Algılar ve Gerçekler

Yanlışlar ve Doğrular

 

GİRİŞ

Türkiye, 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde yeni bir göç dalgası yaşadı. Suriye’deki Esad Rejiminin demokrasi ve özgürlük taleplerini şiddet kullanarak bastırması ve ona karşı direnişle başlayan çatışma ve katliamlarla devam eden süreç, 4 milyon insanı çok kısa bir süre içinde Türkiye’de sığınmacı olmaya zorladı.

Suriyeli sığınmacıların karşı karşıya bulundukları sorunlar, geçmişten günümüze yaşanan tüm göçlerde muhacirlerin karşılaştıklarına bazı yönlerden benziyor. Bazı yönlerden ise oldukça farklı. Benzer yönlerden birini, göçün, savaş sonrası travmanın, bölünmüş ailelerin ve kaybedilen aile fertlerinin trajedisi oluşturuyor. Suriyeli sığınmacılara yönelik olumlu-olumsuz yaklaşım ve tutumlar ise tüm kitlesel göçlerde yaşananların benzerini veya bir tür tekrarını ifade ediyor. Farklı yönlerin başında ise geçmişte hiçbir gruba yönelik olarak kullanılmayan ölçüde hedef göstermenin Suriyeli sığınmacılara yöneltilmiş olması geliyor.

Suriyeli sığınmacılarla ilgili algı ne olursa olsun, onların durumunu, örneğin onların ne kadarının kalıp ne kadarının ayrılacağını hayatın doğal akışı belirleyecek. Tıpkı yüzyıllar boyunca yaşanan diğer göç ve sığınma süreçlerinde olduğu gibi. Bu anlamda sürecin sağlıklı biçimde yürütülmesi, mülteci ve sığınmacıların hak sahibi birer insan olduğu gerçeğini sürekli hatırlayarak mümkün olabilir.

Bu bölümde, toplumsal olarak neredeyse yerleşik bir hâl almış yanlış bilgilerin, neden ve nasıllarıyla doğrusunu ortaya koyma gayreti içinde olacağız.

SORU 1: “Suriyeliler iyi” mi, “Suriyeliler kötü” mü? Bunlardan hangisi doğru?

İkisi de doğru değil. Bu tür toptancı yargılar anlamlı değil; çünkü Türk, Kürt, Arap, Ermeni, Alevi, Sünni gibi etiketlerin altında iyi ve kötü, adil ve zalim, bencil ve özgeci pek çok insan var. Bu anlamda “iyi Türkler” de var, “kötü Türkler” de tıpkı “iyi Suriyeliler” ve “kötü Suriyeliler” olduğu gibi. İçinde dünyaya geldiğimiz kimliklere toptan iyilik ve kötülük atfetmek yanlıştır. Gerçek olan, tek tek insanlardır. Onların da bazısı iyidir, bazısı değildir. “Her ülkede iyi insanlar var ve kötü insanlar da vardır.” Cümle, Suriyeli bir kız çocuğuna ait. B., elime ulaşan bu yazısında tüm Suriyelileri aynı kefeye koyan yaklaşıma isyan etmiş. “Ben şimdi demek istediğimi dörtgen içine koymak istiyorum.” diyor ve başlıktaki cümleyi yazıyor. Sade bir dille, çok temel bir insani gerçeğe işaret ediyor; hiçbir toplumun iyi ve kötü insanlardan oluşmadığını anlatmaya çalışıyor. Kendisiyle ilgili bir suçlama olsa “Niye herkesi aynı kefeye koyuyorsun, beş parmağın beşi bir mi?” diye itiraz edecek koca koca insanların “Suriyeliler şöyle, Suriyeliler böyle…” diye konuştuklarını duyan bir çocuk o. Adalet duygusu henüz ön yargıyla, nefretle, siyasi kavgalarla zedelenmemiş olduğu için de basit bir gerçeğin nasıl olup da anlaşılamadığını anlamıyor. Ve gerçekliği reddeden toptancılığımızı çocuksu ve sade ama çok güçlü bir argümanla eleştiriyor. Söylenenleri anlayacak ve incinecek kadar Türkçe biliyor. Bu yüzden de “Yazarken ağlıyorum.” diyor. Keşke küçük bir çocuğa bunları yazdıran o kötülük hiç olmasaydı.

SORU 2: “Bizim askerimiz orada onlar için savaşırken onlar burada!” demek doğru mu? Türk Ordusu Suriye’de Suriyeliler için mi savaşıyor?

Her şeyden önce Türk ordusu orada Suriyeli mülteciler için savaşmıyor. Suriye için de savaşmıyor. Peki, ne arıyor ordu orada? Resmî açıklamalar en geniş anlamda, “Türkiye’nin güvenliği” ne işaret ediyor. Bu konudaki yorumlar farklılaşabiliyorsa da başlıca şu amaçlardan söz ediliyor: Bazılarına göre asıl amaç PKK’nın orada etkin bir alan oluşturmasını önlemek. Bazılarına göre ise Güney sınırını güvenceye almak ve oradan gelecek saldırıları önlemek. Başka açıklamalar da var bu asker göndermenin sebebine dair. Ama hiçbir ciddi yorumcu hatta ciddi olmayanları da dâhil, TSK’nın orada “Suriyeliler” için bulunduğunu iddia etmiyor. TSK’nın orada olmasının sebebini doğru veya yanlış bulabilirsiniz. Bu politikayı destekler veya karşı çıkarsınız. Ama tercihiniz ne olursa olsun, şunu bilmelisiniz ki sebep sığınmacılar değil ve Türkiye orada Suriyeliler için savaşmıyor.

SORU 3: Suriyeliler neden ülkelerinde kalıp savaşmadılar?

Bir toplumun bütün kesimleri savaşamaz. Özellikle de toptan yok olma tehdidi varsa. Savaşabilecek durumda olanların savaşmamasının da objektif koşulları vardır. Her zaman kahramanlık veya cesaret meselesi değildir bu. Canınızı vermeye hazır olsanız bile bazen bunu yapamazsınız. Dünyanın bin bir türlü hâli vardır, objektif koşullar bir yerde savaşmayı, diğer yerde çoluğu çocuğu alıp yollara düşmeyi zorunlu kılar. Aynı halkın bir kısmı tarihi ve siyasi bağlamda savaşırken; bir diğer kısmı hicret etmeyi tercih edebilir. Bugünkü Türkiye nüfusunun önemli bir ölümü, Balkanlardan, Kafkaslardan ve başka pek çok yerden can havliyle gelen insanlardan, yani muhacir ve sürgünlerden oluşuyor. Çağımızda savaşlar yüz yüze ve mertçe yapılmıyor. Tersine çoğu kez görmediğiniz bir düşman ölüm yağdırıyor. Teknolojinin yardımıyla sadece düğmeye basarak bir şehri haritadan silmek mümkün. Örneğin çok yakından tanıdığımız Çeçenler de kahramanca direndiler. Rusya’ya karşı kahramanca canlarını ortaya koydular. Ama o kadar asimetrik, o kadar adaletsiz bir karşılaşmaydı ki… Böyle bir ortamda bir milletin topyekûn yok olmasındansa nesli korumak, çocukların hayatta kalmasını sağlamak için göç etmek de seçenekler arasındaydı. Bazıları da bunu yaptı. Suriye halkı savaştan değil, katliamdan kurtulmak için yollara düştü. Suriye halkı, memleketi için savaşıyordu ve Batılı devletlerin de kendilerini desteklediğini düşünüyordu. Ancak onlar, başta ABD olmak üzere, Esad rejimini gayrimeşru ilan eden ve Suriye halkını destekliyor görünen büyük devletlerden yardım görmediler. Üstelik bu devletler, Suriye halkına yardım etmedikleri zaman, bugün ortaya çıkan tablonun kısa süre içinde oluşacağını da biliyordu. Sonuçta beklenen oldu.

SORU 4: “Hiç değilse erkekler kalıp savaşmalıydı.” diyenler haklı mı?

Bu yargında içkin olan ve savaşı “erkeklere özgü bir rol” olarak algılayan yaklaşımı tartışmayı bir yana bırakacak olursak, birçok bakımdan hayatın gerçeklerine aykırı olan ve neredeyse tüm ailelerin ortadan ikiye bölünmesini gerektiren bir beklenti olduğunu söylemek mümkündür. Halep’in görüntülerini hatırlayanlar, o insanların, katilleriyle savaşmak bir yana onları görmeyi bile başaramadıklarını da hatırlar. “Üç milyona yakın Suriyeli sığınmacıdan bir milyonu erkekmiş ve bari onlar savaşsaymış!” diyenlerin cevaplamaları gereken bir dizi soru da var: Savaşacak yaşta olan erkekler, bilmedikleri bir ülkede, kadınları ve çocukları kime bırakıp gidecekler? Onlara kim bakacak, ailenin güvenliğini kim sağlayacak? Suriyelilerin tamamına yakını çalışarak kendi ailelerinin geçimini kendileri sağlıyor. Kamplarda kalan sığınmacı sayısı 200.000’in altında. Özellikle de Suriyelilerin ülkeye ekonomik bakımdan yük olduklarını ileri sürenlerin, bu öneride bulunmaları ciddi bir çelişki olur. Çünkü çalışacak yaştaki dinamik aile üyeleri savaşa gittiğinde, o insanların geçiminin devletin sağlaması gerekecektir. Bugün çalışarak devlete veya topluma yük olmadan ailesinin geçimini sağlayan ve bu süreçte ekonomiye de katkı yapan insanları, belki de tarafı bile olmadıkları bir iç savaşa göndermek, ahlaki olmaması bir yana, ekonomik de değil. Özellikle savaş teknolojisinin bugün ulaştığı düzeyde milyonlarca erkeğin veya kadının hiçbir hükmünün olmadığı göz önüne alındığında. Öte yandan zaten böyle bir işlevsel iş bölümü, geçmişten günümüze bütün savaşlarda olduğu gibi bugün de var. Suriyelilerin bir ordusu, Suriye’nin Kuzeyinde Türk ordusunun desteğinde zaten savaşıyor.

SORU 5: “Neden ülkenizde kalıp savaşmadınız?” suçlaması, geçmişte Balkan, Kafkas ve diğer yerlerden göçmenlere de yöneltilmiş miydi?

Savaş, iç savaş ve işgal zamanlarında, katliam, tecavüz veya soykırım yakın bir tehlike evin kapısına geldiğinde bile gitmeye karar vermek, geçmişten günümüze kimse için kolay olmamıştır. Sadece vatan algısı nedeniyle değil; çıkılacak yolun ve ulaşılacak yerin aile ve çocuklar için arz ettiği belirsizlik ve tehditler dolayısıyla. Ama yanı başındaki kentte veya köyde yaşanan dehşetin “açık ve yakın tehlike” olarak kendisini hissettirme düzeyine bağlı olarak, bazen insanlar göç kararı almak durumunda kalmışlardır. Yakın tarihte de Balkanlar ve Kafkaslardaki halklar için de evini yurdunu terk etmek kolay bir karar olmamıştır. Devletlerin tehcir ve mübadele gibi kararları da ciddi tepkiler almıştır. Balkan ve Kafkas göçleri sırasında devlet, gerek o coğrafyaların Müslümanlardan ve Türklerden tamamen arındırılmasını önlemek için ve gerekse de milyonlarca muhacirin bir anda geldiği ülkede savaş zamanı onların barınma ve beslenme gibi temel ihtiyaçlarını karşılayamadığından dolayı onları bulundukları yerde tutmayı tercih etmiştir. Bilal Şimşir, Balkanlarda 1877-78 Osmanlı Rus savaşı ve sonrasında, “İstanbul hükümetinin onları yerlerinde tutma çabasına ve Berlin Antlaşması’nın hükümlerine rağmen can, mal, namus ve dini ve/veya etnik kimlik güvenliğinden yoksun oldukları için Türkiye’ye göçü sürdürdüklerini” belirtir. Osmanlı Türkiye sürekliliğinde göçmeni yerinde tutma çabası fetvalara bile yansımıştır. Ünlü İslam alimlerinden ve aynı zamanda Arnavut edebiyatçı, aktivist de olan Kemal Aruçi, “özellikle II. Dünya Savaşı’nın ardından Yugoslavya’dan Türkiye’ye başlatılan göçe karşı çıkmış, bu göçün dinî bakımdan câiz olmadığını ısrarla belirtmiştir.” Ancak hayatın akışı, devlet politikalarının, fetvaların veya hedef ülkedeki tepkinin önüne geçmiş, savaşın ve katliamların dehşeti, insanları, kimi zaman ocaktaki sıcak yemeği bırakarak, çocuklarını alıp yollara düşürmüştür. Onları bulundukları yerde tutmaya çalışan ve İstanbul’un tüm camilerinin muhacirlerle dolu olduğu bir ortamda onların geri dönüşünü destekleyen devlet de can güvenliği söz konusu olduğunda insani bir hassasiyeti üstün tutmayı tercih etmiş ve o şartlarda mültecilerin dönüşüne izin vermemiştir. Doğu Türkistan’dan Sinkjiang’a; Doğu Rumeli’den Bulgaristan’a… “Neden ülkenizde kalıp savaşmadınız?” sorusu, tarihteki tüm işgal, baskı ve zulümden dolayı vatanını terk etmek zorunda kalanlara yöneltilebilir ve aynı ölçüde haksızlık olur. Çünkü ülkesini, yurdunu terk etmek zor bir karardır ve en son verilen karardır. İnsanların neler yaşadıklarını bilmeden, onları anlamaya çalışmadan yapılan bu haksız suçlama, “diğer kavimlerin basıncı” karşısında Orta Asya’dan göç etmek durumunda kalan eski Türklerden Balkanları terk etmek durumunda kalan modern zamanlardaki Türklere, Gürcülerden Çerkezlere ve Ermenilere, Yahudilerden Kırım Tatarlarına ve Rumlara kadar herkese yöneltilebilir. Türklerin anayurtlarını terk ederek göç etmeleri Anadolu’da onlara yeni bir yurt sağlamıştır. Doğu Türkistan Xinjiang, Sinkjiang veya Türkçedeki kullanımıyla Sincan “Yeni Toprak” veya “Yeni fethedilmiş ülke” adıyla Çin tarafından ilhak edilirken, Doğu Rumeli de göçle birlikte Türklerin nüfus çoğunluk iken azınlığa düşmüş ve daha sonra Doğu Bulgaristan adıyla bu devlet tarafından ilhak edildi. “Osmanlı Devleti, Rumeli’deki varlığını koruyabilmek için Berlin Antlaşmasıyla kurulan Bulgaristan Emareti ve Şarki Rumeli Vilayetindeki Türk nüfus nispetini korumaya çalışmıştır.” Ancak bu politika, “ne pahasına olursa olsun” yaklaşımıyla uygulanmamıştır: “Babıali, bölgede Türk nüfus nispetini, her ne pahasına olursa olsun, gibi bir düşünce ile değil muhacirlerin rahatlarının te’min ve haklarının muhafazası gayesiyle korumaya çalışmıştır. Nitekim Mart 1879’da Bulgaristan Emaretinin kurulmuş olması ve Türklere karşı bir saldırı ve tecavüz duyulmaması üzerine, Bulgaristan ahalisinden olanların sefaletten kurtulmak ve Emlaklarını korumak için gönderilmesi kararlaştırılırken, Şarki Rumeli’de vilayet idaresi henüz teşkil etmediği için muhacirlerin vilayete dönmelerine izin verilmez.” Kısacası, insanları bulundukları yerde tutmaya çalışmak bir yere kadar anlaşılabilir bir politika olabilir. O yer, asgari bir temel güvenliğin sağlandığı ortamdır. Geçmişte çok zor şartlar altında, İstanbul’un saraylarından camilerine kadar tüm önemli merkezlerinin perişan hâldeki yüzbinlerce muhacirle dolu olduğu zamanlarda bile istenmeyen bugün de istenmemelidir.

SORU 6: “Hani orada savaş vardı? Bayramlaşmaya nasıl gidiyorlar o zaman?” demek doğru mu?

Suriyeliler esas olarak dar bir alana, Türkiye, Rusya ve İran’ın Astana sürecinde oluşturdukları ‘Geçici Güvenli Bölgelere’ gidiyorlar. Suriye’nin her yerine değil. Bayrama değil, kutlama yapmaya değil, geride bıraktıklarını, yakınlarını, kaybettiklerini aramaya gidiyorlar. O bölgelerin de çok güvenli olmadığını bilerek. Elbette tek bir amaç yok bu gidişlerde. Geçici güvenli bölgelerde geride kalanlarla bayramlaşmak için gidenler de var ve bu da meşru. Ama sığınmacılar açısından ana gidiş sebebi bu değil. Bayram yapacak hâlleri yok çünkü çoğunun. Ama geride bıraktıkları var, ailesinden gelemeyenler, yakınlarını ve evlerini can havliyle ayrılırken yanına alamadığı eşyalar var… Neden bayramda gidiyorlar? Çünkü devlet bu fırsatı onlara o zaman veriyor. ‘Geri döndüklerinde alma garantisi’ veriyor ve bunu sadece iki bayramda veriyor. Diğer zamanlardaki çıkışları ‘gönüllü geri dönüş’ kapsamında değerlendiriliyor. Yani çıkanlara ‘kendi isteğiyle Suriye’ye dönmüş sığınmacı’ muamelesi yapılıyor ve o kişiler, -istisnalar dışında- artık öyle kolay geri alınmıyor. Astana Süreci’nden önce de gidişler yok muydu? Astana öncesinde de gidişler vardı. Ama devletlerin güvencesi yoktu. Güvenlik garantisi verilmiyordu ve giden sayısı da azdı. Daha çok yetişkinler, belirli fiziksel dayanıklılıkta olanlar gidebiliyordu. Şimdiki gidişlerde kuşkusuz gittikleri bölgenin güvenliğine de bağlı olarak aileleriyle çoluk çocuk hep beraber gidenlerin önceki gidişlere kıyasla çok daha fazla olduğunu görüyoruz. Devlet bu ziyaretlere neden izin veriyor? Sığınmacının en büyük korkusu şartlar değişmeden geldiği ülkeye geri gönderilmektir. Ama bir yandan da aklının, zihninin, kalbinin bir yanı hep oradadır ve şartlar değiştiğinde bir kısmı mutlaka döner. İmkân bulduğunda ise kısa süreliğine de olsa gidip gelmek ister. Ama devletin bu ziyaretlere izin vermesi, sadece Evrensel Beyanname’nin tanıdığı haklarla, bu kapsamda ‘sığınmacıların seyahat özgürlüğüne saygıyla’ ilgili değil. Devlet, Suriyeli sığınmacıların ülkelerinden kopmalarını istemiyor; orayla bağlarını muhafaza etmelerini önemsiyor, sığınmacıların güvenli bulduklarında ülkelerine geri dönmeye ikna olabilmeleri için bu ziyaretleri bir fırsat olarak görüyor. Onların güvenli bölgeleri görüp, yaşanabilir bulurlarsa kalmaya karar vermelerinin yolunu açık tutmak istiyor. Çoluğu çocuğu, yaşlısı, yükü ve eşyasıyla gidenlerin durumu nedir? Geçmişten günümüze Suriye’nin sınıra yakın yerleşim birimlerinden böyle ziyaretler yapılır. Güvenli bölgelerdeki evleri nihai anlamda güvenli olmasa bile artık dönmeyi düşünen sığınmacılar söz konusu olduğunda ise -özellikle sınır illerinde bulunanlar açısından- ailece gitmek makul olabilir. Nitekim geçen yıllarda gidenlerden dönmeyenler oldu. Siz olsaydınız ‘gitmişken kalır’ mıydınız? Uluslararası Af Örgütü, Suriye’nin sığınmacılar için hâlâ güvenli bir liman olmadığını ortaya koyuyor: ‘BM ve Suriye sağlık kuruluşlarına göre, mayıs başından beri İdlib ve Hama’da en az 15 hastanenin zarar gördüğü veya tahrip edildiği bildirildi. Saldırılardaki artış, 180.000 insanın yerinden edilmesine yol açtı. İdlib’deki saldırılar nedeniyle 16 insani yardım örgütü bazı faaliyetlerini askıya aldı. Saldırılar, en az 1,5 milyon insanın acil insani yardıma ihtiyaç duyduğu dehşet verici durumu daha da kötüleştirdi.’ Suriyeli sığınmacılar bu şartlarda gidiyorlar ülkelerine. Bayram tatili için ideal bir ülke olmadığını bilerek.”

SORU 7: Suriyeli sığınmacılardaki nüfus artış hızı Türkiye’nin demografik yapısını değiştirebilir mi?

Dünyanın her tarafında, hayata etnik kimlik ve milliyetçilik perspektifinden bakanların sıkça yaptıkları bir hesap ve düştükleri bir yanılgıdır bu. Romanya ve Macaristan’da Romanların çoğunluğu elde edecekleri, dolayısıyla artık örneğin Macaristan’ın (etnik kökenle tanımlanan şekliyle) Macarlara ait olmaktan çıkacağına dair öngörülerde bulunulur. Almanya’daki Türklerin çok “çocuk yaptıkları” ve bir tarihte Almanları geçecekleri türünden hesapları Avrupa’daki Müslüman nüfus için de yapanlar vardır. Bu senaryolara, dünyanın her yerinde, istatistiksel verilerle de destekli bilimsel bir görünüm kazandırılmaya çalışılır. Ancak bunlar sıklıkla ötekine karşı şüpheyle motive edilen, bu arada pek çok değişkeni de bilerek veya bilmeyerek ihmal eden “pseudo science” (sahtebilim) kapsamında değerlendirilebilir. Bu “hesaplamaların” en büyük eksikliği, hayatın dinamik doğasını görmemesi veya göz ardı etmesi ve insanları statik varlıklar olarak kabul etmesidir. Belirli bir tarihsel veya sosyolojik andaki üreme hızına bakarak, sanki o hep öyle kalacakmış gibi yirmi, otuz veya kırk yıllık hesaplamalar yapılır. Belirli bir sosyo-ekonomik durumda yüksek olan üreme hızı yıllar içinde aynı kalmamakta, kentleşmeye, geleneksel olandan modern olana gidişe, cinsiyet rollerindeki değişime ve gelir düzeyindeki değişime göre hızla değişmektedir. Ama bir an için bu oranların hiç değişmediğini varsayalım: 4 milyon Suriyelinin 80 milyonluk ülkede demografik değişim anlamına gelecek bir nüfus artışına sebebiyet vereceklerin düşünmek yine de güçtür. Suriye kökenlilerin her grup için geçerli olan toplumsal değişimden, dönüşümden bağımsız biçimde yaşamaları gerekir ki, bu da hayatın doğal akışına aykırıdır. Ve bütün bunların ötesinde, herhangi bir etnik grubun sayısındaki veya oranındaki artışı “sorun” olarak gören yaklaşım tarzının kendisi sorunludur.

SORU 8: Arapça tabelaları ve Suriyelilerin görünürlüğünü engellemek kabul edilebilir mi?

İnsanların kendilerini anadillerinde ifade etmeleri bir haktır. Bunu iş yeri tabelası şeklinde kamusal olarak görünür kılmaları da saygı duyulması gereken bir insani talep ve çoğu kez ekonomik bakımdan da bir gereklilik. Londra’da Türk bir manavın veya Sri Lankalı bakkalın kendi dillerindeki kocaman tabelaları, aynı kökenden insanlar arasında bir iletişim zemini oluşturduğu kadar, o insanların yaşadıkları ülkeye sevgi ve aidiyet duymalarını da beraberinde getiriyor. Onlara “Ben bu ülkede kendi dilimle, kültürümle birlikte var olabiliyorum.” duygusunu veriyor. O ülkeye gelen yabancılar da bu renkliliğe şahit olduklarında, geldikleri ülkenin özgür ve medeni bir ülke olduğunu, o ülkede farklılıkların meşru görüldüğünü, orada yaşayan insanların da çeşitliliğe ve çoğulculuğa açık olduğunu görüyorlar. Türkiye bugüne kadar bütün eksikliklerine rağmen Suriyeli sığınmacılar konusundaki insani sınavı yüz akıyla geçti ve bunun üzerinden dünyaya söyleyeceği bir söz var. Suriyeli sığınmacıların varlığı, bugün Türkiye’nin Avrupa’daki Türkiye kökenli insanların haklarını savunmak için üstüne yaslanabileceği en güçlü ahlaki argümanı oluşturuyor. Ve bugün Türkiye, “Arapça Tabela Sınırlaması” gibi uygulamalarla, tam da bu zemini eritiyor; “ötekine muamelenin standardı” konusunda Avrupa’ya söz söylemesinin meşruluk zeminini tahrip ediyor. Türkiye’de Suriyelilerin yaşam alanlarına yönelik her daraltma ve sınırlamanın, kısa bir süre sonra Avrupa’da ve dünyanın başka yerlerinde Türkiye kökenlilere yönelik aynı uygulama ve politikalar için mazeret olarak da kullanılacağını düşünmek gerekiyor. Arapça tabela sınırlaması, bu adaletsizliğin sonuçlarının serinkanlı bir değerlendirmesinin yapılmadığını gösteriyor. Eğer yapılmış olsaydı, bu uygulamanın öngörülmemiş olumsuz sonuçları görülür, tabela yasağı üzerinden adalet, özgürlük, çeşitlilik ve çoğulculuk noktasında giyim kuşamdan ifade hürriyetine, sivil ve siyasi haklara kadar pek çok alanda sosyal barışı tahrip edecek keyfi müdahale taleplerine kapı araladığı da anlaşılabilirdi. Sığınmacı düşmanlığıyla zehirlenmiş olanlar için yapılması gereken daha fazla zehir değil ön yargıyı giderecek çalışmalar olmalı; sığınmacının canını acıtacak uygulamalarla onların içini soğumaya çalışmak ne ahlaki ne de makul. Bir zamanlar çeşitlilik bu toprakların parçasıydı. Lady Montagu’nun 1725’te İstanbul’da kaleme aldığı anılarda Türkçe, Rumca, Arapça, İbranice, Rusça, Ermenice, Macarca ve Almancanın aynı ortamda konuşulduğu ve bunun yadırganmadığı bir ortamın bize yabancı olmadığını görebilirsiniz. Bize yabancı olan, bir etnik kimliğe, dine, mezhebe, ırkçıların gözüyle bakmak. Asıl yabancı görmemiz ve dışlamamız gereken bu olmalı…

SORU 9: Suriyeliler ekonomiye yük mü oluyorlar yoksa yük mü alıyorlar?

Sığınmacılar hak sahibi kişilerdir ve onların ekonomiye katkı yapıp yapmamaları, ayrımcılığa uğramama hakkı başta olmak üzere diğer tüm haklarını eksiksiz biçimde tanımaya engel değildir. Can havliyle sınırı geçen insanları fayda/maliyet analizine tabi tutmak da yanlıştır elbet. Ama sığınmacılara yönelik ayrımcı ön yargının en önemli kaynaklarından biri ekonomiyse ve bu onlara yönelik hak ihlallerini kolaylaştırıcı bir durumu ifade ediyorsa, bunu konuşmalıyız. Konuyu mercek altına alıp genel yargıların ötesindeki gerçekliğe, göçmenlerin, sığınmacıların geldikleri ülkeyi ekonomik anlamda da zenginleştirdiği gerçeğine ışık tutmalıyız. Pasta göçmenlerle beraber büyüyor Ekonominin dinamik doğasını anlayamayanlar, sığınmacıların veya göçmenlerin gelmesiyle ülkenin ekonomik kayba uğrayacağını düşünür. Oysa gelenler aynı zamanda yeni ekonomik aktörlerdir ve onlar da üretim ve tüketim süreçlerine katılır. “Genellikle göçmen karşıtı fikirler, ekonomiyi sıfır toplamlı bir oyun olarak görür. Sıfır toplamlı oyun ekonomiyi sabit bir pasta olarak algılar ve her yeni gelenin bu pastanın bir kısmını talep ederek öncekilere daha küçük bir pay bırakacağına inanır.” diyor Buğra Kalkan ve ekliyor: “[Oysa] pasta yeni gelenlerin katkıları ile büyümeye devam eder ve toplumdaki herkes bu refah artışından faydalanır.” Sığınmacıların işsizliğe sebep olduğu Türkiye bağlamında da doğru değil. Evet, onların gelişiyle Gaziantep ayakkabı imalat atölyelerinde bir grup işçinin, daha ucuza çalışmaya hazır göçmen işçilerin gelmesiyle işlerini kaybettiğini veya konut fiyatlarının geçici olarak yükseldiğini görüyoruz. Ben Powell’ın tespiti: Biz bunu görebiliyoruz, ama onların gelişi aynı zamanda yeni ihtiyaçlar, yeni üretim, yeni tüketim ve yeni istihdam kapasitesi demek; onların gelişiyle ekonominin hacmi de genişliyor, yeni iş alanları açılıyor ve biz bunu hemen, o an göremeyebiliyoruz. Gaziantep Ticaret Odası’nın 2015 tarihli raporu, bu ilk bakışta görülmeyeni gösteriyor. Suriye’den gelen insanları sadece birer tüketici ve yardım bekleyen insanlar olarak kabul etmenin yanlışlığına işaret ediyor ve Gaziantep başta olmak üzere sığınmacıların “değişik kriter ve ölçüde yüksek iktisadî girdi” sağladığı tespitini yapıyor. “Çalışmadığımız işlerde çalışıyorlar” Öte yandan, kitlesel olarak yeni gelenlerin eskilerin işlerini aldıkları da doğru değil. “Göçmen işçiler ikame edici [başkasının yerini alıcı] olmaktan çok tamamlayıcı işlev görüyor.” diyor Alex Nowrasteh. Bu, Suriyeli sığınmacılar için de aynı şekilde geçerli. “Onlar aslında daha çok bizim kullanmadığımız eşyaları kullanıyor; çalışmadığımız, çalışmak istemediğimiz, çalışmayı kabul etmediğimiz alanlarda çalışıyor. Bunu bize yük olmadıklarını vurgulamak için söylüyorum.” diyor, Gaziantep’ten genç öğretmen M. Sadık Subaşı. Zeytin, mısır üretenlerin “Suriyeliler gelmeselerdi mahsullerimiz tarlada kalacaktı.” dediğini aktarıyor ve ekliyor: “Ülkemizde ekonomik seviye biraz daha yükseldi, insanlar çocuklarını okutuyorlar. Kimse çocuğunu araba tamircisine götürmüyor ya da tarımda ağır tarım işçiliğinde çalıştırmıyor.” Aynı gözlemi Arda Akçiçek de Hatay için yapıyor. “Hatay’a araştırmaya gittiğimde bir pamuk fabrikasına gittik. Orada ‘Hatay’da pamuk yetiştiriciliği sona ermişti, çünkü işçi bulamıyorduk.’ dediler. Suriyeliler Hatay’da üretimi arttırıcı bir faktöre dönüştü.” şeklinde aktarıyor gözlemini. Kısacası, Suriyeli işçiler başka işçilerin yerini almıyor; artık bir tık yukarı çıkanların yerini dolduruyor. Bu anlamda Nowrasteh’in dediği gibi “yerini alıcı” değil “tamamlayıcı” bir işlev görüyorlar. Bu tamamlama da sadece iş gücü olarak değil, iş kuran, yatırım yapan ve istihdam sağlayan yeni ekonomik aktörler anlamına geliyor. Bu yüzdendir ki “Suriyeliler yatırımlarıyla Türkiye ekonomisine katkı sağlıyor” başlıklı bir analize yer veren Financial Times, 2011’den bu yana Türkiye’de Suriyeliler ve Türkiyeli ortağı olan Suriyeliler tarafından açılan şirket sayısının 2016 itibarıyla 4000 civarında olduğu bilgisini veriyor. Aynı doğrultuda S & P Global Ratings raporu (Madrid, 2016) da “Suriyeli Sığınmacı Akışı, Türkiye’nin Ekonomik Büyümesini Kamçılıyor” tespitini yapıyor ve “mülteci krizinin Türkiye GSMH’sine katkısının yılda yüzde 0,2-0,3 olduğunu” ifade ediyor. Bu rakamın gerçekte daha büyük olduğunu söyleyenler de var. Çarkı döndürmenin ekonomi politiği Göçmenlerin, sığınmacıların ekonomiye pozitif etkisinin farkında olan ülkeler, ülkelerinde yükselişte olan bütün yabancı düşmanı, ırkçı, ayrımcı dalgaya rağmen o kaynaktan yararlanmanın yollarını arıyor. Bu anlamda Almanya’nın 900.000’i Suriyeli olmak üzere 1 milyon sığınmacıyı kabul etmesi de sadece insanî duyarlılık meselesi değil. Faik Tanrıkulu, Almanya Ticaret Odası’nın Merkel’e sığınmacıları alması ve hatta ufak tefek suçlara karışanları hemen sınır dışı etmemesi konusunda baskı yapmasının iktisadî gerekçesine şöyle işaret ediyor: “Şu an belki de Batı’nın iç siyasette yaşadığı en büyük tartışmalardan biri de bu: Genç nüfus azalıyor, dolayısıyla göçmene ihtiyaç var. Almanya’da doğum oranı 0,6, Türkiye’de 2.1 doğurganlık oranı, Türkiye’ninki 3’tü, 2,1’e düşüyor. Yani Türkiye’de aslında yaşlanan bir nüfus oluşmaya başladı, 8,5 milyon yaşlı bir nüfus var. Genç nüfusun olmadığı yerde sosyal güvenlik sisteminin dönüşüm sağlaması imkânsız, çark dönmüyor. Şu an Almanya’da veya Avrupa’da yoğunluklu olarak bu tartışılıyor.”

SORU 10: Suriyelilerin varlığı kültürel zenginliğimizi geliştiriyor mu?

Göçmenler, özellikle de trajik bir savrulmayla kitlesel göçle gelenler, genellikle ilk planda onlara atfedilen olumsuz özellikleriyle anılabilirler. “Kirliler,” “hastalık bulaştıracaklar” veya “bize yük olacaklar” gibi kalıplar tarih boyunca Rumeli’den Kafkaslara tüm gruplar için kullanılmıştır. Ancak yeni gelenler, ayaklarının toprağa güvenle basmasıyla birlikte, geldikleri topluma değer katmaya da başlarlar. Dünyada geçmişten günümüze bilimsel ve teknik gelişmeyle ekonomik kalkınmanın, müzikten şehir hayatına kadar pek çok alanda gelişmeyi kolaylaştıran en önemli faktörlerden biri, farklı kültürlerin bir araya gelmesidir. Bu bağlamda;

  • • Çeşitlilik zenginleştirir,
  • • Kültürel zenginlik, ekonomik gelişme, teknolojik yenilik ve bilimsel ilerleme çeşitlilikle gelir,
  • • Ülkeler ve toplumlar onunla güçlenir,
  • • İnsan olmaktan kaynaklanan farklılıklar toplumlara renk katar.

Çoğulcu bir toplumun kamusal alanında çeşitlilik, farklılık ve aidiyetler kapıda bırakılmaz, içeri davet edilir. Horace Kallen’ın ifadeleriyle “olduğunuz gibi, tüm farklılıklarınız ve özelliklerinizle birlikte gelin” denir. Ama bu bir “erime kabı” değil, “farklılıkların oluşturduğu birlik”tir. Çeşitlilik arz eden toplum, seçeneklerin çoğaldığı, alternatiflerin zenginleştiği bir ortamı ifade eder. “Çeşitli toplum, farklı kültürlerin bir arada yaşadığı, düşüncelerin farklılaştığı, piyasanın farklılaştığı toplumdur. … Buradaki farklılık, zenginliği ifade eder.” Ona maruz kalanlar açısından arz ettiği trajediye rağmen, göçle gelen çeşitlilik seçenekleri çoğaltır ve o topluma değer katar. Bugün Suriyelilerin gelişi de seçenekleri çoğaltıyor; tıpkı daha önceki göçmenlerin, muhacirlerin çoğalttığı gibi. “Tasarımlarıyla beraber geldiler.” diyor Muhammed Sadık Subaşı, “mesela, Gaziantep Nizip Caddesinde ayakkabıcı, terlikçi kesimden şu ifadeleri dinledik: Ben daha önce bir sezonu dört tasarımla bitirirken, şu anda on dört tasarım yapmak zorundayım. Çünkü karşımdaki Suriyeli yirmi tasarımla geliyor, rekabet yapıyor benimle.”

SORU 11: Okulda Suriyeli çocukların varlığı eğitimin kalitesini düşürüyor mu?

Bazı aileler çocuklarının Suriyeli öğrencilerle aynı sınıfta bulunmamasını veya kendi çocuğuyla aynı sırada oturmamasını istiyorlar. Bunun çocuklarının eğitimini yavaşlatacağını düşünürler. Kuşkusuz anadili Türkçe olmayan bir çocuğa konuyu bir kez daha anlatmanın gerektiği durumlar olur ve bu da ilave bir zaman gerektirir. Ancak farklı anadillerden ve kültürel arka planlardan öğrencilerin varlığı, onların birbirilerine kattıkları değerler, bu ilave zaman kaybını çok aşan bir kazanımı ve zenginleşme kaynağını ifade eder. Farklı etnik, dinsel, dilsel kimliklerin bir aradalığı, farklılıklarla bir arada yaşama iradesi, yeni duruma adaptasyon, esneklik ve farklı yeteneklerin koordinasyonu açısından da kişileri geliştirir ki bu kaybedilen zamanla kıyaslanamayacak ölçüde değerlidir. *Öğrencilerin kendilerinden farklı olan diğer öğrencilere bir arada olmaları, eleştirel düşünme ve problem çözme de dâhil olmak üzere gelişmiş bilişsel becerilere yol açar. *Farklı bir öğrenci topluluğu daha zengin bir öğrenme ortamı yaratır çünkü öğrenciler, kendilerinden çok farklı deneyimler yaşayanlardan daha çok şey öğrenirler. *Asıl gelişmiş öğrenme aslında bu sınıflarda ortaya çıkar, çünkü soyut kavramlar deneyimden elde edilen somut örneklere bağlıdır. *Örtük ön yargılar, sağlıklı düşünmeye zarar verir. *Sınıf çeşitliliği ile öğrencilerin birbirleriyle etkileşim, empati ve farklı kökenden gelen insanlarla yaşama ve öğrenme yeteneği arasında bir ilişki vardır.

SORU 12: Suriyelilere 30 milyar harcandı mı?

Türkiye Suriye krizinin başından itibaren, sınıra yakın kamplardaki hizmetler başta olmak üzere, eğitim ve sağlık gibi temel alanlarda sığınmacılara yönelik önemli insani yardımlar yapıldı. Bu yardımlar, kamu kurumları ve STK’ların gıda, barınma, eğitim ve sağlık gibi günlük ihtiyaç temelli yardımların yanı sıra hak arama mekanizmaları ve hukuki haklarla ilgili bilinçlendirme gibi hak temelli destekleri içeriyor. Türkiye’nin 2011 yılından itibaren, Suriyeliler için yaptığı maddi yardımların tam bir muhasebesini yapmak kolay değil. Bu durum, rakamlar üzerinden yapılan siyasi spekülasyonlara da kapı aralıyor. Ancak yine bu durum, yaklaşık bir hesabın yapılamayacağı anlamına da gelmiyor. AFAD, 2015 itibarıyla Türkiye’nin Suriyeli sığınmacılara yaptığı harcamayı 5,2 milyar dolar olarak açıklamıştı. Küresel İnsani Yardım 2019 raporuna göre, Türkiye 8.339 milyar dolarlık yardımla en çok uluslararası insani yardım yapan ülke. TBMM’nin Göç ve Uyum 2018 Raporu OECD’nin çıkarmış olduğu kişi başına maliyeti esas alarak, bu rakamı 19,2 milyar olarak hesaplıyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 30 milyar dolardan söz ediyor. Bu miktar çeşitli zamanlarda farklı sunuluyor. Bu durumda rakamlar arasındaki farklılığı nasıl açıklamalı? TBMM’nin Göç ve Uyum 2018 Raporu, bu harcamaları ilki faturalı doğrudan, diğeri ise hizmet vermek için tahsis edilen dolaylı hizmetlerden kaynaklandığını belirtiyor. Dolaylı harcamalara daha çok konteynerin yapılması sırasında kamu araçlarının kullanımı ve bu altyapı hizmetlerinden Suriyelilerin faydalanması örnek veriliyor. Meclis raporu buna bağlı olarak OECD’nin çıkarmış olduğu “kişi başına maliyeti” esas alarak Suriyelilere yönelik harcamalarla ilgili bir hesaplama- ya yer veriyor. Ancak bu rakam, sığınmacıların eğitim ve sağlık yardımlarına erişimlerinin T.C. vatandaşlarına göre daha az ve dolayısıyla onlar için yapılan ortalama harcamaların da daha düşük olduğu gerçeğini de göz önüne alarak (örneğin Suriyeli çocukların okula başlama oranları ile okulda kalma oranları aynı değil. Bazı yaş gruplarında okula devam etmeme oranı ciddi rakamlara ulaşıyor), söz konusu miktarların daha gerçekçi biçimde ele alınmasını gerektiriyor. Bunun yanında devletin farklı kurumlarından, harcamalarla ilgili çeşitli rakamlar açıklanıyor. Bu açıdan önemli bir belge, sığınmacılarla ilgili başlıca yetkili birim olan AFAD’ın 2015 yılında yayınladığı Ülkemizdeki Suriyelilerle İlgili Mevcut Durum Analizi başlıklı rapor. Kurum, resmî web sitesinde yer verdiği raporda, 2011-2015 arasında Türkiye’ye sığınan Suriyeliler için yapılan harcamaları açıklamıştı. AFAD, devletin Suriyelilere toplam 5,2 milyar dolar ve uluslararası kurumların ise 300 milyon dolar destek verdiğini 13 Mart 2015 tarihinde resmî twitter sitesinde paylaşmıştı. Rakamlar arasındaki dramatik farklılık, hesaplama yöntemindeki farklılıktan da kaynaklanıyor. Birleşmiş Milletler başta olmak üzere pek çok kurum, sığınmacılara yönelik harcamaları sadece devletlerin doğrudan harcamalarına dayalı faturalardan hareketle hesaplamıyor aynı zamanda dolaylı harcamaları da hesaba katıyor. Bunun yanında, bazı durumlarda devletlerin harcamalarını da aşacak biçimde, sivil toplumun insani, dini veya hayır amaçlı gönüllü çalışmalarını; maddi yardım, erzak, giyecek, konut, sağlık, eğitim ve uyum amaçlı çok boyutlu dayanışma faaliyetlerini de bu maliyetin içinde bir şekilde muhasebeleştiriyor. Böylece, sığınmacılara o ülkenin yardımı ile ilgili yaklaşık bir hesap çıkarıyor. 2017 yılında, dönemin Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya da “Bugün Suriyeli kardeşlerimiz için yaptığımız 30 milyar dolar üzerindeki harcamaların içinde, yarısından çoğu gönüllülerin, sivil toplum kuruluşların yaptığı harcamalar.” demişti. Konuyla ilgili konuştuğumuz bazı yetkililer de söz konusu 30 milyarın önemli bir bölümünün toplumun yardımları olduğunu teyit ediyor. Bu hesaplama biçimi, toplumu ve devletiyle bir ülkenin sığınmacılara yönelik yardımlarını bir bütün olarak ortaya koyma çabasını yansıtması bakımından önemli olabilir. Ancak en az iki konuda sorunlu görünüyor. Birincisi, ölçülebilir olanı (doğrudan yardım), az ölçülebilir olanı (dolaylı yardım) ve ölçülebilir olmayanı (gönüllü yardım) aynı hesabın içinde değerlendiriyor. Bir anlamda gönüllü destekleri de sığınmacılara yapılan devlet harcamalarıyla birlikte alarak, sanki devlet bütçesinden bir anda devasa bir para aktarılmış imajı doğruyor ve ayrımcı ön yargıyı körüklemeye hizmet ediyor. Öyle veya böyle, yetkililerin sivil toplumu anmadan rakamlardan söz etmemesi, muhalefetin de devletten daha fazla maddi destek bekleyen toplum kesimlerini sığınmacılara karşı kışkırtacak söylemlerden vazgeçmesi doğru olur.

SORU 13: Suriyeli sığınmacılar için gelen uluslararası yardım miktarı: Türkiye’ye kim ne verdi?

Krizin başından bu yana, pek çok ülke Suriyeli sığınmacılar için kullanılmak üzere Türkiye’ye doğrudan veya dolaylı maddi destek verdi. Kuşkusuz bu destekler yeterli olmamakla birlikte, maddi yükün hafifletilmesi bakımından anlamlı bir katkı da sağladı. Ama sözlerin ötesinde, kim ne verdi? Kayda değer sayılabilecek katkılar, iki grupta toplanabilir. Bunlardan ilki Bir- leşmiş Milletler (BM), diğeri Avrupa Birliği (AB). Birleşmiş Milletler ne kadar maddi yardım yaptı? BM verilerine göre, BM örgütü bünyesinde yer alan UNESCO, UNHCR ve UNICEF gibi kurumların 2012-2019 yılları arasında Türkiye’de yaşayan sığınmacılara toplam 4.516 milyar dolar verdiği görülüyor.57 Birçok ülke de yardımlarını bu çatı altında gerçekleştiriyor. Avrupa Birliği ne kadar maddi yardım yaptı? AB Türkiye’ye toplam 2,4 milyar avro (2, 6 milyar dolar) verdi. AB Komisyonu Türkiye’deki sığınmacıları desteklemek -ve tabii AB’ye gelişleri de azaltmak için- 29 Kasım 2015 tarihinde kademeli maddi destek kararı aldı. Türkiye ve AB kurumları, sığınmacıların en temel ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik 23 ortak ve 63 insani projeyle destek veriyor. AB, sığınmacıların günlük ihtiyaçlarının karşılanması kapsamında Türkiye Kızılayı ve devlet kurumlarıyla iş birliği hâlinde çıkarılan “Kızılaykart”ın maliyetini üstleniyor. Suriyeli sığınmacılar, maddi ihtiyaçlarını bu kart aracılığıyla karşılıyor. AB söz konusu projeye 1,725 milyar avro destek sağlıyor ve bu destek AB tarihinde yapılan en büyük proje olma özelliği taşıyor. Bu çerçevede 2019 yılının Ekim ayına kadar, yaklaşık 1,7 milyon insan bu desteklerden faydalanmış durumda. Ayrıca AB her ay çocukları okulda bulunan Suriyeli ailelere nakit olarak 104 milyon avro yardım yapıyor. 2019 ortalarına kadar ortalama yarım milyon Suriyeli çocuk bu desteklerden yararlandı. Aynı zamanda 2017’den itibaren, eğitim alabilmeleri için her ay 6 bin Suriyeli çocuğa servis desteği veriliyor. AB fonları aracılığıyla 18 ayrı bölgede bir milyon Suriyeli öncelikli sağlık hizmetlerinden faydalandı. Hâlihazırda AB insani fonundan 2,4 milyar avro Türkiye’de bulunan Suriyeli sığınmacılar için harcandı. AB, Suriyeli sığınmacılar için toplam 6 milyar avro destek taahhüdü verdi. Bunun 2,4 milyar avrosunu iletti; projelerin sürdürülmesine bağlı olarak 2021 yılına kadar bu paranın kalan bölümünü (3,6 milyar avro) de vereceğini bildiriyor.

SORU 14: Suriyelilerin gelişiyle devletin T.C. vatandaşlarına yaptığı sosyal yardımlar azaldı mı?

Suriyeliler geldikten sonra Türk vatandaşlarına yapılan yardımların azaldığı iddia ediliyor. Esasında göçmenlerin yoğun olduğu başka ülkelerde de benzer tartışmalara sıkça rastlamak mümkün. Ancak 2010-215 yılları arasında devletin ekonomik yardıma muhtaç kişilere verdiği desteği yıl bazında ortaya koyan TÜİK verileri, Suriyelilerin ülkeye geliş dönemlerine denk gelen süre zarfında devletin sosyal korumaya muhtaç kişilere desteğinin düzenli olarak arttığını gösteriyor. Sosyal yardım miktarlarının ve bu yardımlardan faydalanan kişi sayısının düzenli şekilde arttığını gösteren bu veriler, sığınmacıların T.C. vatandaşlarının alacağı yardımlara engel olduğu yönündeki iddiaları desteklemiyor.

SORU 15: Suriyelilere maaş veriliyor mu?

Sosyal medyada Suriyelilerin devletten maaş almak için bankalarda kuyruğa girdikleri iddiaları sık sık dile getiriliyor. Buna benzer haberler gerçek dışı bilgilerle sığınmacılara maaş veriliyor şeklinde algı oluşturulmasına sebep oluyor. Öyleyse PTT veya banka şubelerinde kuyrukta bekleyen sığınmacılar hangi parayı almak için oradalar? BMMYK tarafından ihtiyacı olan sığınmacılara sağlanan kış yardımını almak için. “PTT kart” nedir? Hâlbuki o iddialara delil gösterilen video ve fotoğraflar, BMMYK tarafından, ihtiyacı olan sığınmacılara sağlanan kış yardımlarını yansıtıyor. BMMYK, sığınmacıların en yoğun bulundukları 50 kadar ilde, sığınmacı ailelere 600-900 TL arasında değişen tek seferlik kış yardımları yapıyor. Proje, sığınmacı aileleri kışa hazırlanmayı ve kış boyunca geçinmelerini sağlamayı amaçlıyor. Bir defalık nakit kış yardımı, BMMYK ve PTT iş birliği ile PTT tarafından çıkartılan kartlarla yapılıyor. PTT kart sayesinde 260.000’den fazla mülteci ve sığınmacıya destek yapıldı. Bu proje sayesinde 2016-2017 yılları arasın- da ihtiyacı olan 510 bin kişiye destek verilmesi hedeflenmişti. “Donör” yani “para veren” ülkeler tarafından finanse edilen yardımlar BMMYK aracılığıyla Türkiye’ye iletiliyor, oradan da sığınmacılara dağıtılıyor. Bu konuda daha önce çok sayıda sivil toplum örgütü tarafından açıklama yapılmış olmasına rağmen, “PTT önünde bekleyen sığınmacıların devletten maaş aldığı” şeklindeki dezenformasyon sosyal medyada devam ediyor. “Kızılaykart” nedir? Suriyeli sığınmacılara AFAD ve Kızılay tarafından (Kızılaykart) ailedeki fert başına aylık 120TL yardım yapılıyor. Ödemeler ise üçer aylık dönemlerde yapılıyor. Genel olarak kamplarda yaşayan sığınmacılara verilen kartlar sadece gıda alışveriş için kullanılıyor. Bu destekler büyük çoğunluğu uluslararası fonlardan oluşan Sosyal Uyum Yardım Programı (SUY) kapsamında sadece Suriyelilere değil ihtiyacı olan tüm yabancılara verilen desteklerden oluşuyor. Geçici koruma ve uluslararası koruma kanunu kapsamında Türkiye’de kayıtlı olan yabancılar bu yardımlara başvurabiliyor. Ancak desteklerden faydalanabilmek için öncelik koşulları var. Kalabalık aileler, yaşlılar, engelliler veya yalnız yaşayan kadınlar gibi en çok ihtiyacı olan sığınmacılar tercih ediliyor. SUY Programı, 28 Kasım 2016’de başladı ve devam ediyor. Bu insani destek programı, Türkiye’de geçici koruma altında yaşayan 1,5 milyon sığınmacının temel ihtiyaçlarını karşılamak üzere her ay nakit ödeme sağlıyor. Program, AB İnsani Yardım ve Sivil Koruma Birimi (ECHO) tarafından finanse ediliyor. AB Türkiye delegasyonu temsilcisi Christian Berger, insani yardımlar konusunda AB olarak 84 proje uyguladıkları bilgisini veriyor ve buna örnek olarak Suriyelilere ayda 120 lira harcama imkânı verilen “Kızılaykart”tan bahsediyor.

SORU 16: Suriyelilere sağlık hizmetleri ve ilaç bedava mı?

Suriyeli sığınmacılara, “geçici koruma statüsü” kapsamında 2011 yılında verilen kimliklerle geçici barınma merkezlerinde sağlık hizmetlerine erişim sağlanmıştı. Zaman içerisinde kamplarda yaşayanların sayısı azaldı. 2013/08 numaralı genelge ile sağlık hizmetlerine erişimin kapsamı genişletilerek 11 ilden 81 ile çıkarıldı. 2014/6883 sayılı geçici koruma yönetmeliği ile sağlık hizmetleri geçici barınma merkezlerinin içinde ve dışında Sağlık Bakanlığı’nın kontrolüne verildi. Bu genelge ile temel ve acil sağlık hizmetleri başta olmak üzere tedavi ve ilaçlardan hasta katılım payı alınmazken, verilen sağlık hizmetlerinin bedeli AFAD tarafından Bakanlığa ödeneceği karara bağlandı. 01/01/2020 tarihinden itibaren geçici koruma kimlik belgesi veya kayıt belgesi bulunan Suriyeli uyruklu yabancılar katkı payı ödeme şartıyla sağlık hizmetlerinden yararlanabilir. Sonrasında ise göç idaresi tarafından karşılanan katılım payı doğrudan Suriyeliler tarafından tahsil edilmeye başlandı. TBMM tarafından hazırlanan Göç ve Uyum Raporu ise Sağlık Bakanlığının yapmış olduğu harcamalarla ilgili net bir faturalandırma olmadığını ancak 600 milyon TL civarında faturalandırılmış harcama yapıldığı bilgisini veriyor. Bu hizmetler için gereken harcamaların finansmanı da çeşitli kaynaklardan geliyor. AB tarafından finanse edilen SIHHAT programı, sığınmacıların öncelikli sağlık hizmetleri ve ihtiyaçlarına göre destekler veriyor. 2016 yılında başlayan ve üç yıl süren proje, 300 milyon avro maddi destek sağlıyor. Suriyeli nüfusun yoğun olduğu bölgelerde göçmen sağlığı merkezleri başta olmak üzere toplum ruh sağlığı merkezleri, yoğun bakım üniteleri, sağlık personelinin eğitilmesi gibi birçok hizmet bu fondan karşılandı. Suriyeli sığınmacıların öncelikli sağlık hizmetlerini karşılamak üzere Türkiye çapında 176 “Göç ve Mülteci Sağlık Merkezi” kuruldu. Mülteci sağlık hizmetleri, Sağlık Bakanlığı, Dünya Sağlık Örgütü (WHO), AB, sağlık sektörü temsilcileri ve diğer insani yardım aktörleri tarafından açıldı. Bu kapsamda birçok doktor ve hemşireye eğitimler verildi. Bu kurumların desteğiyle 600 Suriyeli doktor ve hemşireyle, Suriyelilerin yoğun olduğu bölgelerde psikolojik destek veren psikologlar da istihdam edildi. WHO Türkiye’de yaşayan sığınmacıların sağlığa erişim ve hizmetlerden faydalanmaları için 2012 yılından itibaren destek sağladı. WHO’nun 2012 yılından günümüze sağladığı toplam desteğin ise 67,55 milyon dolar olduğu görülüyor.

SORU 17: Okullardaki Suriyeli öğrencilere ne kadar yardım yapıldı? Bunun ne kadarı uluslararası kaynaklardan geldi?

Millî Eğitim Bakanlığı verilerine göre, 2019-2020 eğitim dönemi itibarıyla, 633.271 Suriyeli öğrenci resmî okullarda eğitimini sürdürüyor. Toplamda ise 800 bine yakın (785.332) yabancı uyruklu öğrenci eğitime dâhil edildi. OECD’nin hesaplamasına göre, eğitim çağındaki bir çocuk için yılda ortalama 3.000 dolar harcanıyor. Buradan hareketle, okula başlayan 680 bin Suriyeli öğrenci için 3.000 dolardan, ortalama 4 yıllık süre baz alınarak ortalama 7,2 milyar dolarlık bir eğitim harcaması yapıldığı düşünülebilir. Ancak Türkiyeli öğrenciler için de kişi başına 3.000 dolar rakamının oldukça genel ve yüksek olduğu tespitini yapmak mümkün. Bu konuda gerçeğe daha yakın bir rakama ulaşmak için Millî Eğitim Bakanlığı Strateji Başkanlığı’nın (MEB) öğrenci başına hesaplamasını esas almak gerekir. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK)verilerine göre, 2018 yılında öğrenci başına yapılan yıllık harcama 2.030 dolar. 4 yıllık süreçte Suriyeli öğrenciler için yaklaşık 5 milyar dolar olduğu söylenebilir. AB 2016 yılında “Türkiye’deki Mülteciler İçin Mali Yardım Programı’nı (The EU Facility for Refugees in Turkey- FRIT) başlattı ve program kapsamında Türkiye’ye toplam 6 milyar avro mali destek sağlayacağını taahhüt etti. Bu mali desteğin ise yaklaşık 1,3 milyonu eğitime ayrıldı. Diğer taraftan BM iş birliğinde yürütülen projeler kapsamında sağlanan fonlarla dezavantajlı çocukların eğitim ihtiyaçlarına destek sağlanıyor. AB ve Türkiye arasında anlaşma gereği yürütülen PIKTES projesi (Suriyeli Çocukların Türk Eğitim Sistemine Entegrasyonunu Destekleme Projesi- Promoting Integra- tion for Syrian Kids into The Turkish Education System) AB tarafından finans ediliyor. FRIT fonu kapsamında yürütülen bu projeyle 26 ilde bulunan devlet okullarında öğrenim gören Suriyeli ve Türk öğrencilere kırtasiye setleri gönderildi. Ayrıca uluslararası kuruluşlarla iş birliğinde maddi imkânları kısıtlı hem Türkiyeli öğrencilere hem de Suriyeli öğrencilere 1 milyonun üzerinde kırtasiye yardımı yapıldı. Bu proje kapsamında AB Mali Yardım Programı’ndan toplamda 700 milyon avroluk bütçe tahsis edildi. Bu kaynaklarla eğitici istihdamı gerçekleştirildi, ders materyali temin edildi, öğrencilere taşıma hizmeti ve bursu verildi. Önceleri UNICEF tarafından gönderilen ve sadece ihtiyaç duyan Suriyeli öğrencilere isme yazılı olarak MEB tarafından iletilen çanta ve diğer kırtasiye malzemesi, 2018’den itibaren MEB’in UNICEF’ten talebi üzerine, söz konusu sınıflardaki Türkiyeli öğrencileri de kapsayacak şekilde genişletildi. Böylece hem Suriyeli çocuklar sayesinde ihtiyaç duyan diğer çocuklar için de anlamlı bir maddi katkı sağlanmış oldu hem de “bizim çocuklar ihtiyaç içindeyken devlet Suriyelilere çanta dağıtıyor” şeklindeki yanlış bilgiye dayalı mağduriyet algısının da önüne geçilmiş oldu.

SORU 18: Atanamayan öğretmenler dururken, devletin Suriyeli öğretmenler görevlendirip onlara maaş verdiği doğru mu?

Millî Eğitim Bakanlığı, Suriyeli öğrencilerin yoğun olarak mevcut olduğu okullarda, dil ve uzmanlık bilgisine sahip kişilerden yararlanıyor. Tümünün maaşı UNICEF tarafından karşılanıyor. Eğitim sürecinde kendilerinden yararlanılan bu kişiler de öğretmen olarak değil, “gönüllü eğitici” olarak adlandırılıyorlar ve öğretmenlerin sahip olduğu maaş ve diğer özlük haklarına sahip değiller. Gönüllü eğiticiler okul dışı faaliyetlerde, özellikle de okul dışı kalmış çocukların eğitime dâhil edilmesine yönelik saha çalışmalarına ve/veya yeterli düzeyde Türkçe konuşamayanlara tercümanlık desteği veriyor. Millî Eğitim Bakanlığı tarafından geçici eğitim merkezlerinde sunulan eğitim imkânlarına destek sağlamaları amacıyla yaklaşık 20.000 Suriyeli eğitici UNICEF ile iş birliğinde bir eğitici eğitimi programına tabi tutuldu. Eğitim programını başarıyla tamamlayan ve sertifika almaya hak kazanan eğiticilerden yaklaşık 12.500 eğitici geçici eğitim merkezlerinde eğitime destek sağlamaları amacıyla görevlendirildi. Bu eğiticilere UNICEF tarafından 2020 yılı itibarıyla 2.020 TL teşvik ödemesi yapılıyor. Kısacası Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan öğretmenler dururken onların yerine Suriyeli öğretmenler atanmadığı gibi Suriyeli çocuklar dolayısıyla AB fonuyla ilave Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı öğretmenler istihdam ediliyor. AB Mali yardım programı fonuyla yürütülen proje kapsamında 450 binden fazla çocuğa dil eğitimi vermek üzere yaklaşık 4.500 Türkçe öğretici istihdam edildi. Bunun yanında eğitim ihtiyacının karşılanması için 220 yeni okul inşa edilmek için kaynak aktarıldı ve bunların %25’i tamamlandı. Yine bu kapsamda 40 bin çocuk okul ulaşımı hizmetinde faydalanıyor. Yabancılara Yönelik Şartlı Eğitim Yardımı Programı kapsamında, Kızılay, UNICEF, MEB ile iş birliği ve AB’nin maddi desteğiyle, çocukları okullara kayıtlı yabancı uyruklu ailelere Kızılaykart aracılığıyla 2 ayda okula devam etmeleri şartıyla Kızılaykart aracılığıyla iki ayda bir para desteği yapılıyor. Teşvik Ödemeleri Anaokulundan lise seviyesine kadar erkek çocuklara aylık 35 TL, kız çocuklarına ise 40 TL; erkek lise öğrencilere aylık 50 TL, kız öğrencilere ise 60 TL; okul dönemi başladığında her seviyede öğrenim gören öğrencilere ise 100 TL ek ödeme yapılıyor. Ortaokul ve lise düzeyinde eğitime erişimi ve okula devamlılığı artırmak amacıyla 2019-2020 eğitim öğretim yılından itibaren her eğitim dönemi başında teşvik ödemesi de var. Teşvik ödemeleri ortaokul öğrencilerine 100 TL ve lise öğrencilerine 150 TL olarak gerçekleştiriliyor. Ülkemizdeki tüm yabancı uyruklu öğrenciler okula devam koşuluyla bu programdan faydalanıyor. 2020 Ocak ayı itibarıyla anaokulu, ortaokul, lise seviyesinde eğitim alan 608,082 çocuk bu desteklerden faydalandı. Bu çerçevede AB düzenli olarak okullarda eğitim alan sığınmacı aileler için şartlı maddi destek programı altında 104 milyon avro katkı yaptı.

SORU 19: Suriyelilerin suç oranları yüksek mi?

Medyaya zaman zaman “Suriyeliler olay çıkardı” veya “Suriyeli suç işledi” şeklinde haberler yer alıyor. Acaba iddia edildiği gibi Suriyelilerin suç oranları yüksek mi? Dünyanın hemen her tarafında ayrımcı ön yargının boyutlarına göre azınlıkların, göçmenlerin, sığınmacıların ve diğer kırılgan grupların yanlışlarına büyüteçle bakıldığı olur. Özellikle de medya hak temelli bir çalışma etiğine sahip değilse, bireysel yanlışlar etnik, dini, siyasi, kültürel ve cinsel kimliklerle birlikte verilerek olumsuz bir özdeşlik kurulmasını kolaylaştırır. Genel yargıların aksine göçmenlerin, göçmen olmayanlardan daha fazla suç işlemediğini vurgulayan Carola ve Marcelo Suarez-Orozco, evrensel olarak yaygın bir yanlış kanaatin varlığına işaret etmektedirler: “Yeni gelenleri suçlular, uyuşturucu satıcıları, insan kaçakçıları ve teröristler olarak tasvir eden göçmen karşıtı anlatılar Avrupa, Güney Afrika ve başka yerlerde de artıyor. Etki gücü olağanüstü büyük olsa da, bu yargı büyük ölçüde veri içermemektedir [data-free: veri-bağımsız]: Kanıtlar ağırlıklı olarak, göçmenlerin, göçmen olmayanların karşılaştırılabilir örneklerine göre önemli ölçüde daha az suç işleme olasılıklarına sahip olduğunu göstermektedir.” Göçmenlerin suç ürettiği ve ülkenin güvensizliğe sürüklendiği gibi eleştiriler yaygın olarak dile getirilir. Almanya’da ayrımcı veya ırkçı çevreler, Türklerle ilgili olarak da bu suçlamayı sıkça dile getiriyor. Ancak resmî rakamlar bu algıyı doğrulamıyor. Türk vatandaşları ülkede yaşayan yabancı nüfus içerisinde %13 ile ilk sırada yer alıyor. Sırasıyla Polonyalılar toplam nüfusun %11, Rusya Federasyonu %7 ve Romanyalılar ise %4’nü oluşturuyor. Federal suç dairesi verilerine göre Almanya’da 2018 itibarıyla 2.686.048 olan suçlu sayısına bakıldığında, suçların 1.931.079’u Almanlar ve 754.969’u ise yabancılar tarafından işlenmiştir. Alman vatandaşlarının genel olarak suç sayısı yüksek olsa da nüfusa göre suç oranı düşük kalmaktadır. Almanya’da Türklerle ilgili algının bir benzeri, Türkiye’deki Suriyeli sığınmacılar için de geçerli olmaya başlamış görünüyor. Türkiye, ciddi ölçüde kitlesel göçe maruz kaldığı hâlde büyük çaplı toplumsal olayların yaşanmadığı bir ülke. Buna rağmen zaman zaman başta sosyal medya olmak üzere yazılı ve görsel basında zaman zaman Suriyelilerin suça eğilimli oldukları ve suç oranlarını artırdığına yönelik haberler artabiliyor. Sonuç olarak realite ile tamamen ilgisiz bir algı ortaya çıkıyor. Polis Akademisi Göç ve Sınır Güvenliği Araştırma Merkezi tarafından (GÖÇMER) Ankara’da 400 kişi ile yüz yüze görüşerek yapılan araştırmanın sonuçlarından biri bunu ortaya koyuyor. “Suriyeliler geldikten sonra şiddet darp, öldürme ve yaralama olaylarında artış olup olmadığı” sorusuna, ankete katılanların %60’ı Suriyelilerin gelmesiyle suç oranlarının artış gösterdiğini bildirmiştir. Oysa istatistikler bunu desteklemediği gibi tam tersini gösteriyor. İçişleri Bakanlığı’nın verilerine göre, 2014-2017 arasında Suriyelilerin karıştıkları suç oranları %1,32. Türkiye ortalaması olan %3’ün altında yani. Bu oran hem yoksullukla boğuşan hem de psiko-sosyal travma yaşayan bir kitle için suç oranının çok yüksek olmadığı anlamına geliyor. Suriyeliler arasında elbette suç işleyenler var ama geniş kitle işinde-gücünde ve sosyal medyadaki imajı hak etmiyor. TÜİK ve Adalet Bakanlığı verileri ışığında, 2011’den 2018’e kadar yabancıların suç oranlarına bakıldığında, bu oranın %1’in altında olduğu görülüyor. TBMM’nin göç ve uyum raporunda; Kilis’in yerli nüfusundan fazla Suriyeli yaşamasına rağmen önemli ölçüde suç ve asayiş olaylarının artmadığı görülüyor. Aynı şekilde Gaziantep’teki durum incelendiğinde benzer durumu görmek mümkün. 2012-2016 yılları arasında kamplarda toplam; 1057 suç ve benzer vaka gerçekleşmiş. Suriyelilerin karıştığı suçların önemli bir bölümü kendi aralarındaki sorunlarla ilgili; bir bölümü de dil ve benzeri engellerden dolayı hukuki yolları kullanamayıp hakkını kendisi almaya çalışmaktan kaynaklanıyor. Örneğin, çalıştığı hâlde haftalığını alamayan, açıkça hakkı elinden alınan ve hukuki süreçleri izleyerek hakkını almanın yolunu ve usullerini bilmeyen veya kullanamayacak durumda olan sığınmacı, kimi zaman hakkını almak için münakaşaya giriyor ve bunun sonu kötü bitebiliyor. Kısacası sığınmacıların suç oranı, Türkiye’deki toplam nüfus içerisindeki genel suç oranına göre oldukça düşük. Medyada, ulusal kanallar ve gazetelerde kullanılan dil ve kavramlar (“yasadışı göçmen” veya “kaçak mülteci” gibi) bunun aksine ilişkin bir yargıyı yerleştirmiş olsa da.

SORU 20: Suriyeliler diledikleri üniversitede bedava okuyabiliyorlar mı?

Suriyeli öğrenciler de tıpkı diğer yabancı uyruklu öğrenciler gibi yabancı uyruklu öğrenciler için açılan kontenjanın içinde şartları uygun olduğu ölçüde yer alabiliyorlar. Onların varlığı, Türkiyeli öğrencilerin durumunu etkilemiyor. Yükseköğretim Kurumu (YÖK) verilerine göre, 2018-19 akademik yılında Türkiye’deki üniversitelerde eğitim gören uluslararası öğrenci sayısı 179 farklı ülkeden toplam 154.446 kişi. Uluslararası öğrenci bu sayının içerisinde 27,034’ü Suriye uyruklu öğrencilerden oluşuyor. Dolayısıyla toplam yabancı uyruklu öğrenci sayısı içerisinde Suriyeliler %18’e tekabül ediyor. Yabancı uyruklu öğrenciler ve ortaöğretimini yurt dışında tamamlayan kişilerle ilgili YÖK’ün “Yurt Dışından Öğrenci Kabulüne İlişkin Esaslar” tebliği esas alınarak başvurular üniversiteler tarafından değerlendirilerek sonuçlandırılıyor. Buna göre Suriyeli sığınmacıların üniversiteye kabul süreçleri, diğer uluslararası öğrencilerinkinden farklılık göstermiyor. Uluslararası öğrencilerin başvurularının ret veya kabulüne, tebliğ esas alınarak yükseköğretim kurumları tarafından karar verilmektedir. Sosyal medyada ve kamuoyunda Suriyeli sığınmacıların hiçbir şart olmadan üniversitelere kayıt yaptırdığı konusunda tepkilerin artması neticesinde YÖK bu konuda basın açıklaması yaparak özetle, “Uluslararası öğrencilerin Türkiye’deki üniversitelere giriş şartlarının aynı şekilde Suriyeliler için geçerli olduğunu belirterek sınavsız üniversiteye giriş haberlerinin asılsız olduğunu ifade etti.” Bakanlar Kurulu’nun 2018/12007 sayılı kararıyla devlet üniversitelerinde okuyan Suriyeli öğrencilerin okul harcı, Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı (YTB) bütçesinden karşılanıyor. YTB, krizin başlamasından itibaren Türkiye bursları üzerinden başvuru yapan ve başarılı olan 4,048 Suriyeli öğrenciye burs olanağı sağladı. Söz konusu burslar, BM kurumları, yerel ve uluslararası STK’lar tarafından YTB aracılığıyla Suriyeli öğrencilere dağıtılıyor. Bur- sun %15’i mali kaynaklardan, diğer %85’i ise AB tarafından karşılanmaktadır. Türkiye burslarına 2012 yılında 10 bin civarında müracaat olurken, 2019 yılında dünyanın 167 ülkesinden 145 bin 700 müracaat yapıldı. Başvuranlar içerisinde 17,500 genç YTB bursu ile Türkiye’deki üniversitelerde eğitimlerini sürdürüyor. BMYK ve YTB iş birliği ile Suriyeli öğrencilere HOPES (Suriyeliler için Yüksek ve İleri Öğrenim İmkanları ve Perspektifleri) projesi kapsamında yönelik burs ve destek programları yürütüldü. Hem Türkçe dil desteği hem de üniversiteli Suriyeli öğrencilere burs imkânı tanındı. Bu hizmetlerden yaklaşık 4 bin kişi faydalanmış olup, 2,7 milyon avro bu proje için tahsis edildi. Kısacası Suriyeli öğrenciler üniversitelerdeki Türkiyeli öğrencilerin için ayrılan kota değil, yabancı öğrencilere ayrılan kontenjan içerisinde değerlendiriliyorlar. Bu nedenle herhangi bir Türk öğrencinin yerini almıyorlar.

SORU 21: Suriyelilere TOKİ’den konut veriliyor mu?

TOKİ’den hiçbir şekilde konut verilmesinin söz konusu olmadığı, bunun gerekli şartları taşıyan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına verilen bir imkân olduğu vurgulandı. Sığınmacılardan konut tahsis edilen tek grup Ahıska Türkleri. Erzincan’ın Cimin (Üzümlü) ilçesinde inşa edilen ancak ilçe halkının müracaat etmeyi çok tercih etmediği 593 konut, 2016 yılında Rusya ile Ukrayna arasında çıkan çatışmalardan dolayı Kiev’den ani bir biçimde Türkiye’ye getirilen Ahıska Türklerine tahsis edildi. Evlerin bedelinin daha zamana yayılmış bir ödeme takvimi dâhilinde tahsil edilmesine karar verildi. İlk kafile, 25 Aralık 2016’da eksi 25 derece soğuk bir havada Türkiye’ye geldi ve Erzincan’a ulaştı. Geldiklerinde Ahıska Türkeri’ni hiç unutamayacakları ve sürekli anlatacakları hoş bir sürpriz bekliyordu: Her ailenin yerleşeceği evdeki soba onlar için önceden yakılmış ve evler ısıtılmıştı. Her evde bir görevli hazırlığını yapmış biçimde, onları bekliyordu. Polis ve jandarma ile 112 acil servis personeli de. Kızılay 15 gün boyunca sıcak yemek servisi yaptı; bu süre içinde Ahıskalılar da düzenlerini oturtabildiler.

SORU 22: Suriyeli sığınmacılar vergi ödemiyor mu?

Sığınmacılarla ilgili olarak zaman zaman dile getirilen iddialardan biri de onların vergi ödemedikleri ve bu yüzden haksız rekabet yaptıkları şeklinde. Ama bu da doğru değil. Öyleyse gerçek nedir? Bunu şöyle özetlemek mümkün: Ülkemizde kabaca 3 tür vergi var: • Gelir ve kurumlar vergisi gibi beyana dayalı doğrudan vergiler, • KDV, ÖTV gibi dolaylı, yani harcama yapıldığı sırada tutar üzerinden alınan vergiler, • Veraset ve intikal vergisi, damga vergisi, BSMV gibi vergiler. Gelir Vergisi Kanunu’na göre (GVK), vergilendirme için vatandaş olmak gerekmiyor. Bunun yerine ikamet süresi alınıyor. Buna göre bir takvim yılı içinde devamlı olarak 6 aydan daha uzun süre oturanlar tam mükellef, 6 aydan daha kısa süre oturanlar ise dar mükellef sayılıyor. Türkiye’de elde edilen gelirler ister dar ister tam mükellefiyet kapsamında elde edilmiş olsun, vergiye tabi olup göçmenlere/mültecilere yönelik herhangi bir muafiyet veya istisna söz konusu değil. Aynı şekilde, Kurumlar Vergisi Kanunu’na göre, kim tarafından kurulursa kurulsun tüm kurumlar da aynı hükümler çerçevesinde vergilendirilmekte, göçmenle- re/mültecilere yönelik özel hükümler bulunmamaktadır. Burada bir de Gelir Vergisi Kanunu’nda sayılı gelirlerden ücret gelirine temas etmek gerekir. Bir gerçek kişinin bir işverenden aldığı ücretlerden işveren tarafından çalışan adına kesinti (stopaj) yapılıyor ve vergi dairesine beyan ediliyor. Burada yükümlülük/sorumluluk tamamen işverene ait. Merdiven altı olarak tabir edilen kayıtsız işçi çalıştırılan durumlarda, çalışandan vergi kesilip beyan edilmediğinden vergi kaybı oluşuyor ancak burada kayba neden olan taraf çalışan değil işveren. Ve bu durum sadece göçmenler/mülteciler için değil, kayıtsız çalıştırılan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları için de geçerli. Kısacası burada da göçmenler/mülteciler için özel bir durum söz konusu değil. Katma Değer Vergisi Kanunu’na göre -11 ila 17’nci maddesinde sınırlı olarak sayılan işlemler dışındaki- Türkiye siyasi sınırları içinde yapılan her bir işlem bu anlamda vergiye tabi. Buna göre bir göçmen/mülteci herhangi bir şekilde alışverişte bulunduğunda veya işletmesi için mal/hizmet satın aldığında veya bir kiralama yaptığında (dükkân kira- laması vb.) kendisine düzenlenen fatura veya benzeri belgede hesaplanan katma değer vergisini, alım yaptığı tarafa öder, o kişi/kurum da bu vergiyi katma değer vergisi beyannamesi ile beyan eder. Yani hiçbir tabiiyet veya süre kısıtı koşulu olmaksızın, bakkaldan alınan bir sakızdan, işletmeye alınan emtiaya kadar tüm işlemlerde işlemi yapanlar, yani mal veya hizmeti alanlar, kendilerine düzenlenen belgelerdeki katma değer vergisini, kendisine bu mal veya hizmeti satanlara öderler. Bir göçmen/mülteci Türkiye’de bir ticari faaliyete başladığında, vergi dairesine başvurmamışsa dahi, yapılan yaygın denetim ve yoklamalarda tespit edildiğinde adına mükellefiyet tesis edilir ve vergi kanunları yönünden diğer tüm mükellefler gibi hak ve yükümlülüklere sahip olur. Kendisi- ne bir vergi numarası verilir ve kanunlarda yazılı ödevleri yerine getirmesi beklenir. Bir yoklamacı bir iş yerinde bir göçmenin faaliyete başladığını tespit ettiğinde rutin yoklamasını, buna bağlı işlemleri tatbik eder. Kısacası kişinin göçmen/mülteci olmasının veya olmamasının bu anlamda hiçbir önemi yok.

SORU 23: Suriyelilerin ne kadarına vatandaşlık verildi?

Suriyelilere gizlice vatandaşlık verildiği ve seçimlere oy kullandırıldığı gibi haberler, onlara yönelik yanlış bilginin önemli bir parçasını oluşturuyor. Bu konuda kolaylıkla yanlışlanabilecek apaçık gerçek dışı haberler, ön yargının yoğunluğu ölçüsünde inanmaya hazır insanlar tarafından sosyal medyada yoğun biçimde paylaşılıyor. Son olarak ünlü bir sanatçı, twitterda “Suriyelilere peynir ekmek gibi vatandaşlık dağıtıldığı”na ilişkin bir paylaşımda bulundu ve defalarca yanlışlanmasına rağmen paylaşımını silmedi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Bilkent Üniversitesinde Dünya İnsan Hakları Günü kapsamında 10/12/2019 tarihinde düzenlenen programda öğrencilerin sorusunu şöyle cevaplamıştı: “Şu an itibari ile 110 bin Suriyeliye biz vatandaşlık verdik. Biz bu 110 bin vatandaşlığın dışında diğerleri için de bu vatandaşlık sürecini daha da arttırmak durumundayız. Niye çünkü bu ülkede bu insanlar kaçak göçek yaşamasın. Biz bombalardan kaçanları Suriye’ye göndermedik. Öyle bir niyetimiz de yok.” Aynı tarihlerde, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu da 110 bin Suriyeliye vatandaşlık verdiklerini, bunların 53 bininin yetişkin, 57 bininin de çocuk olduğu bilgisini vermişti. Onun “Doğumdan vatandaşlık vermek dünyanın birçok ülkesinde var. Biz büyük bir devletiz ve büyük bir ülkeyiz. Aynı coğrafyanın insanlarıyız, yollarımız bir. Orası bizim kardeş coğrafyamız, biz aynı milletin evlatlarıydık.” şeklinde yaklaşımı, Türkiye’nin vatandaşlık konusunda dışlayıcı bir yaklaşımın benimsenmediği şeklindeki görüşü destekliyor. Ancak göçün sekizinci yılında telaffuz edilen 110.000 rakamı, bu yaklaşımın gerektirdiği adımın yeterince atılmadığını düşündürüyor. Türkiye tarihi boyunca kitlesel göçün ülkeye taşıdığı milyonlarca insan oldu. Çoğu eski ülke coğrafyasından gelen bu insanlar, Türkler, Pomaklar, Makedonlar kabul gördüler ve vatandaş oldular. Bugün, Suriyeli sığınmacılara, aradan geçen onca zamana rağmen bu kadar az sayıda (Türkiye’deki Suriyelilerin %3’ünden az) vatandaşlık verilmesi yeni ve yazılı olmayan bir geleneğe aykırı bir durumu ifade ediyor. Bu bağlamda vatandaşlık konusu da dâhil, Suriyeli sığınmacıların statüsü konusunun siyasi koz olmaktan çıkarılıp depolitize edilerek serinkanlı biçimde tartışılması gerekiyor. Suriyeli sığınmacıların seyahat özgürlüğünün, ikamet ve özellikle de serbest çalışma hakkının tanınması, bugün çalışma hayatıyla, eğitime erişimle ve aile bütünlüğüyle ilgili pek çok sorunun çözümüne anlamlı bir katkı sağlayacaktır. Ancak çözümün bir parçası da vatandaşlığın (Suriye’nin normalleşmesine bağlı olarak belki ileriki yıllarda çifte vatandaşlığın gündeme gelmesini de öngörerek) kolaylaştırılmasıdır. Artık burada olan, burada doğan ve hayatlarını burada idame ettirip üreten ve ekonomik hayatın da bir parçası olan milyonlarca insanı, ayrımcı kesimlerin tepkilerine teslim olarak geri göndermeye veya “misafir” statüsünde tutmaya çalışmak makul olmayıp, hayatın doğal akışına, ülke ve dünya gerçeklerine olduğu kadar, Anadolu’nun kadim geleneğine de aykırıdır.