitirdi, özlemi hepimizin içindedir. Anlatıldığına göre Türkiye’de Rusya’dan daha çok tanınıyor ve seviliyor. Ne yazık ki kitabının Türkçe basımını göremedi. Allah’ın rahmeti üzerinden eksilmesin.
Kitapta şöyle bir ifade var: “Özyurtlarını kaybeden insanlar için nerede olduklarının ne anlamı var?” bu çok sarsıcı bir ifade. Bu acıyı yaşamış insanlar ve onların çocukları, yaşadıkları yerlere nasıl bağlandılar, yeni vatanlarını nasıl benimsediler.
Halimat Hanım bu romanı yazarken Sovyet Rejimi henüz iktidardaydı. Yazar cümlede geçen “Özyurtlarını kaybeden” ifadesini özgür bir ortamda yazma imkânına sahip olsaydı kuşkusuz “Özyurtlarından sürülen” şeklinde yazardı. O zaman olduğu gibi günümüzde de İkinci Cihan Harbi sırasında Sovyet Rusya Hükümeti’nin icra ettiği topyekûn sürgünlerden söz ederken (sürgün/deportasyon) kelimesini kullanmak yasaktır. Bunun yerine (göç, göç ettirme/emigrasyon) kelimeleri kullanılır, Halimat da (köç, köçürülüv/göç, göçürülme) kelimelerini kullanmıştır. Aksi hâlde kitabı sansürden geçip basılma imkânı bulamazdı. Netice itibariyle “Özyurtlarından sürülen (veya Özyurtlarını kaybeden) insanlar için (nerede olduklarının) ne anlamı var?” hükmü doğru bir tespittir. Böyle bir felakete sürüklenen bir halk için “yeni yurt” kavramı hiçbir anlam taşımaz. Sürgünlerin hayata tutunabilmekten başka hiçbir bir amaçları yoktur. Zaten sürgündeki Karaçay-Balkarlılar yaşamaya mecbur edildikleri toprakları (yeni yurt) olarak algılamamışlar sadece o yerlerde hayata tutunmaya çalışmışlardır. Tünlerinde de düşlerinde de hep Anavatan’a geri dönme (aşırı arzusunu) zihinlerine nakşederek başka bir amaca yönelmemişlerdir. Bu yüzden sürüldükleri yerlerin insanlarıyla doğru dürüst ilişki kur(a)mamışlardır. Sonuç olarak sizin ifadenizle “Bu acıyı yaşamış insanlar ve onların çocukları yaşadıkları yerlere” pek de bağlanamadılar ve o yerleri “yeni vatan” olarak benimseyemediler ve hep geri dönmeyi hayal ettiler. Aslında 14 yıl kısa bir zamandır, şayet aradan 80-100 yıl geçseydi sürgünü yaşayanların neredeyse tamamı hayatta olmayacağı ve sürgün faciasının acıları tazeliğini kaybedeceği için Kafkasya’yı tanımayan kuşakların farklı düşünecekleri ve yaşadıkları toprakları “vatan” olarak benimseyecekleri ve yeni yurtlarına bağlanacakları kabul edilebilir.
Sorunun bir başka yönden ele alırsak: Şayet Halimat’ın romanında anlatılan dayanılmaz facia nizami göç şeklinde gerçekleşseydi sıkıntılar ve insani kayıplar daha hafif olacağı için sonuç da daha olumlu gelişirdi. Mesela 1885 ve 1905 yıllarında cereyan eden Devlet-i Âliyye’ye yönelik göçler kısmen isteğe bağlı kısmen de ikna yoluyla gerçekleştiği için (yeni yurda uyum ve onu benimseme prosesi) sosyo-psikolojik anlamda oldukça normal bir seyir takip etmiştir. İlk yıllarda [uyum zorluğu ve epidemik-endemik hastalıklar (sıtma, tifo, fifüs, kızamık, vs.) sebebiyle] büyük sıkıntılar yaşansa da olumsuzluklar nispeten çabuk atlatılmış ve “yeni yurt” oldukça çabuk benimsenmiştir. Benim doğup büyüdüğüm 150 hanelik köyden 86 kişi (18-35 yaş arası) gönüllü olarak Çanakkale Harbi’ne katılmış, bunlardan sadece dört kişi evine dönmüştür. Çocuklu şehit eşleri de (genelde tek çocuklu) yetimlerine üvey baba sınatmamak için bir daha evlenmemişlerdir. Ben bunlardan 15 kadarını tanıyorum. Bir de şu hususu hatırda tutmak gerekir: Sovyetler zamanındaki topyekûn sürgünün (1943-1944) (Anavatan’dan kovulmanın yanı sıra) başka acıları da vardır:
-Tüm Karaçay-Balkar Halkı (haksız yere) Alman işgalcilerle iş birliği yapmakla suçlanmıştır.
-Karaçay-Balkarlılar devlet tarafından diğer halklar nezdinde sürekli aşağılanmış ve “hain” olarak nitelenmiştir. Hala bu haksız yere yapılan suçlamalar komşu halklar tarafından (gerektiğinde) başa kakılmaktadır.
-1930’lu yıllarda cebri kollektifleştirme sırasında Karaçay-Balkarlar isyan etmişler ve bu isyan kanlı bir biçimde bastırılmıştır. Diktatör Stalin’in şu sözü hala unutulmamıştır: “Karşı inkılapçı Karaçay benden hiçbir zaman yardım göremez”. Hakikat halde Karaçay-Malkarlar Stalin’i hiçbir zaman sevmemişlerdir. Halimat merhum romanın başkahramanı Majay Kızı Gokka’ya Stalin’in resmini taşıtsa da diğer halklar Karaçay-Balkarlıları “Stalin Düşmanı” olarak görürler.
-Sürgün yerinde bu olumsuzluklar özellikle resmi makamlarca Karaçay-Balkarlıları aşağılamak için sürekli kullanılmıştır.
Bütün bu üzücü şartlar çerçevesinde Karaçay-Balkarlıların yeni yurtlarını ve yerel halkı samimiyetle benimsemeleri beklenemezdi, öyle de olmuştur.
Yeni bir yerde yeni bir hayata başlamak, bir ev kurmak, yurt edinmek nasıl bir süreçte gerçekleşir? Bu süreci neler kolaylaştırır?
Bu soruyu cevaplarken münferit kişileri değil de yüzlü ve binli sayılarla ifade edilen kalabalık nüfus gruplarını göz önünde bulunduracağım. Söz konusu topluluk bir ülkeden diğer bir ülkeye yahut bir ilden başka bir ile nakledilmiş/göç ettirilmiş olabilir. Ülke içinde bir yerden bir yere toplu göçü de konu dışı kabul edeceğim.
Göç hareketini iki devlet karşılıklı görüşmelere dayalı bir mutabakatla resmi sözleşmeye bağlamışsa süreç genelde düzgün işler. Buna örnek 1880 ve 1905 yıllarında Rus hâkimiyeti altında bulunan Karaçay-Balkar’dan Devlet-i Âliyye’ye yönelik göçlerdir. Buna karşılık göç hareketinin başladığı devlet kendi yönetimindeki bir topluğu topyekûn veya kısmen deporte etmişse, yani cebri tehcir (zorunlu göç ettirme) uygulamışsa yaşanan göç başlangıcından sonuna kadar kargaşa, açlık, sefalet ve ağır insani kayıplarla gerçekleşir. Buna örnek 1859-1864 Çerkes Sürgünü’dür. Bu biçimdeki göçün bir başka şekli (ilk) ülkede iç savaş veya düşmanla savaş yüzünden can güvenliği kalmamışsa insanlar büyük gruplar halinde komşu ülkelere göç ederler, daha doğrusu sığınırlar. Bir başka ifadeyle toplu iltica söz konusudur. Genelde toplu iltica hareketleri tam bir karmaşa içinde gerçekleşir. Burada da açlık, sefalet ve az da olsa insani kayıplar yaşanır. Buna örnek Suriye İç Savaşı sebebiyle sınırlara yakın Suriye vatandaşlarının komşu ülkelere toplu gruplar halinde sığınmalarıdır. Bu tür sığınmaya en güncel örnek de Rusya-Ukrayna Savaşı sebebiyle Ukrayna vatandaşlarının büyük gruplar halinde komşu ülkelere sığınmalarıdır, buna (legal hızlı göç) de denebilir. Suriyeliler ile Ukraynalılar arasındaki fark Suriyelilerin illegal ve gayri muntazam hareket etmeleridir. Suriye devleti vatandaşlarının komşu ülkelere sığınmalarını istemediği için sığınmacıların yollarını kesmek amacıyla her yöntemi kullanmış hatta uçaklarla kendi insanlarına gökten bomba yağdırmıştır. Buna karşılık Ukrayna Devleti vatandaşlarının can güvenliğini sağlamak için toplu göç hareketini bizzat yönetmiş, gidecekleri ülkelerin yönetimleriyle görüşmeler yaparak onların yardımlarını da sağlamıştır. Buna ben (legal akut/hızlı göç) diyorum.
Yeni bir yerde yeni bir hayata başlamak konusuna gelince; Ukrayna örneğinden başlarsak, yeni hayata başlamak ve yeni yurt edinmek söz konusu değildir. Göçe sebep olan hadise ortadan kalkarsa (geçici misafir) durumunda olan göçmenlerin kendi ülkelerine dönmeleri doğaldır. Suriye örneğinde ise durum karışıktır. Sığınılan ülke sığınmacıları (geçici misafir) olarak kabul ettiği için onların iskân edilmesine sıcak bakmaz. Muhtemelen illegal çalışıp geçimlerini sağlamalarına göz yumabilir. Göçün ortaya çıkardığı sorunları çözmeye çalışırken ilk ülkede barışın teessüs etmesini bekler, keza barışın sağlanması için de büyük gayret sarf eder. Dolayısıyla bu türlü göçmenlerin de yeni yurt edinmeleri beklenemez.
Çarlık Rusya’sının işgali altında bulunan Kuzey Kafkasya’nın Karaçay-Balkar bölgesinden Devlet-i Âliyye’ye göç eden Karaçay-Balkarların yeni yurt edinmeleri sizin sorunuza karşılık vermek için en uygun örnektir. Cumhuriyet döneminde Bulgaristan’dan gelen göçmenleri de bu örneğe dâhil edebiliriz.
Sürgün veya sığınmacı şeklinde başka bir ülkeye intikal eden göçmenlerin yeni bir hayata başlama, bir ev kurma, yurt edinme gibi bir planlarının veya amaçlarının olduğunu sanmıyorum. Sığınmacıların sığındıkları ülkede iskân hakkı almaları çok uzayabilir. Bu sebepten onların yeni hayata başlama, ev kurma yurt edinme durumları zaman içinde açıklık kazanacaktır. Dolayısıyla günlük yaşamlarını biraz daha iyi hale getirmekten başka yapacakları fazla bir şey yoktur. Sürgünlere (1864 Çerkes sürgünü örneği) ve nizami göçmenlere (Karaçay-Balkarlar) gelince bunların Anavatan’a dönme ümitleri kalmamıştır. Onları kabul eden ülkenin hazırlayıp uygulayacağı iskân planının uygulanmasını beklemeye mecburdurlar. Bu türlü göçmenler ilk geçici barınma yerlerinde ilgili devlet yönetiminin görevlendirdiği (muhacir iskân komisyonunun) çalışmalarına katılacak kendi temsilcilerini seçip sabırla sonucu beklemeleri doğaldır. Bu arada önde gelen kişiler sık sık bir araya gelip insanların morallerini düzeltecek çalışmalar yaptıklarını, bazı genç grupların çevrede dolaşarak yerleşmeye uygun yerler hakkında bilgi topladıklarını ve bu bilgileri kendi temsilcilerine rapor ettiklerini biliyoruz.
Çok kötü şartlar altında geçen göç hazırlığı ve büyük sıkıntı içinde geçen yolculuğun verdiği stres biraz sakinleştikten sonra gelecekleri hakkında düşünmeye ve düşüncelerini birbirleriyle paylaşmaya başlamaları da doğaldır. Facianın had safhası aşıldıktan sonra insanlar yerleşecekleri yeni toprakları benimsemeye, sıkıntıları birlikte gidermeye kendilerini hazırladıklarına inanıyorum. Keza akıllı ve tecrübeli kişilerin göç felaketini yaşayan insanları ruhen güçlendirmek için (eskiden yaşanmış) buna benzer olaylardan da örnekler vererek onları ruhen güçlendirmeye çalıştıklarını ve bunda din adamlarının öncülük ettiklerini de düşünüyorum.
Neticede Atayurtlarından koparılan insanlar kendilerini yeni yurtlarına yerleşmeye hazırlarken, ilgili devlet yetkilileri de çalışmalarını tamlayıp göçmenlerin (gruplar halinde) yeni iskân yerlerine intikal etmelerine yardımcı oldukları izahtan varestedir. İskân yerinde konutların nasıl yapıldığını, yerleşme döneminde devletin göçmenlere yaptığı ayni ve nakdi yardımları ve diğer hususları izah etmeye gerek yoktur. Zira bu gibi faaliyetlerin belli bir kalıbı ve yöntemi yoktur. Sorunun bu kısmını cevaplarken 1905 Karaçay-Balkar göçünü yaşayan kişilerden (göçün nasıl gerçekleştiği hakkında) dinleyerek edindiğim bilgilerden de yararlandığımı belirtmeliyim.
Nizami göçmenler (1905 göçüne katılan Karaçay-Balkarlılar) iskân bakımından biraz daha şanslıydılar. Osmanlı Hükümeti göçmenler henüz Türkiye’ye intikal etmeden onların iskân edilecekleri yerler tespit edip konut inşaatlarına başlamıştır. Karaçay-Balkarlı göçmenler Ankara ve Konya’da altı ay kadar geçici konutlarda ve misafirhanelerde barındıktan sonra kendi yeni köylerine intikal ederek devlet tarafından inşa edilen konutlara yerleşmişlerdir. Bu muhacir evlerinden hala ayakta kalanlar vardır.
Yerleşim süreci tamamlandıktan sonra Anavatan’a geri dönme ümidi olmayan göçmenler yeni evlerini kendi evleri olarak benimsediklerinde kuşku yoktur. Keza göçmenler (çok geçmeden) kendilerini kabul eden devletin topraklarını kendi öz yurtları olarak da benimsediler. Bunun en somut kanıtı Kafkasya’dan ve Karaçay-Balkar’dan gelen göçmenlerin yemen İsyanlarını bastırmaya, Balkan Harbi’ne ve Çanakkale Savaşlarına gönüllü olarak katılmalarıdır. Bunlar hakkında askerlik şubelerinde iyi tutulmuş kayıtlar vardır. Kafkas göçmenlerinin yaşadığı köylerde sayısız şehit vardır. Buna en kanıtlayıcı örnek 150 hanelik bir Karaçay köyü olan Ertuğrul Köyünden Çanakkale Harbi’ne katılıp geri dönmeyen 82 kişidir. Ertuğrul Köyü Eskişehir ilinin Sivrihisar ilçesine bağlı Karaçaylı göçmenlerin iskân edildiği takriben 8-9 yüz nüfuslu bir köydü. Şimdilerde şehre göç sebebiyle nüfus çok azalmıştır.
Türkiye’ye yerleşen göçmenlerin kısa zamanda yeni yerlerine adapte oldukları, Türkiye’deki sosyal hayatı paylaştıkları ve Türkiye’yi anavatan olarak benimsedikleri apaçık bir gerçektir.
Asimile olmamak, toplumsal hafızayı canlı tutmak için neler yapılmalı?
Toplu göç veya bir başka şekilde bir ülkeden bir başka ülkeye intikal eden bir etnik toplumun dilini, kültürünü ve binlerce yıl öncesinden gelen örf ve adetlerini ve diğer ulusal değerlerini kaybedip birlikte yaşadığı hâkim toplumun içinde kendi benliğini ve özünü kaybederek kaybolup gitmesi bana göre çok üzüntü verici bir durumdur. Şayet bu değişim, daha doğru tabirle asimilasyon belirli bir devlet politikası ve hâkim toplumun baskısıyla oluşmuşsa daha da üzücüdür. Hakikat halde hiç dış baskı olmasa bile farklı milliyete mensup bir azınlığın zaman içinde ve tedricen asimile olması kaçınılmazdır.
Asimilasyon tehdidine karşı toplumsal hafızayı canlı tutmak fevkalade zor bir durumdur. Şayet göç eden toplumun nüfusu kalabalık ise ve aynı bölgeye iskân edilmişse toplumsal hafızayı canlı tutmak oldukça kolaylaşır. Kafkas ve Balkan göçmenlerinde olduğu gibi kabul eden ülkeye gelen çok sayıda insan küçük gruplar halinde ülkenin her tarafına serpiştirilmişse toplumsal hafızayı canlı tutma gayreti giderek etkisiz hale gelir. Göçmenlerin yaşadığı adacıklar ister istemez hâkim topluluk çemberi içinde kalır ve farkına varılmadan asimilasyon çarkı dönmeye başlar ve aralık vermeden sonuna kadar devam eder. Bunu durduracak bir çare de yoktur, ancak bir müddet de olsa yavaşlatmak mümkündür. Şayet yerleşim yerleri (göçmen köyleri) birbirine yakın ve sıkı bağlantı mevcutsa asimilasyon münferit köylere nazaran oldukça yavaş seyreder. En olumsuz bir durum da göçmenlerin yerlilerle karışık yaşayacak şekilde iskân edilmeleridir. Karışık köylerde yaşayan göçmenler daha ilk kuşak hayatta iken dillerini ve adetlerini erken kaybederler, geriye sadece (aidiyet duygusu) kalır. Zaten milleti oluşturan öğelerin en sağlamı ve en etkili olanı (aidiyet duygusu)dur.
Zamanımızda kültür dernekleri kurularak, neşriyat yapılarak toplumsal hafızayı canlı tutmak için gösterilen gayretler asimilasyonu önlemekten ziyade aidiyet ve hemşe(h)rilik duygusunu güçlendirmeye yarar. Kafkas göçmenleri köylerde yaşarken (tüm olumsuzluklara rağmen) ana dillerini kültürlerini, yaşam tarzlarını başarı ile yaşattılar. Sanayileşmeye bağlı olarak şehirlere göç yoğunlaşınca köyler boşaldı, şehirlerde sosyal ilişki zayıfladı, asimilasyon hızı belirgin bir ivme kazandı. Şehir yaşamı ve mektepler dilin unutulmasını hızlandırdı. Günümüzde Kafkas muhacirlerinin en genç kuşağını oluşturan fertlerin kahir ekseriyeti anadilini kaybetmiştir. Dernek faaliyetleri, seçmeli dil dersleri ve dil kurslarıyla bunu diriltmek de mümkün görünmemektedir. Daha çok şeyler söylenebilir, ama bu kadarını yeterli görüyorum. Ancak aidiyet duygusunun uzun yıllar devam edeceğine inanıyorum.
Bugün, “sürgün” şeklinde olmasa da dünyanın her yerinde çok sayıda mülteci var. Mültecilerin hikâyeleri ile sürgün hikâyeleri arasında ortaklık olduğunu düşünüyor musunuz? Her yurdundan ayrılış birbirine benzer mi ne dersiniz?
“Sürgün” şeklinde olmasa da dünyanın her yerinde çok sayıda mültecinin özellikle sınır ülkelere geçtiklerini görüyoruz. Buna uzak ülkelerden (çeşitli yöntemlerle) gelen gayri nizami göçmenler ile mülteci gruplarını da ilave edebiliriz. Her yurdundan ayrılış olayı birbirine benzemez. Güçlü bir devletin emperyalist emellerle daha güçsüz bir ülkeyi silah yoluyla esaret altına alıp (kolonizasyon amacıyla) yerli nüfusun bir kısmını veya tamamını çeşitli usullerle deporte edip anayurtlarından uzaklaştırması tipik bir sürgün olayıdır. Bu şekilde yurtlarından zorla koparılan sürgünlerle daha iyi bir hayat için gelişmiş ülkelere illegal yollarla gelen veya savaş yüzünden komşu ülkelere veya daha uzaktaki ülkelere sığınan mülteci gruplarını benzer göçmenler olarak değerlendirmek bana göre isabetli bir yaklaşım değildir. Zorla sürülenlerin Anavatanlarına dönme ümitleri yoktur. Kendi ülkelerinde yaşanan savaş sebebiyle daha güvenli ülkelere sığınan göçmenlerin barış sağlandıktan sonra kendi topraklarına dönme niyeti taşıdıkları açıktır. Bazı bireylerin veya küçük grupların sığınılan ülkede yerleşmeleri sonucu değiştirmez. Mültecilerin hikâyeleri ile sürgün hikâyeleri arasında tıpatıp benzerlik olduğu söylenemez. Sadece yolculuğun çok kötü şartlarda yapılması, geçici göçmen kampları ve insanların bir biçimde yaşama sarılma eylemleri arasında benzerlik vardır. Kalıcı sonuç bakımından benzerlik yoktur.
Yazar Hakkında:
Dr. Yılmaz Nevruz 1938 yılında, Eskişehir’in Sivrihisar ilçesine bağlı Kafkas muhacirlerinin torunlarının oturduğu Yakapınar (Ertuğrul) köyünde doğdu. İlkokulu kendi köyünde, ortaokulu Sivrihisar’da, liseyi İstanbul Kabataş Erkek Lisesinde tamamladı. 1968 yılında İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesinden mezun oldu. Öğrencilik yıllarında Ahmet Canbek, Musa Ramazan, Mustafa Beştoy, Osman Çelik, Cihan Ceter, Özkan Orman, Sefer Berzeg, A. Hazer Hızal, Kâzım Taymaz, Tarık Kutlu, Seyfi Şahin, Rezzan Dincer, Niyazi Güney, Dilber Kanşay, Yaşar Noğay, Yaşar Şengün ve diğer arkadaşlarıyla birlikte “Birleşik Kafkasya” Dergisini çıkardı. Çeşitli gazete ve dergilerde Kafkasya ile ilgili yazılar yazdı. Federal Almanya’da 8 yıl kadar doktor olarak çalıştı ve genel cerrahi uzmanı oldu, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesinde muadelet imtihanını verdi. Genel cerrahi uzmanı ve baştabip olarak Es-kişehir’de uzun yıllar görev yaptı. 2002 yılında emekliye ayrıldı. 1994-2000 yılları arasında Eskişehir Kuzey Kafkas Karaçay-Balkarlılar Kültür ve Yardımlaşma Derneği’nin yayımladığı “Birleşik Kafkasya” Dergisinin genel koordinatörlüğünü yaptı. Bu arada Kafkas tarihiyle ilgili çalışmalarını iyice yoğunlaştırdı. Bunun dışında “Karaçayca-Türkçe Sözlük”, “Karaçayca Atasözleri ve Deyimler”, Karaçayca “Esgerivlerim/Hatıralarım”, “Alamlağa Rahmat Sıylı Fayğambar Muhammat” (Bu eser Türkçeden Karaçaycaya aktarılmıştır), “Hadis Istılahları Hakkında Muhtasar Bilgiler” yayımlanmamış çalışmalarından başlıcalarıdır. 1998 yılında Aytek Namitok’un “Origines des Circassiens” [Çerkeslerin Kökleri] isimli Fransızca yazılmış kitabının I. Cildini Türkçeye çevirdi, ama bastırmayı düşünmedi. Ayrıca ünlü Karaçay yazarı Halimat Bayramuk’un “14 Yıl” isimli ve Karaçayların sürgününü anlatan kitabını Türkçeye aktardı, bu kitabın müteaddid baskıları yapılmıştır. Yazar “Umumî Kafkas Tarihi’ne Giriş” isimli üç cildden oluşan ana çalışmasını Tamamlamıştır. Keza 2018 yılı itibariyle Muhammed Tahirü’l Karahî’nin “Bārikatü’s süyûfi’d Dağistâniye fî Ba’zi’l Ğazavâtü’ş Şâmiliye” isimli ünlü tarihçesinin Abdülhamide’ş Şekivî tarafından kadim Osmanlıcaya tercüme edilen ve Tahirü’l Mevlevi tarafından sade Osmanlıcaya aktarılarak “Kafkasya Mücahidi Şeyh Şamil’in Ğazavatı” adıyla 1915 yılında neşredilen Osmanlıca nüshasını günümüz Tükçesine uyarlayarak geniş açıklamalarla basıma hazırlamıştır. Bu çalışma henüz basılmamıştır. Yazar evli ve dört çocuk babasıdır.